KAFKASSAM – Kafkasya Stratejik Araştırmalar Merkezi

  1. Anasayfa
  2. »
  3. Gündem
  4. »
  5. ULUSLARARASI İNSANCIL HUKUK

ULUSLARARASI İNSANCIL HUKUK

Kafkassam Editör Kafkassam Editör - - 85 dk okuma süresi
387 0

GİRİŞ

Hukuk, kelime anlamı olarak TDK’nın : Toplumu düzenleyen ve devletlerin yaptırım gücünü belirleyen yasaların bütünü, tüze. Hukuk kavramsal olarak, yazının bulunmasıyla daha da önemli hale geldi ve devletlerin yaptırımlarıyla daha güçlü hale geldi. Hukukun; dönemden döneme değişik değişik tanımları yapıldığı için hala da tam olarak doyurucu bir tanım yapılamamıştır. Kant’ın deyimiyle: ²Hukukçular hala hukukun tanımını aramaktadırlar. ²
Yukarıda da belirtildiği gibi hukukun gerek tanımı olarak, gerekse kökeni hakkında çok fazla kesin doküman ve kaynak yoktur ancak tarihteki ilk siyasi ve örgütlü devletlere baktığımızda hukukun gelişimini ve nasıl resmi bir şekilde kayda geçişini görebiliriz. Hukuk tarihine baktığımızda hukukun önemini, Mezopotamya’daki kurulan devletlerin tarihine, Antik Yunan dönemindeki devletlere, Büyük Roma Devleti’nin tarihlerine bakarak hukukun önemi görülebilir. İnsanoğlu göçebelikten yerleşik hayata geçişte, sosyal hayatı ve bir arada yaşamayı benimsedi. Bu da siyasi ve örgütlü devletlerin kurulmasına zemin hazırladı. Bu da devletin yaptırım gücünü şekillendirdi ve buna binaen birtakım kurallar oluşturuldu. Bu da günümüzdeki hukukun köklerini oluşturdu. Değindiğim gibi hukuk, Klasik Çağlar’dan günümüze kadar kesin bir tekamüle ulaşamamıştır ve evrim aşamasındadır. İnsanoğlu var olduğu sürece hukuk hiçbir zaman evrimini tamamlamayacak ve sürekli gelişim halinde olacak.
Günümüze gelindiğinde yani 20. ile 21. yy’larda hukuk daha karmaşık ve evrensel hale gelmiştir. Dünyanın küreselleşmesi sonucu, teknolojinin gelişmesi, iletişim araçların gelişmesiyle, kitleleri yok edecek silahların üretilmesiyle (Tank, Savaş Uçakları, Atom Bombası, Hidrojen Bombası ve Biyolojik Silahlar) ve büyük kitlelerce yapılan savaşların örnek vermek gerekirse
( Yakınçağ Tarihi’nde vuku bulan 1. ve 2.Dünya Savaşları, Soğuk Savaş Dönemi ve Ortadoğu’daki iç savaşlar ve karışıklıklar. Aycıca 3. Dünya Savaşı’nın “olur mu olmaz mı” ihtimallerinin konuşulduğu şu yakın günlerde ) sonucu hukuk daha da önemli hale gelerek ²everensel² nitelik kazandı.21. yy’da hukuk çok çeşitli hale gelerek yan uzmanlık dalları oluşturuldu. Bunlardan bir tanesi de “Uluslararası İnsancıl Hukuk.” Konuya başlamadan önce alt başlıklar halinde konuya değinmek istiyorum. Bu makalede ayrıca İran-Irak savaşını “Uluslararası İnsancıl Hukuk” açısından bir değerlendirme yapmak istiyorum.

ULUSLARARASI İNSANCIL HUKUK
Buraya kadar genel olarak hukuktan bahsettim ama insancıl hukuka ayrıntılı girmeden önce uluslararası insancıl hukuk kavramının önemini artıran “savaş” kavramına değinmek istiyorum. Savaş da en az “uluslararası hukuk” kadar önemlidir. Öncellikle savaşı tanımlamak istiyorum ve birkaç alt başlık şeklinde konuyu açıkladıktan uluslararası insancıl hukukuna giriş yapmak istiyorum.

