Antik dönemde önemli bir alan konumundaki Levantbölgesinin hinterlandında olan, Kıbrıs’ın merkezinde bulunduğu “Doğu Akdeniz”, 50 yıl önce olduğu gibi bugünde, Uluslararası güçlerin karşı karşıya geldiği sıcak bir bölge konumdadır. Bir taraftan yeni doğal gaz ve petrol rezervleri, diğer taraftan yeni ticari güzergahlar, MEB tartışmaları, Doğu Akdeniz’i ve onun merkezindeki Kıbrıs’ı uluslararası siyasetin odak noktalarından biri haline getirmektedir. Kıbrıs, tıpkı kıta sahanlığı, münhasır ekonomik bölge sınırları, FIR hatları gibi diğer anlaşmazlıklar da olduğu gibi Türkiye ve Kıbrıs Türkleriyle, Yunan-Rum yönetimleriarasında halen süregelen çok boyutlu ihtilaflara ev sahipliği yapmaktadır.
KIBRIS ADASI’NDA TÜRKİYE’NİN HAKLARI
Kıbrıs Adası’nda bugünde devam eden Türkiye’nin sahip olduğu hakların temelini, Lozan Anlaşması’nın 16. Maddesi oluşturmaktadır. Lozan’da Britanya Türkiye’nin, Kıbrıs’taki haklarından feragat etmesini ve sonrasında Adanın bir başka devlete verilmesi, bağımsızlığı, bu topraklar ya da adalar üzerinde herhangi bir başka rejim kurulması konusunda uygulanmış ya da uygulanacak olan hükümleri [ şimdiden ] kabul etmesini 16. maddenin taslak metnine eklemiştir. Türkiye buna şiddetle karşı çıkmış ve bu metni taslaktan çıkartmıştır.
Müzakere sonunda 16. Madde ile ilgili taslak metin değiştirilmiştir.
16. Madde antlaşmada şöyle yazılmıştır:
“Türkiye, işbu Andlaşma’da belirtilen sınırlar dışında bulunan topraklar üzerindeki ya da bu topraklara ilişkin olarak, her türlü haklarıyla sıfatlarından ve [ Türkiye’nin ] egemenliği işbu Andlaşma’da tanınmış adalardan başka bütün öteki adalar üzerindeki her türlü haklarından ve sıfatlarından vazgeçmiş olduğunu bildirir; bu toprakların ve adaların geleceği [ kaderi ], ilgililerce düzenlenmiştir, ya da düzenlenecektir.
İşbu Madde’nin hükümleri, Türkiye ile sınırdaş olan ülkeler arasında komşuluk durumları yüzünden kararlaştırılmış ya da kararlaştırılacak olan özel hükümlere halel vermez.”
Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Londra Konferansı’ndaki konuşmasında Türkiye’nin pozisyonunu Lozan Andlaşması’nın Kıbrıs hakkındaki hükümlerini esas alarak ve Lozan’da Türk heyetince açıklanan görüşlere atıf yaparak izah etmiştir. Zorlu, diğer hususlar meyanında şunları söylemiştir:
“Yunanistan’ın Türkiye’nin Lozan Antlaşması ile Kıbrıs üzerindeki bütün haklarından feragat ettiği iddiası mesnet bulamaz. Zira Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılan parçalarla tamamen ilgisini kesmiş değildir. Şöyle ki: Lozan Andlaşması’nın 16. Maddesi Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılan toprakların mukadderatının ‘alâkadarlar tarafından tayin edildiğini veya edileceğini’ beyan etmektedir. Hâlbuki o zaman Müttefiklerin teklif ettikleri Madde tasarısında bu ibare mevcut olmayıp ‘Türkiye bu arazi veya adaların devri, istikbali veya diğer herhangi rejimi hakkında alınan veya alınacak mukarreratı ( kararları ) tanır ve kabul eder’ deniyordu. Lozan’daki Türk delegasyonu bunu kabul etmemiş ve şöyle demiştir: ‘Türkiye’den, istikbalde alınacak mukarreratı tanıması ve kabul etmesi isteniyor. Şurası muhakkaktır ki, Türkiye, mahiyetini ve şümulünü bilmediği mukarreratı kabul etmek taahhüdüne giremez.’ Görülüyor ki, Türkiye, Lozan’da Kıbrıs ile ilgisinin kesilmesini kabul etmemiştir.”
