Aydın Sezer: Türk dış politikası: Monşerlerden “ne deve ne kuş” nesline…
Türk dış politikasının temel paradokslarından biri, II. Dünya Savaşı sonrasında şekillenen devlete yakın bürokratik elit ile 2000’lerde AKP’nin iktidara gelmesiyle başlayan “monşer tasfiyesi” arasındaki radikal kopuştur.
Bu süreç, yalnızca bir kadro değişiminden ibaret olmayıp, Türkiye’nin dış politika vizyonunun, araçlarının ve hatta dilinin yeniden tanımlandığı bir dönüşüme işaret eder. Ancak bu değişim, beklenenin aksine, daha tutarlı ve öngörülebilir bir diplomasi yerine, “stratejik derinlik” retoriğiyle maskelenen savrulmalara yol açmıştır.
Geleneksel Model: Akademinin “Milli Mesele”ye Hizmeti
Cumhuriyet’in erken dönemlerinden itibaren, dış politika elitleri büyük ölçüde Mülkiye kökenliydi ve bu kadrolar, akademiyle organik bir bağ kurmuştu. Akademi, özellikle Siyasal Bilgiler ve Hukuk Fakültesi gibi kurumlar, diplomatik kadroların yetiştiği merkezlerdi. Bu durum, dış politikanın “milli mesele” etiketi altında, devlet merkezli ve uzlaşıya dayalı bir çizgide ilerlemesini sağladı. Akademi, bu süreçte ya resmi politikayı meşrulaştıran bir söylem üreticisi ya da devletin ihtiyaç duyduğu uzmanlığı sağlayan bir destek mekanizması rolünü üstlendi. Ancak, bu modelin en büyük zaafı, eleştirel düşünceyi değil, “devletçi refleksi” beslemesiydi. Diplomatların büyük çoğunluğunun aynı akademik çevrelerden yetişmesi, dış politikada bir tür ideolojik homojenliğe yol açtı. Bu durum, “Soğuk Savaş” döneminde göreceli işlevsel olsa da, 1990’lardan itibaren küresel sistemin karmaşıklaşmasıyla birlikte katı ve değişime dirençli bir yapı haline geldi.
AKP Dönemi: Monşer Tasfiyesi ve “Yeni Diplomasi”nin Doğuşu
AKP’nin 2002’de iktidara gelmesiyle birlikte, geleneksel bürokratik elitin tasfiyesi hız kazandı. “Monşer” tabir edilen eski diplomatik kadroların yerine, partinin siyasi çizgisine daha yakın vasıfsız isimler getirildi. Bu hamle, başlangıçta “devlet içinde devlet” olarak görülen yapıyı kırmak adına meşru bir adım olarak sunuldu. Ancak zamanla, bu değişimin en büyük mağduru, diplomasinin “profesyonel hafızası” yani “kurumsal yapısı” oldu.
Ahmet Davutoğlu’nun “stratejik derinlik” vizyonu, bu dönüşümün teorik çerçevesini oluşturdu. Yeni nesil diplomatlar, Batı merkezci dış politikayı eleştirirken, “Yeni Osmanlıcılık” şemsiyesi altında “Türkiye’nin tarihsel misyonu” gibi romantik bir söylemle hareket ettiler. Ancak pratikte bu vizyon, “Arap Baharı”nın çöküşü ve Suriye iç savaşı gibi krizler karşısında çözümsüz kaldı.
Retorik ile Reelpolitik Arasında Sıkışan Diplomasi
Bugün Türk dış politikasını yöneten kadroların en büyük handikapı, ne geleneksel devletçi ekolün bir deve misali ağır ama dayanıklı adımlarını taklit edebilmeleri ne de Davutoğlu döneminin bir kuş gibi yüksekten uçan vizyoner iddiasını sürdürebilmeleridir. Ortaya çıkan, “ne deve ne kuş” diyebileceğimiz melez bir yapıdır. Davutoğlu’nun teorik mirasına sahip çıkmakla birlikte, onun adını dahi anmaktan imtina eden bu garip nesil, “Plaj İngilizcesi” ile müzakere masasına otururken, muhatabının tarihsel ve kültürel kodlarını okumaktan aciz kalmaktadır.
Bu sıkışmışlığın en net kanıtları, son birkaç yılda atılan adımlarda gizlidir. “Mavi Vatan” retoriğiyle Doğu Akdeniz’de estirilen fırtına, Mısır ve İsrail limanlarında pragmatik bir sükunete dönüşmek zorunda kalmıştır. Dün “katil” ve “darbeci” olarak anılan Körfez liderleri, bugün ekonomik gerçeklerin baskısıyla en muteber ortaklar haline gelmiştir. Bu savrulmalar, diplomasinin bir stratejiye değil, günlük ihtiyaçlara göre şekillendiğini göstermektedir. Akademi ise bu süreçte eleştirel bir pusula olmak yerine, iktidarın her “U dönüşü”nü meşrulaştıran bir “yankı odası” halini almıştır.
Sonuç: Diplomaside Hafıza Kaybı ve Gelecek Senaryoları
Türk dış politikasının en büyük sorunu, artık ne geleneksel devlet aklına ne de yeni nesil “vizyoner” söyleme sahip olmasıdır. Akademi-devlet ilişkisi, bir zamanların “milli mesele” anlayışından, günümüzün “partizan angajmanına” evrilmiştir. Bu durum, diplomasideki sürekliliği zedelerken, Türkiye’nin uluslararası sistemdeki konumunu da belirsizleştirmektedir.
Gelecek için iki senaryo mümkün: Ya devlet ve akademi ile Think-tank’ler (düşünce kuruluşları) arasında eleştirel ancak yapıcı bir diyalog yeniden tesis edilecek ya da Türk dış politikası, retorik ile reelpolitik arasındaki bu uçurumda savrulmaya devam edecek.
Share this content:
Yorum gönder