1) Savaş Nedir
Kelime anlamı olarak açıklarsak “devletlerin, aralarındaki ekonomik ve siyasal anlaşmazlıklar vb. nedeniyle, siyasal ilişkilerini keserek, birbirlerine karşı ordularıyla giriştikleri silahlı eylem.” Biraz daha açarsak savaş “İnsanoğlunun varoluşundan beri hep olmuştur. Yapılan bir araştırmaya göre, 5.560 yıllık insanlık tarihi boyunca 14.531 savaş meydana gelmiştir. Bunun anlamı, ortalama yaşamış olan 185 kuşaktan sadece 10 tanesinin savaşla tanışmamış olduğudur. Her yıl için ortalama en az 2 savaşın meydana geldiği göz önüne alındığında, insanlık tarihinin adeta savaşların tarihi olduğunu söylemek herhalde abartılı olmayacaktır. Sadece II. Dünya Savaşı’nı takip eden yirmi yıl boyunca 40 savaşın meydana gelmiş olması, bunların arasında da Vietnam ve İran-Irak savaşı gibi olanlarının uzun yıllar sürdüğü göz önüne alındığında,1 bu tespitte haklılık payının bulunduğu görülmektedir. Eski çağlardaki kabilelerden başlayarak günümüze kadar süregelmiştir ama günümüzde anlamsal olarak farklı hale gelmiştir. Hem teorik olarak hem de pratikte değişikliğe uğramıştır. Günümüzde savaş uygulama olarak çok değişmiştir ve artık alan olarak çok daha geniş alana yayılmıştır. 20. yüzyılın sonlarına doğru savaş usullerinde önemli bir gelişme ve değişme söz konusu olmuştur. Sovyetler Birliği’nin yıkılması ve Soğuk Savaş döneminin bitmesi ile simetrik yapıdaki savaşlar yerini asimetrik yapıdaki savaşlara bırakmıştır. 11 Eylül sonrasında değişen tehdit ve tehdidin unsurlarına yönelik oluşan algıyla birlikte, belli bir devletin güdümünde olmayan silahlı örgütler ön plana çıkmış/çıkarılmıştır. Asimetrik savaş olarak adlandırılan çatışma dendiğinde, devletlerin devletlere karşı silahlı saldırısı değil devlet dışı silahlı aktörlerin devletlerle giriştikleri saldırılar kastedilmektedir. Savaşın tanımında ve doğasında yaşanan bu değişimle birlikte, geleneksel olarak savaşların birincil aktörleri olan askerlerden ziyade siviller ağır insan hakları ihlallerine maruz kalarak hedef haline gelmeye başlamıştır. Bu durum neticesinde de silahlı çatışma esnasında uyulması gereken kurallar ve tarafların veya sivillerin korunmasına yönelik bir uluslararası düzenlemeye gidilmesi ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Bu ihtiyaç doğrultusunda ilki 1864 yılında yapılan Cenevre Sözleşmesi, günümüz koşullarına göre değişen ve çeşitlenen tehdit unsurları dikkate alınarak geliştirilmiş ve bu kapsamda hazırlanan dört önemli sözleşme çok sayıda ülke tarafından imzalanmıştır. Bu sözleşmeler bugün uluslararası insancıl hukukun temelini oluşturmaktadır.
Uluslararası insancıl hukuk, silahlı çatışma dönemlerinde savaşa taraf veya artık taraf olmayanları korumaya, kullanılan savaş yöntem ve araçlarını sınırlandırmaya çalışan kurallardan oluşmaktadır. Amacı ise, savaşın sebep olduğu acıları, savaş mağdurlarına mümkün olduğunca koruma ve yardım sağlamak suretiyle sınırlandırmaktır. Silahlı çatışma hukuku veya savaş hukuku olarak da bilinen uluslararası insancıl hukuk, savaş sırasında uygulanacak olan hukuk olup iki ayrı başlık altında değerlendirilmektedir:

o Cenevre Hukuku, savaşa katılmayan veya savaş dışı kalmış askerî personel ve siviller gibi savaşa aktif olarak katılmayan kişileri korumak için oluşturulmuştur.
o Lahey Hukuku, askerî operasyonların yönetiminde savaşanların hak ve yükümlülüklerini belirlemesinin yanında düşmana zarar verme yöntemlerini de sınırlandırmaktadır.
Buraya kadar savaşı ve insancıl hukuk ile ilişkisini Cenevre Sözleşmesine ve Lahey Hukukunu örnek göstererek anlatmaya çalıştım. Bu hususta 2 tane önemli kavarama değinmek istiyorum. Latince kelime olan “Jus in Bello” ve “Jus ad Bellum” olan kavramlarına değinmek te fayda görüyorum.