Dışişleri Bakanı Zorlu konuşmasının sonunda Türkiye’nin görüşünü şu sözlerle özetlemiştir: “Kıbrıs’ta statükonunkorunması gerekir. Yani İngiltere Ada’dan çekilmemelidir. Eğer bu statüko bozulacaksa, Ada Türkiye’ye iade edilmelidir.”
Türkiye’nin ve Adadaki Türklerin hakları, 1954’te BM’deki ilk görüşmelerde, 814 sayılı karar alınırken Britanya tarafından da kabul edilmiştir. Britanya’ya göre Kıbrıs’taki sorun, bilinen anlamda bir “kendi kaderini tayin” sorunu olmayıp, BM üyesi bir devletin egemenliği altındaki bir bölgenin, diğer bir ülkeye ilhakı anlamına gelen “enosis” demektir. Bu durum BM Anayasasına göre aykırılık taşıdığı gibi, coğrafi olarak Anadolu’nun bir uzantısı ve parçası olan, üzerinde de Müslüman Türklerin de bulunduğu Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakı anlamına gelecek bir girişim kabul edilemez. İngiltere, Kıbrıs Türklerinin Türkiye ile bağına ve Türkiye’nin Kıbrıs’a olan ilgisine gönderme yapmıştır. Böylece “enosis”e karşı olduklarını ayrıca bu hakkın ada Türklerine de tanınması gerekeceğini, dolaylı da olsa işaret etmiştir.
Görüldüğü üzere Türkiye’nin “Tüm Ada” üzerindeki kadim hakları Lozan statükosu uyarınca devam etmektedir. 1959 Londra-Zürih Anlaşmaları’nda Türkiye bu kadim hakkını, Adanın kendisine iadesini talep hakkını, garantörlüğü altında iki eşit, kurucu toplumlu ortak devletin devamı şartıyla kullanmamış ama anılan ortak Kıbrıs Devleti, Rum ve Yunan yönetimlerinin hukuksuz tecavüzleriyle sona ermiştir. Böylece Lozan Anlaşması’nın 16. maddesindeki statü yeniden avdet etmiştir.
Ahkamül Evkaf 1890’da Ömer Hilmi Efendi tarafından kaleme alınmış olup bu kitapta yer alan kurallar bütününün, vakıflarla veya evkaf ile veya vakıf malları ile ilgili hukukun hem yazılı kaynaklarını hem de yazılı olmayan kaynaklarını içeren bir hukuki kaynaktır. Ahkamül Evkafın, Kıbrıs’ın Osmanlı İdaresi devrinde ( 1571 – 1878 yılları arasında )yürürlükte olduğu, Osmanlı İmparatorluğu ve Britanya Krallığı arasındaki 04.06.1878 Savunma Anlaşması ve 01.07.1878 Ek Konvansiyon hükümleri ve Ada idaresinin geçici olarak Britanya Krallığı’na kiralanması ve teslimine dair 30.07.1878 tarihli ferman birlikte ele alındığındagörülmektedir. Bu hususta tartışma olmadığı gibi, Kıbrıs’ın bir İngiliz kolonisi olduğu dönemde, diğer bir ifade ile, 1878 ile 1960 yılları arasında da Ahkamül Evkafın hiçbir kesinti olmaksızın yürürlükte olduğu kabul edilmektedir.
