Şimdi yükleniyor

Mevlüt UYANIK: HİKMETLERİN HİKMETİ OLAN METAFİZİĞİ TASAVVUF DİSİPLİNİNE İNDİRGEMEK TUTARLI MI?

• Giriş:
Çorum Hitit Üniversitesi İslam Felsefesi Tarihi dersinde kurucu filozof olarak gördüğümüz Fârâbî’nin İlimlerin Sayımı adlı eseriyle felsefî analizlerine giriş yapıyoruz. Teorik ve pratik ilimler diye ilk önce ikili bir ana tasnif yapıp, ardından ilimleri dil, mantık, tâlimî/pozitif, ilâhîyat ve medenî ilimler diye beş kısımda incelemesinde bu sistematiğe giriş olarak görüyoruz. lk önce dil/lisan ilmî hakkında bilgi verir. Tasavvur ve tasdik sürecine geçmeden önce toplumdaki dil anlayışını, lafızların ilkelerini tekil ve birleşik lafızların ilkelerini açılar ve düşündüklerini düzgün bir şekilde yazıya geçirilmesinin önemi üzerinde durur.
Felsefenin amacı mutluluğu elde etmek (tahsilu’s-saade), mantık ise bunun anahtarıdır (miftahu’s-saade) diyerek dil bilim ile olan ilişkisini açıklar. Mantık, ilim/disiplin hem de bir sanat olarak incelenir. Bu bağlamda sanat olarak, bütün halinde, aklı düzelteceğine ve yanlış yapılması mümkün olan bütün makul şeylerde, insanı doğru yola ve gerçek (hak) tarafına yöneltmeye yarayan kanunları ve insanı makullerde yanlıştan, sürçmeden ve hatadan koruyan ve muhafaza eden kanunları verir. Bir de yanlış yapan bir kimsenin makullerde yanlış yapmış olup olmadığından emin olunmazsa, onun denemesi (imtihan) için kullanılan kanunları gösterir.
Modern felsefede pozitif ve beşerî (manevî/tinsel) ilimler ayrımı, anlama ve açıklama kavramları, hermeneutik okumalarının önemi malumunuz. Müslüman filozofların ilk dönemde yaptıklarını, evrenin nasıl yaratıldığı açıklamak için tâlimî ilimler bağlamında, sayı/aritmetik, hendese/geometri, optik/menazır ya da perspektif, yıldızlar, musiki, ağırlıklar, mekânik/hiyel/tedbirler ilimlerini bilmenin gerekliliğini vurgularlar. Nasıl yaratıldığını açıkladıktan sonra niçin yaratıldığı sorusuyla da felsefe-i ula (metafizik-ilâhîyat) disiplini ilgilenir.

• Felsefe-i Ula:Metafizik-İlâhîyat
Farabi’nin temellerini oluşturduğu öğretiyi bir üst aşamaya taşıyan İbn Sînâ Mantık, Tabî‘iyyât, Geometri, Aritmetik, Astronomi, Müzik ve İlâhiyyât şeklinde tasnif yapar. Metafizik (ilm-i berin, ilm-i ilahi): ona göre, en yüce ilimdir.
Bunun ilk bölümü hikmet ilminin sayısı hakkındadır diyerek varlığı bizim fiilimize bağlı olanlar ve olmayanlar diye ikiye ayır. Kendi fiilimiz hakkında bilgi veren pratik felsefe olup dünyevi işlerimizle ilgilidir. Dünyada ne yapmamız, ahirette ne ümit etmemiz hususunda bize bilgi sağlar. İlmi ahlak, ilm-i tedbiri menzil ve siyaset ilmi diye üçe ayrılır.
İkincisi teorik-nazari felsefedir, ruhumuzun kendi suretini kazanması ve uhrevi mutluluğu elde etmesi için bizi şeylerin varlığı hakkında bilgilendirir. En yücesi metafizik, ikincisi orta ilim (dil, matematik, eğitim-öğretim) üçüncüsü alt ilim (fizik/tabiiyyat) diye ayrılır.