1.1) Jus in Bello ve Jus ad Bellum

Uluslararası insancıl hukuku kavrama açısından jus ad bellum (kuvvete başvurma hakkı, devletlerin savaş başlatma hakkı) ve jus in bello (savaş sırasındaki hukuk, savaş yapmanın yasallığı konusunda geliştirilmiş kuram) kavramları arasındaki farkın bilinmesi gerekmektedir. Jus ad bellum, genel olarak, savaş açan ya da silahlı kuvvet kullanan devletlerin bunları hangi şartlar altında yapması gerektiğini anlatan bir durumdur. Jus ad bellum, savaşa girme veya kuvvet kullanma durumunu belirli kurala bağlar. Devletlerin birbirlerine karşı kullandıkları kuvvetin haklı bir sebebi olup olmadığına bakar. Jus in bello ise silahlı çatışmaya dâhil olan taraflar arasındaki savaş esnasında izlemesi ve uyması gereken kural ve davranışların belirlenmesidir. Jus in bello, daha yaygın olarak bilinen haliyle Uluslararası insancıl hukuk, savaş sırasında uygulanması gereken hukuk olup hükümleri; savaşan taraflara, çatışmanın nedenlerine veya savaşan tarafların haklı olup olmadığına bakılmaksızın her iki tarafa da uygulanır. Uluslararası insancıl hukuk savaşan taraflardan hangisinin haklı olduğuna karar vermez veya bir kınamada bulunmaz. Onun amacı, her iki tarafın savaş mağdurlarını ve bu mağdurların temel haklarını korumaktır. Bu nedenle savaş sırasındaki hukukun (jus in bello), kuvvete başvurma hakkı (jus ad bellum) veya savaş önleme hukukundan (jus contra bellum) bağımsız olması gerekmektedir. Savaş Cenevre Sözleşmesi’nden anlaşıldığı üzere bazen haklı olarak yapılabilir. Başka ülke ya da ülkeler tarafından bir tehdit unsuru algılanırsa olabilir. Bir de diğer taraftan bazı diğer kavramlar var var. Savaşın genel olarak, devletlerarasında gerçekleşen ve taraflarca savaş niteliği kabul edilen silahlı çatışma olarak tanımlandığı daha önce belirtilmişti. Bu kapsamda, savaşı da içine alan bütün silahlı çatışmaları çeşitli kıstaslara göre sınıflandırmak mümkündür. Silahlı çatışmaya katılan tarafların hukuksal kişilikleri esas alındığında silahlı çatışmalar şöyle sınıflandırılabilir:
1. Devletler arasındaki silahlı çatışmalar,
2. Taraflardan birinin uluslararası örgüt olduğu silahlı çatışmalar,
3. Bir devletin hükümet kuvvetleri ile hükümete karşı gelen silahlı gruplar arasındaki silahlı çatışmalar, Buna “terörist eylemleri” örnek verebiliriz.
4. Bir devlet içerisinde değişik silahlı gruplar arasındaki silahlı çatışmalar. Buna örnek “ asi” kavramını verebilirirz.Bunlardan da bahsettikten sonra bir de “asi” ve “terörist” kavramlarına kısaca değinmek lazım.
1.2) Asi ya da İsyankar
İngilizcedeki “rebel, rebellious” olarak tanımlanan ve yasa ve kurallara karşı başkaldıran ve herhangi bir sebepten ya da başka devletleri desteklediği kişi ya da gruplar şeklinde silahlanandır. İsyankar.Bir devlet içerisinde değişik silahlılar olarak da denilebilir. Aslında bu kavramı bu şekilde dar çerçevede ele alamayız ama devletler ve savaş hukukunda değindiğim şekilde denilebilir. “Asilik” her zaman devletler kanunda büyük suç sayılıp cezası ölüm olmuştur. Bu Eski Türk Devletlerinden Osmanlıya kadar süregelmiştir. Devletin bekasını tehdit eden, rejimi tehdit eden, kurallara karşı gelen ve devlet kanunlarını tehdit eden ölüm cezası verilirdi. Günümüzde bu kavram biraz daha genişleyerek artık sadece bir devleti değil bir bölgeyi de tehdit eder hale gelebilir. 1994 Ruanda iç savaşında 1 milyona yakın insanın ölmesine sebebiyet veren, ilk başlarda küçük bir grup Hutu isyancıların başlattığı ve daha sonra gelişen süreçte silahlanarak büyük bir grup haline gelip bazı Avrupalı devletlerin de desteğini alarak yaklaşık 1 milyona insanın ölmesine sebep oldular. Bunların içinde yaklaşık 800 bin Tusi soykırıma uğratıldı..Bu nedenle Ruanda’da başlayan bu iç savaş bölgede büyük bir kaosa sebep olmuştur.