Britanya yönetimi döneminde 22.07.1955 tarihli Resmi Gazete’de “Vakıflara Dair İslam Mukaddes Kanunu ile Müslümanların Dini Emvalinin İdaresiyle İlgili Kanunu Değiştiren ve Birleştiren Kanun” ile Türk Vakıflarının yönetimi kalıcı olarak Türk Toplumu’na iade edilmiştir. Bu tarihten başlayarak düzenlenen mevzuatla Vakıfların Türkİdaresi’ne dini ve toplumsal görevlerinin yanında mali, ticari, endüstriyel, tarımsal ve turistik girişimlerde bulunmak, işletmeler kurmak, mevcut işletme ve şirketlere ortak olmak gibi hakları kapsayan ekonomik görevler verildi. Adanın her yerine yayılan vakıfların Türk yönetimindeki tüzel kişilikleri, Britanya yönetimi sonrasında Kıbrıs Cumhuriyeti döneminde de anayasal statüde devam etti.
1960 yılında Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kuran Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nın 110. maddesinin (2). fıkrasının 1. bendinde de vakıf müessesesi ve Ahkamül Evkafın bu Anayasaca tanınmakta olduğu açıkça ifade edilmek suretiyle AhkamülEvkaf’ın yürürlükte olduğu ifade edilmiştir.
Anılan Anayasa metninde, “vakıf mallarını ilgilendiren veya herhangi bir surette bunları etkileyen bütün konuların münhasıran Ahkamül Evkaf ve Türk Cemaat Meclisince çıkarılan veya yapılan kanun ve nizamnamelere tabi olduğu ve bunlara göre idare olunduğu, hiçbir teşrii, icrai veya herhangi diğer bir muamelenin, bahis konusu Ahkamül Evkafı ve Türk Cemaat Meclisinin bahis konusu kanunlarını ve nizamnamelerini ihlal edemeyeceği veya onlara üstün gelemeyeceği veya müdahale edemeyeceği” ifade edilmiştir.
1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nın kabulünün akabinde, 17 Aralık 1960 tarihinde yürürlüğe giren 14/1960 sayılı Adalet Mahkemeleri Kanunu (14/1960 Courts of Justice Law) ile, 11 Kasım 1953 tarihinde yürürlüğe giren 40/1953 sayılı Courts of Justice Law yürürlükten kaldırılmıştır.
Ahkamül Evkaf’ın Kıbrıs Cumhuriyeti döneminde yürürlükte olduğu, 14/1960 sayılı 1960 Courts of Justice Law’da ( 1960 Adalet Mahkemeleri Kanunu )açık bir şekilde yer almıştır.
17 Aralık 1960 tarihinde yürürlüğe giren 14/1960 sayılı Adalet Mahkemeleri Kanununun (14/1960 Courts of Justice Law) gerek İngilizce gerekse Türkçe versiyonunda açıkça, vakıflara dair yasalardan bağımsız olarak Vakıflara dair Prensiplerin (Ahkamül Evkafın) yürürlükte olduğu vurgulanmıştır.
Ahkamül Evkaf’a yani, Temel Evkaf Kuralları’na verilecek değeri saptarken;
Vakıf malları ilgilendiren veya herhangi bir surette bunları etkileyen bütün konuların;
a)Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nın 110. maddesinin (2). fıkrasının 1. bendine göre; münhasıran Ahkamül Evkaf ve Türk Cemaat Meclisince çıkarılan veya yapılan kanun ve nizamnamelere tabi olacağı;
b)Kıbrıs Türk Federe Devleti Anayasası’nın 96.maddesinin (2).fıkrasına göre, münhasıran Temel Evkaf Kuralları (Ahkamül Evkaf), yürürlükteki mevzuat ve bu Anayasa yürürlüğe girdikten sonra KTFD Meclisince konan ve yapılan yasa ve tüzüklere bağlı olacağı;
c)KKTC Anayasası’nın 131.maddesinin (2).fıkrasına göre, münhasıran Temel Evkaf Kuralları (Ahkamül Evkaf), yürürlükteki mevzuat ve bu Anayasa yürürlüğe girdikten sonra Cumhuriyet Meclisince yapılan yasalara bağlı olacağı öngörülmektedir.