Platon’un akademisine geometri bilmeyen gelmesin sözünü hatırladığımızda Müslüman filozofların hendese/geometri ve aritmetik üzerinde önemle durdukları ve musikiyi de bu çerçevede incelediklerini hem teorisyen hem de uygulayıcı olduklarını hatırlamamız iyi olur.
Yıldızlar ilmînin astroloji gibi olası yanlış kullanımlarının dışında öğretime dayalı olan kısmı üzerinde dururlar, yeryüzü ve gökyüzündeki cisimleri üç ana noktada incelerler. Ağırlıklar ilmînden kasıtları da ölçülebilenler ve ağır nesnelerin kaldırılması, bir mekândan diğer yere nakledilmesi için yapılan aletlere dair yöntemlerdir.
Evrenin nasıl yaratıldığını açıklamak için tabiat ilmîni de ayrıntılı bir şekilde açıkladıktan sonra niçin yaratıldı sorusu bağlamında ilâhî ilimleri inceler. Bizâtîhi zorunlu varlıktan ne anlaşıldığı açıklar. Ardından evrenin yani Tanrı’nın dışındaki mevcudatın ondan nasıl ortaya çıktığını ve bu varlıklarından nasıl istifade ettiği üzerinde durur. Nihayetinde nasıl ve niçin sorularının cevabı verildikten sonra medenî ilimler (fıkıh-kelâm-ahlak) ile pratik felsefe temellendirir. Hakiki mutluluk ve öyle sanılan mutluluk arasındaki fark belirtilir. Hangi hususların hakiki olana ulaştıracağı üzerinde durur. Bunun toplumsal boyutunun riyaset (başkanlık) sistemi ile olacağını, bunun erdemli ve cahili kısımları olma ihtimallerini açıklar. Özetle, Tanrı’nın evreni nasıl yarattığı pozitif ilimlerle açıklamak ve niçin yarattığını anlamak için ise tinsel/manevî/ilâhiyat disiplinleri önemlidir.
Potansiyel (bilkuvve) akıl, algılandıktan sonra yani ruhun akleden gücüyle kavranan ve aşkın varlığa sahip olup form yahut idea eyleme geçtiğinde bilfiil akıl, varlığa ait formların maddeden soyutlanarak bilgi şeklinde tam teşekkül etmiş hali ise müstefad akıldır. Ama insan nefsinin sahip olduğu akıl gücü, faal aklın yardımı olmaksızın hiçbir şekilde kendiliğinden bilgi üretemez. Nitekim Faal Akıl, insan aklını aydınlatır ve bu aydınlanma sonucunda, Allah hakkındaki hakikatler ve diğer ruhanî varlıklar makul/anlaşılacak konuma gelir. Bu hususların Vahiy tarafından desteklenmesiyle, kişi tam anlamıyla hâkîm, filozof ve akıl erbabından olur. Vahiy, kişinin mütehayyile kuvvetine taşınca, artık, bu kişi insanları uyarıcı peygamberdir.
• Hikmetlerin Hikmeti: Metafizik
Felsefî ilimler, aklın bilfiil hale gelmesiyle nefsin teorik gücünü yetkinleştirmeyi talep ettiğimiz teorik/nazari ilim ile bunları uygulamaya geçirerek ahlakla yetkinleşmesinin talep edildiği pratik/amelî ilimden oluştuğunu söyledik. Teorik ilimler doğa, matematik ve metafizik olarak üçe ayrılır. Metafizik, Arapça ”Ma’ba’de’t-Tabia”, yani tabiat ötesinde veya tabiatüstünde olan demektir. el-Felsefeset’ül-ula yani ilk felsefe, ilahiyat ve hikmet diye isimlendirilir. Hikmet hariç hepsi Grek felsefesi merkezli isimlendirmelerdir.