Yakın tarihteki Suriye’de de hal böyle oldu.İlk başlarda halk ayaklanması sonucu oluşan küçük isyancı gruplar silahlanarak büyük bir çatışma ve kaosa sebep oldu. Domino taşları gibi; sistemleri kısa sürede gelişip uzun sürede bozan ya da yıkan isyancı hareketleri sebep olabilir.
Günümüzde bu olgu artık çok farklı art niyetle değerlendiren devletler olabilir.Süper güçlü devletler sistem dışı etmek istediği ülkelerin sistemlerini bu yolla yıkabilir.
Konuyu fazla uzatmadan “terörist” kavramına da değinmek işitiyorum.
1.3) Terör, Terörist
İngilizce bir kelime olan “terrorist”ten gelmiş ve kelime anlamı olarak “Bir siyasi davayı kabul ettirmek için karşı tarafa korku salacak, cana ve mala kıyacak davranışlarda bulunan kimse, yıldırmacı, tedhişçi.” Terör, hangi güçten kaynaklanırsa kaynaklansın, siyasi birtakım hedeflere varmak amacıyla masum ve tarafsız kitleleri hedef alan, toplumda korku, dehşet, sindirme ve güvensizlik ortamı yaratmaya çalışan örgütlenmiş grupların giriştiği şiddet eylemleridir”. Terörizm, dehşet salmak için girişilen seçilmiş ve planlı eylem veya eylem tehdidi. Terörizm, mevcut siyasi yapıyı değiştirmek için sistematik olarak şiddet kullanılmasıdır. Yirminci yüzyıl uluslararası belgelerinde terör konusu, Milletlerarası Ceza Hukukunun Birleştirilmesi Konferanslarında, Terörle Mücadele Sözleşmelerinde, Milletler Cemiyeti Kararlarında, Birleşmiş Milletler (BM) Belgelerinde, Avrupa Konseyi Kararlarında ve AGİT Belgelerinde olmak tanım olarak böyledir. Aslında bu biraz daha detaylı tanımlanmıştır. Birkaç örnekle bunu bitirmek istiyorum.
21.yy’da. eğer adına bir isim verilmek istenirse bence ismi “Terör ve Kargaşa” çağı olsun.20 yy Avrupa kıtasından başlanarak İngiltere’de İRA (İrish Repuclican Army) ve İspanya’de ETA (Basque Fatherland and Liberty) terör örgütleri büyük bir kaosa ve silahlı eylemlere sebebiyet vermişler. Güney Amerika ülkelerinde Kolombiya’da faal olan FARC (Revolutionary Armed Forces of Colombia) terör örgütü, hem Kolombiya hem de Bolivya’da faal olan Markist-Kömünist kökenli bir sisyasi partiyken daha sonra terör örgütü haline gelmiştir. Afrika kıtasında ise en büyük ve en çok kanlı eylemler yapan 2002 yılında Nijerya’da kurulan BOKO HARAM (Davet ve Cihat İçin Ehl-i Sünnet Cemaati والجهاد جماعة أهل السنة للدعوة) günümüz yy’nda terör tanımını daha da karmaşık hale getiren ve vahşileştiren bir örgüt.
Türkiye 1974 yılında Abdullah Öcalan tarafından kurulan PKK (Partiya Karkerên Kurdistanê) ve Amerika’nın güncel terör listesinde ismi bulunan bir örgüttür. Bu örgüt sadece Türkiye’de değil, büyük bir yayılma alanı içerisinde olan İran ,Irak, Suriye, Lübnan ve Ermenistan’da faaldır.