Yukarıdaki Anayasa hükümleri (Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası madde 110(2); KTFD Anayasası madde 96(2); KKTC Anayasası madde 131(2), 42) incelendiğinde, vakıf mallarıyla ilgili kamulaştırma veya el koyma konularında, yürürlükte bulunan Temel Evkaf Kuralları’na (AhkamülEvkaf), yürürlükteki diğer mevzuattan veya bu Anayasalar yürürlüğe girdikten sonra adı geçen Meclis tarafından yapılacak yasa ve nizamnamelerden/tüzüklerden daha üstün bir değer verildiği sonucuna ulaşılabilir. (KKTC Yüksek Mahkemesi’nin 01.04.2021 tarih 10-2018 E.lı karar gerekçesi)
Varlığını 1959 Londra-Zürih Anlaşmaları’na ve 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’na dayandıran mevcut Rum Yönetimi sınırları içindeki vakıf mallarının tamamı, işte anılan bu Anlaşmalar ve Kıbrıs Anayasası tahtında Ahkamül Evkaf’ayani, Temel Evkaf Kuralları’na ve önemli ölçüde 1955 tarihli fasıl 337 Vakıflar Yasası’nın kurduğu rejime tabidir. AhkamülEvkaf’ın 50. Maddesinde, vakfedilmiş bir aynın (malın kendisinin) elden çıkarılamayacağı ve devredilemeyeceği, 70. maddede, Vakfın herhangi bir vadeye bağlı olmasının şart olmadığı, 73. madde de geçici olarak yapılan bir vakfın hukuken geçerli olmayacağı düzenlenmiştir.
Görüldüğü üzere, Temel Evkaf Kuralları’na göre sonlandırılmadığı müddetçe Kıbrıs’taki vakıf malları süresiz olarak varlığını devam ettirmektedir.
Temel Evkaf kurallarını, sömürge yönetiminde Britanya idaresi’nin değiştirmesinin hukuka uygun olup olmadığı tartışılmıştır. Britanya yönetimi 12/1907 sayılı yasayla Maraş gibi bölgelerdeki vakıf mallarını Ahkamül Evkaf’a aykırı şekilde özel kişilere devretmiştir. Sömürge döneminde Ahkamül Evkaf kuralları Britanya açısından anayasa statüsünde olmadığından, yapılan değişikliklerin geçerliolduğu yönünde görüşler olsa da, kanımızca Ahkamül Evkaf kurallarının;
– Türkiye’nin egemenlik haklarından şarta bağlı olarak vazgeçtiği Lozan öncesinden yürürlükte olması,
–Osmanlı İmparatorluğu ve Britanya Krallığı arasındaki 04.06.1878 Savunma Anlaşması ve 01.07.1878 Ek Konvansiyon hükümleri ve Ada idaresinin geçici olarak Britanya Krallığı’na kiralanması ve teslimine dair 30.07.1878 tarihli ferman çerçevesinde, Evkaf kurallarının işbu devir anlaşmalarının asli unsuru olması nedeniyle Evkaf kurallarına aykırı 12/1907gibi yasal düzenlemelerle Britanya tarafından gerçekleştirilen mülkiyet devirlerinin geçersiz olacağı, vakıf malı statüsünün korunması gerektiği ileri sürülebilmelidir. Bu çerçevede, Kıbrıs’ın bir Britanya kolonisi olduğu dönemde, diğer bir ifade ile, 1878 ile 1960 yılları arasında da AhkamülEvkafın hiçbir kesinti olmaksızın yürürlükte olduğu kabul edilmelidir. Bu nedenle Maraş gibi vakıf bölgelerinde, 12/907 sayılı yasaya uygun şekilde mülkiyeti Rumlara devredilen, tapuya işlenmiş ama Evkaf kurallarına uymayan mülkiyet iddiaları kabul edilmemelidir. Bu konuda AİHM tarafından geçmişte aleyhimize verilen kararların hukukun temel ilkelerine ve Vakıf mallarıyla ilgili evrensel kurallara uymadığını söylemeliyiz.
c) KKTC Yasalarına Göre Verilen Tapu Belgeleri
KKTC yasalarına göre verilmiş tapular Annan Planı’nda ve daha sonra yapılmış müzakerelerde geçersiz kabul edilmiş ve sadece bir kullanım hakkını sağladığı ileri sürülmüştür. Oysa, Maraş’taki gibi Vakıf arazileri üzerinde, Ahkamül Evkaf’a, vakıflar hukukuna ve mülkiyet hukukuna aykırı şekilde verilmiş Britanya dönemi tapuları için çifte standart uygulanmış, anılan dönemde tapu almış Rumların tam mülkiyet hakkına sahip olması gerektiği, Kıbrıs Türklerine dayatılmak istenmiştir.