Metafizik, hem varlıkta hem de tanımda maddeden ayrık olan şeyleri inceler. Bu açıdan metafizik, fiziksel ve matematiksel varlığın ve bu iki varlıkla ilişkili şeylerin ilk sebeplerinin, sebeplerinin sebebinin ve ilkelerinin ilkesinin incelendiği ilimdir. Bundan dolayı ilm-i ilahî denilir. Hakikatin burhânlarını araştıran, gerçeğin kanunlarını ortaya koyan, Allah’ın yüceliğini ve üstünlüğünü kavramaya, ulûhiyetinin ve ulu isimlerinin özüne/künhüne vakıf olmaya vesile olan ilm-i ilahî ile mantık disiplini arasındaki sıkı bir ilişki vardır. Çünkü Mantık ilminin “kanunlarını bilip bu ilmin usulünü ve küllî kaidelerini zapt etmeksizin ilimlerin ispatlamak istediklerini tahkik, ispat ve burhânlarını takrir ya imkansız yahut çok zordur. “
Varlığın Birliği öğretisi bağlamında daima aklımızda tutmamız gereken husus, Meşşâî filozofların Tanrı’yı varolması için bir başka varlığa muhtaç olmayan (Zorunlu) Varlık, onun dışındaki her şeyi de mümkün Varlık diye görmesidir. Daha teknik ifadeyle söyleyecek olursak, varolması için bir başka varlığa muhtaç değildir, bu açıdan Vacibu’l-vucud bizâtîhi” de denir. Tanrı’nın dışındaki her şey, evren diye isimlendirilir ve varolması için bir bâşka varlığa ihtiyaç duyar, bu nedenle vacibul-vucud bigayrihi de denilir. Ve burada bir özdeşleşme yoktur ve sürekli oluş ve bozuluş (kevn ve fesad) yani değişim ve dönüşüm içinde olan evren ve nesnelerin mahiyetini bilmek nasıl mümkün olacaktır.
Felsefe’nin tanımlarından birisinin de Varlığı varlık olarak bilmek” şeklinde yapıldığına göre bilginin hedefinde, eşyanın görünüşünü, değişen kısmını bilmenin ötesine geçip, özünü, değişmeyen kısmını, yani hakikatini bilmektir. Kindî’nin felsefeyi sanatların sanatı, hikmetlerin en yücesi olarak görüp, insanın gücü yettiğince varlığın hakikatini bilmek diye târif etmesi bunu anlatır.
• Ruhun Sağıltımı: Tıbbu’r-Ruhânî Tasavvufla Özdeşleştirmek Riski
İslam Felsefesinde hikmet, Kindî’den itibaren düşünme gücünün fazileti olarak ifade edilegelmiştir. Burada elde edilen hikemî bilgi yani bilgelik, küllî varlıkların hakikatini bilme ve bu bilgiyi hakikat doğrultusunda gerektiği gibi kullanmak olarak tanımlanmaktadır.
Bu teorik bilginin pratiğe aktarılmasını yine Kindî’den itibaren Müslüman filozoflar, insanın amacı mutlu (huzurlu ve verimli) bir hayat yaşamak, bunu engelleyen her türlü tutum ve davranıştan uzak durmak olarak sunar. Bunu temin edecek olan da hikmetlerin hikmeti, sanatların en üstünü olan felsefedir. Çünkü felsefe, insanın kendini bilmesini sağlayan bilgileri verir. Diğer filozoflar da onu takip ederek felsefeyi “kendini bilen insan rabbini bilir”, “gücü yettiğince onun fiillerine benzer davranışlarda bulunmaya çalışma” açısından önemser. Çünkü nefsini felsefe ile disipline eden kişi, akli, ruhi, ahlaki etkinliklerde bulunur, olgun/kâmil biri haline gelir. Müslüman filozoflar buni “Tıbbu’r-Ruhânî” yani “Ruhun Sağıltımı” derler. Kadim kültürden devraldıklarını başlı başına bir felsefe disiplini haline getirirler.