Oysa Uluslararası Adalet Divanı’nın Namibya Davasındaki tavsiye nitelikli görüşünde, 1991 yılına kadar Irkçı Güney Afrika Cumhuriyeti’nin işgali altındaki Namibya’da,
işgal yönetiminin hukuk dışı olduğuna ama yasadışı bir rejimde dahi olsa özel kişilerin elde ettikleri hakların geçerli olup, mülkiyet haklarını yitirmediklerine karar verdi.
Britanya Mahkemeleri KKTC ile ilgili Hesperides davasında da Namibya ilkesini uyguladı. Bu dava görülürken Türk Bölgesinde Kıbrıs Türk egemenliği vardı ve Türk yasaları uygulanıyordu. Türk yönetiminin aldığı kararlarla taşınmaz mallar üzerinde tasarruf edenlerin edinimlerinin geçerli olduğu yönünde karar alındı. Görüldüğü üzere, KTFD ve KKTC yönetiminin yasalarına uygun şekilde edinilmiş tapuların geçerliliğini uluslararası yargı içtihatları da desteklemektedir.
SONUÇ
1964 yılında Rumların Kıbrıs Cumhuriyeti yönetiminden Türkleri zorla uzaklaştırmaları ve toplu katliamlara girişmelerinin ardından, BM Güvenlik Konseyi, bugünkü sürdürülemez statükoyu yaratan 186 sayılı kararı almıştı. Kıbrıs konusu tarihinde kara bir dönüm noktası niteliğinde olan bu karar, Kıbrıs Türklerine karşı soykırıma girişen Rum saldırılarını önlemek için adada BM Barış Gücü’nü oluşturmuş, öte yandan ise iki Halkın egemen eşit haklarını icra ederek kurdukları 1960 ortaklık Cumhuriyetini, silah zoruyla Kıbrıslı Türkleri yönetimden atan Rum liderliğinin yönetimine hukuk kurallarını ayaklar altına alarak teslim etmiştir. Kıbrıs sorununun hala daha devam etmesinin ana nedenlerinden biri BM’nin, 186 sayılı haksız ve siyasi kararla bir Rum devletine dönüşen ortaklık Kıbrıs Cumhuriyeti’ni “Kıbrıs’ın tek meşru hükümeti” olarak benimsemesidir. Rum tarafı bu haksız ve siyasi karardan güç alıp konfor alanını sağlamlaştırırken, uzlaşmazlığını sürdürmektedir. 2004 yılında yine Avrupa Birliği Hukuku ve içtihatlarına aykırı şekilde tüm Ada’yı temsilen AB’ye üye yapılan Rum tarafı daha da cesaret bulmuştur. Anılan iki gelişme çözümün önündeki en büyük engeli teşkil ederken, bu kararların iki taraf arasında yarattığı dengesizlik ortadan kalkmadıkça Rum tarafı hiçbir çözüme yanaşmayacaktır.