Felsefe-Kelâm- Ahlak/tasavvuf disiplinleriyle eşgüdümlü okunması Tıbbu’r-Ruhânî ruhun sağaltımının incelenmesini öncelerken, okumaların tasavvufla özdeşleştirmesi risklere dikkat çekiyoruz, Hikmetlerin Hikmeti sanatların sanatı olan (İslam) Metafiziğinin çerçeve kavram olduğunu düşünüyoruz.
Bu bağlamda hekim ve psikiyatri üzerine uzmanlığını yapan Mustafa Merter’in Psikolojinin Üçüncü Boyutu Nefs İlmi ve Rüyaların Dili, (İstanbul: Ketebe Yayınevi, 2025) eserini Joseph Campbell, Kahramanın Sonsuz Yolculuğu, (The Hero With A Thousand Faces) çeviren: Sabri Gürses, (İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 2. Basım, 2010), iç eleştiri bağlamında okuyoruz.
Felsefi hakikatler hitabet/belagat yöntemiyle anlatır, yani doğuda efsane ve destan batıda mitler, Kur’an-ı Kerim’de kıssalar öne çıkar. Campell bütün mitlerde ortak bir kalıp/arketip olduğunu iddia eder. Merter, Jung’tan hareketle Arketip’, “ilk kalıp” olarak tanımlar. Psikolojik açıdan bakıldığında insanın duygu ve davranışları sadece bireysel bilinçdışından kaynaklanmaz; toplumsal olarak depolanmış bazı “modellerin” benimsenmesiyle de şekillenir. Arketipler, nesilden nesile irsiyet yoluyla nakledilirler ve meydana çıkmaları ihtiyari değil, zaruridir. Bu model veya ilk kalıplar, içinde bulunulan zamana ve duruma göre yeniden “dolar”, bilince ve oradan da davranışlara yansır. Bu kalıplara bireysel hayatta olduğu kadar toplumsal hayatta da rastlanır.
Merter’in bu noktada “Bir çağın ruhunu belirleyen hâkim medeniyetin diğer medeniyetler üzerindeki en olumsuz etkisi ya genel olarak arketipleri yok etmesi ya da kendi arketiplerini kültürel emperyalizm yoluyla zorla dayatması olduğunu belirtmesi önemlidir. Kişinin/kahramanın hakikate ulaşma yolculuğu Joseph Cambell’e göre ‘mitolojik (mitik) yolculuk’, Carl Gustav Jung’a göre ‘arketipsel yolculuk’, M.Merter’e göre tasavvuf yolu olarak sunulur.
Bireysel yolculuğunun/arayışının kahramanı bin bir yüzlü, ama niyeyse herkes ulaştığı yüzü öne çıkarıyor? Kahraman kendisi ama yolunu biricik yol olarak sunmak, üstelik bu seçilen yol (tasavvuf) ve bunun önde gelen düşünürlerinin (Mevlana-İbn Arabi) kurumsallaşış yani bir nevi tarikat haline gelmiş öğretilerinden bahsetmek yeterli mi?
Bize göre yeterli olamaz, çünkü Meşşai öğretinin önde gelen düşünürleri dönemlerinin hem hâkim hem de hekim olarak önde gelen bilim insanları, pozitif ilimlerde vakıflar, Tıbbu’r-Ruhânî yani ruhun sağıltımı üzerine metinler üretiyorlar. İnsanın bedeni/fizik yapısı ile manevi yapısı (ruh-nefs) ilişkisinde aksamaların giderilebilmesi için öncelikle bedenin sıhhatine kavuşması için önlem alıyorlar, sonra ilmü’n-nefs günümüz disiplini psikiyatri ilmiyle bir sonraki aşamaya geçiyorlar.