Yunanistan ile yürüttüğümüz savaştan itibaren102, Barış Harekatından bugüne 50 yıl, BM gözetiminde 1968’de başlayan ikili görüşmelerden 56 yıl geçmiştir. Yunan-Rum revizyonu, cephedeki yenilgilerine rağmen her fırsatta devam etmiştir. 1948’de Oniki Adalar Yunanistan’a bırakılmış, FIR hattı, kıyıların orta hattı yerine, bizim kıyılarımızın yanından geçirilmiş, 10 millik polisiye hava hattı, karasularının önce 6 sonra 12 mile çıkartılması teşebbüslerinden sonra MeisAdasını içine alan devasa MEB alanı iddiaları gündeme gelmiştir. BM denetimindeki tampon bölgede (Yeşil Hat) izinsiz olduğu iddiasıyla KKTC ekiplerinin Pile Köyü yol yapımı faaliyetine BM Barış Gücü müdahale ettiğinde,kamuoyunda gündemine geldiği üzere, 1974’ten günümüze Rum kesimi, tampon bölgede yeni iskan alanları edinmiş, KKTC aleyhine sınırlarını genişletmiştir. Rum Kesiminin tüm adanın çevresinde, Türkiye ve KKTC’nin deniz alanlarına tecavüz ederek petrol ve doğalgaz aramaları için paftalar oluşturması, Türkiye’nin tüm iyiniyetli girişimlerine rağmen Yunan-Rum yönetimlerinin her fırsatı daha fazla genişleme ve nüfuz alanı elde etmek için kullanma siyasetini değiştirmeyeceklerini ortaya koymaktadır.
Balkan İttifakı’nın 9 Ağustos 1954’de Yugoslavya’nın Bledkentinde imza edilmesinden bir hafta sonra Yunanistan, Kıbrıs konusunun BM’nin IX. Genel Kurul toplantılarının gündemine dâhil edilmesi için başvuru yapmıştır. Yunanistan, Türkiye ile ilişkilerin göreceli olarak daha iyi olduğu dönemleri, ilerde Türkiye’nin aleyhine kullanabileceği yeni hukuksal kazanımlar için kullanma çabası içinde olmuştur.
Yunanistan’ın Arnavutluk, Kuzey Makedonya, Bulgaristan, Türkiye ve İtalya ile tarihten gelen sorunları bugün de önemli ölçüde devam etmektedir. Bulgaristan’ın, Adalar Denizi’ne çıkışını sağlayan Batı Trakya topraklarını Yunanistan’a kaptırması, sonrasında İkinci Dünya Savaşı’nda, Bulgaristan’ın Yunanistan’ı işgali, karşılıklı soykırım ve toprak iddialarını bugüne kadar taşımıştır. Arnavutluk’un tarihi kadim, güney topraklarının Yunanistan’a geçmesi, Arnavutluk’taki Yunan azınlık, deniz sınırlarındaki anlaşmazlık iki ülke arasındaki sorunların ana başlıklarını oluşturur. Makedonya ile süre gelen isim ihtilafının etkileri bilinmektedir. İtalya ile Yunanistan arasındaki en büyük sorunu oluşturan ortak deniz sınırları ihtilafı 2020 yılındaki anlaşmayla önemli ölçüde çözülmüş, böylece Yunanistan Batı sınırlarında kısmen rahatlamıştır. Bugün Atina yönetimi, AB, NATO gibi ortak yapıları ve ekonomik enstrümanlarıkullanarak kuzeyindeki komşularıyla İtalya gibi normalleşme politikasını hayata geçirme ve Türkiye’ye karşı potansiyel gücünün önemli kısmını kullanabilme arayışı içindedir.
Türkiye geleneksel barışçı yaklaşımıyla Yunanistan’ın, komşularıyla iyi ilişkiler geliştirmesini desteklemiş, Bulgaristan ve Yunanistan arasında 1934 Balkan Antantı kuruluş aşamasında arabuluculuk yapmak için teşebbüste bulunmuştur. Yunanistan ise Türkiye’nin komşularıyla sorunlar yaşamasını doğrudan ya da dolaylı yollarla destekleyen politikaları her dönemde sürdürmüştür. İşte ikili ilişkilerin iyileşmeye başladığı dönemlerde bu yüzden çok dikkatli olmak gerekir.
Yunanistan, 1931’de Yunan Kraliyet Kararnamesiyle hava ve polisiye amaçlar için karasularını tek taraflı olarak 10 mile, 1936 yılında karasularını 6 mile çıkarırken o günkü barışçıl koşullarda itiraz edilmemiş, Türkiye tarafından ancak 1975 yılında resmi itirazda bulunulmuştur.
Benzer şekilde bir kısmı Datça üzerinden geçen FIR hattının Yunanistan’a iyi niyetle bırakılması da sonradan hem sivil hem askeri uçuşlarda ülkemize çok sorun çıkartmıştır.