İşraki öğreti Meşşailiği bir başka aşamaya geçiriyor, kurucu alimi genç yaşta öldürülüyor. Varlığın birliği tasavvuru İbn Arabi ile başlamaz ama hadi onunla öne çıktı diyelim, onun üzerinden ilmü’n-nefs kurmak yeterli mi? Ya da Mevlana ve/ya İbn Arabi filozof olabilir ama tıp eğitimi olmayan, pozitif ilimlere dair bilgilenmesi yeterli olmayan alimler üzerinden ilmü’n-nefs okumaları yapmak ne derece verimli olabilir, diye sormamızın gerekçesi budur.
(Gazzali’nin Munkız’daki ifadelerini üniversite sınavlarında Türkiye’nin ilk yüzüne girmiş Hacettepe Tıp fakültesi bitirmiş, psikiyatri alanında uzmanlık yapan yeğenlerime gönderdim, böyle beyanda bulunan biri ilk planda nasıl bir tanı olabilir diye. Şimdi tabip ve psikiyatr alanında doktora yapmış bir kaç dil bilen Merter hocanın kitabını bitirmek üzereyim, aldığım notları onlarla paylaşıp, görüşlerini alayım diye düşünüyorum)
Campell’in mentör yani Akıl hocasıyla tanışmayı önemli bir aşama olarak görmesi gibi tarikat önderlerini mentör olarak görmeyi anlamak mümkün ama günümüzde tarikatlar/cemaatlerin birey-aile-toplum üzerinde oluşturdukları nevrozu tasavvuf/tarikat ile en hafif tabirle hafifletme imkanı var mıdır? Bize göre hafifletmeyi bırakın, ağırlaştırır, mevcut sufi yapılar ve önde gelenlerine dikkat ettiğimizde.
• Ortak Akıl Okumaları
Bu nedenle biz “ortak akıl” kavramını önceliyoruz. Bundan kastımız, İbn Sina, İbn Rüşd, İbn Tufeyl, İbn Bacce dönemlerinin en ünlü hekimleri, pozitifi ilimlerde nitelikli olmalarını, aynı zamanda filozof olmalarına dikkat çekmektedir. “Ortak akıl” yani Meşşai öğreti üzerinde İlmü’n-Nefs ve tıbbu’r-Ruhânî okumalarını öncelemeye devam edeceğiz.
Böylece kültürel farklılıkları aykırılığa dönüştürmeden bir “eşik”e ulaşma imkanı olabilir. Eğer “felsefe, kaygıları paylaşmak ve yaşanılan sorunlara çözüm önerileri üretmeye çalışarak zamana müdahale etmek” ise, kültür tarihçisi olarak çeşitliliklere, tartışmalara, bir yanda da ortak kaygı ve geleneklere bakarken ne yaptıklarına dikkat edeceğiz. Bu amacı gerçekleştirirken karşıt ama birbirlerini tamamlama ihtimali olan yaklaşımların ortak paydası var mı diye soracağız. Peter Burke’den hareketle (Kültür Tarihi, çev.: Metin Tunça, (İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınevi, 2. Basım, 2008) bunu iki karşıt ama birbirini tamamlayan içsel yaklaşım (disiplinlerin birbirlerini izleyen sorunlarını çözmekle uğraşır) ve dışsal yaklaşım yani tarihçilerin kendi yaşadıkları zamana nasıl müdahale ettikleriyle ilgili bir dışsal yaklaşım olarak sunmasına dikkat edeceğiz.
Bu noktada kültürel farklılıkları aykırılığa dönüştürmeden bir “eşik”e ulaşma çabasınd “yapısalcılık” öğretisinden ilham alarak, parçaların anlamını birleştirerek bütünün anlamını irdelemek yerine bütünde yer alan parçaların ilişkisi üzerinden anlamı çözmeyi önermesine dikkat edeceğiz.

Yorum gönder