1973-76 döneminde Adalar Denizindeki kıta sahanlığı krizi 1976 Bern Anlaşmasıyla, Türkiye lehine sayılabilecek şekilde sonuçlanmış ama Yunanistan bu ahidle bağlılığını, uluslararası hukuka ve 1969 Viyana Anlaşmalar Hukuku Sözleşmesi’ne aykırı şekilde 1987’de tek taraflı olarak kabul etmediğini beyan etmiştir. Yunanistan uluslararası hukuka uygun şekilde yürürlüğe girmiş anlaşmaları, hukuksuz şekilde yok sayabilmektedir. Yunanistan, BM nezdindeki 1955 Kıbrıs görüşmelerinde, kendisinin de imzaladığı Lozan Anlaşması’nın, Kıbrıs Adası’nın Britanya’ya devrine dair 16. maddesini de kabul etmemiştir.
Kıbrıs Adasındaki İngiliz Yönetiminin 1955 tarihli yasal düzenlemeyle kabul ettiği Adadaki Müslüman vakıflarıyla ilgili, yönetimin Müslüman Türk cemaatine ait olacağına dair statü Yunan-Rum ikilisinin siyasetiyle Rum Yönetimine ait topraklarda uygulanmamaktadır.
Yunanistan bugün Kurtuluş Savaşı ve Birinci Dünya Savaşı sırasında, sözde Pontus –Trabzon ve çevresi- ve Batı Anadolu’da Osmanlı vatandaşı Yunanların-Rumların soykırıma uğradığına dair iddiaları resmi olarak ileri sürmektedir.
Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bu çerçevede Yunanistan’a karşı resmi olarak barışçıl yaklaşımımızı sürdürürken akademik, sivil toplum oluşumları vb ile dolaylı diplomasi yoluyla Türkiye’nin hak ve taleplerini hukuksal zeminde, aynı uç örneklerle gündeme getirmenin tartışılması gerekir. Bu örnekler, bizim de doğrudan-dolaylı yöntemlerle benzer talepkâr hukuki girişimlerde bulunmamız gereğini tartışmaya açmaktadır.
Örneğin,
–Limni Adası’nın statüsü,
–Oniki Ada’nın 1947 Paris Antlaşması ile Yunanistan’a Devri’nin geçerliliği, tartışmaya açılabilir.
–Lozan’ı ihlal eden, adaları silahlandıran Yunanistan’a karşı Lozan Anlaşması’nın 13. maddesini, 16. maddeyle birlikte Türkiye’nin yeniden yorumlama hakkı gündeme getirilebilir. Yukarda örnekleri verildiği üzere kendi imzaladığı bağlayıcı anlaşmaları sonradan kabul etmeyen Yunanistan’a karşı benzer şekilde taraf olduğumuz anlaşmalarda kısmen geçersizlik iddiasında bulunulabilinir.
–Türk toplumunun hukuken ortak yönetim hakkına sahip bulunduğu Kıbrıs Cumhuriyeti’ne 1974’de Yunanistan’daki Albaylar Cuntası tarafından yapılan askeri darbe ve soykırımlar, vakıf mallarının gasp edilmesi gibi gerekçelere dayanarak öncelikle STK’lar ve gerçek kişiler aracılığıyla Avrupa İHM, Uluslararası Ceza Mahkemesi, Avrupa Toplulukları Adalet Divanı ve BM nezdinde belli bir program eşliğinde süreklilik gösteren girişimlerde bulunmak, Yunanistan’ın anılan askeri darbe ve müdahaleler nedeniyle Kıbrıs’a karşı tazminat sorumluluğunun gündeme getirilmesi,
Rum Kesiminin AB üyeliğinin Avrupa Adalet Divanı nezdinde geçersizliğinin ve bu üyelik nedeniyle tazminat taleplerinin ileri sürülmesi,
186 sayılı BM kararının BM hukukuna aykırılığını ortaya koyacak, BM nezdinde yeni girişimlerde bulunulması, gerçek anlamda karşılıklılık ilkesine uygun olacaktır.