Orta Asya’da özellikle Afganistan ve Pakistan sınırlarında etkin olan ve günümüz orta doğusundaki terör örgütlerin kaynağı olan 1988 yılında Afganistan’da cihatçı örgüt El-Kaide.(Kuruluş) Bu örgüt büyük etki alanına yayılmış ve sınır ötesi operasyonlar yapan bir örgüttür. 11 Eylül 2001 tarihinde Amerika’da Dünya Ticaret Merkezi’ne düzenlenen terör saldırısıyla ve bu sebeple Amerika’nın başta Ortadoğu politikasının değişmesine ve bu sebeple dünyada güvenlik ve terörist algısının değişmesine sebep olan örgüttür. Ayrıca Taliban (Öğrenciler) Afganistan’daki Peştu sünni gruplardan oluşan grubun da El-Kaide’ye bağlanarak örgüte eleman sağlayandır.
En son kurulan ve küresel bir krize sebep olan binlerce insanın ölümüne ve yaklaşık 4 milyon insanın göç etmesine sebep olan terör örgütü ISIS yani İŞİD’dir. (Irak ve Şam İslam Devleti. الدولة الإسلامية ed-Devlet’ül İslâmiyye)2014’te Irak’ta ve Suriye’de kurulan ve daha çok petrol kaynaklarına yakın yerlerde bulunduğundan dolayı dünyanın en zengin terör örgütü olarak bilinir. Yaptığı insanlık dışı uygulamalardan dolayı da en vahşi terör örgütü olarak bilinir. Bu örgüt küresel bunalıma ve çıkmazlara sebep olmuştur. Yaklaşık 7 kıtada terör eylemlerini yapmıştır. Büyük bir küresel güvenlik krizine sebep olmuştur. Büyük insanlık dramının başrol oyuncusudur.
Özetle bu maddeyi toparlamak gerekirse ve uluslararası insancıl hukukuna detaylı girmeden önce bu maddenin günümüzde en az büyük ve kitlesel savaşlar kadar etkili olduğuna değinmek istedim. Özellikle İŞİD terör örgütünün yarattığı küresel kaos savaştan daha çok etkili olmuştur. Dünyadaki kutuplaşmayı daha da artırmıştır. Göç krizlerine sebep olmuştur.
1.3.1 ) Uluslararası İnsancıl Hukukunun Terörizm Hakkında Maddeleri ve Şerhleri
Terörist eylemler silahlı çatışma sırasında veya barış zamanında meydana gelebilir. Uluslararası İnsancıl Hukuk, sadece silahlı çatışma durumlarında uygulandığından, barış zamanında meydana gelen terör eylemleri hakkında bir düzenleme yapmaz. Siviller ile muhariplerin birbirinden ayırt edilmesi ile sivillere yönelik saldırıların veya ayırt edici olmayan saldırıların yasaklanması Hukukun özünde bulunmaktadır. Sivil toplumda terör yayma amacı güden tüm eylemlerin açık bir şekilde yasaklanmasına ek olarak (II. Protokol, 2. paragraf m. 13 ve gerekliliği konusunda Uluslararası İnsancıl I. Protokol 2. paragraf m. 51), Uluslararası İnsancıl Hukuk aşağıdaki eylemleri de terörist eylemler olarak öngörmektedir:
• Sivillere ve sivil nesnelere saldırı 1.Protokol m. 51/2 ve m.52; II protokol m. 13)
• Ayırt edici olmayan saldırılar (I. Protokol m. 51/4)
• İbadethanelere saldırı (I. Protokol m. 53; II. Protokol m. 16)
• Tehlikeli güçler içeren fabrika ve tesislere saldırı (I. Protokol m.56; II. Protokol m. 15)
• Rehine alma (I. Protokol m. 75; Ortak 3. madde; II. Protokol m. 4/2b)
Bu madde (terör ve terörist) çok ve geniş detaylıdır. Amerika’nın yayınladığı güncel listede yaklaşık 74 tane büyük ve etkili terörist grubu vardır. Bunlardan sadece çok duyulan ve küresel çapta krizlere sebep olanları açıklamaya çalıştım.

2) Uluslararası İnsancıl Hukuk
Uluslararası insancıl hukukunun kurulmasına ve gelişmesine sebep olan “savaş “maddesinde değindim. Şimdi bu maddeyi yeterli şekilde açıklamak istiyorum.Konuya başlamadan önce uluslararası insancıl hukukun nasıl ortaya çıktığını belirtmek gerekli. Yukarıda bahsettiğim gibi günümüz yakınçağında silah sanayisinin gelişmesiyle beraber, devletler gruplar halinde savaşa girmişler ve bu da bir bölgenin dışında çoğu devletleri ilgilendiren bir mesele haline gelmiştir.Aslına bakarsak savaş kavramının teorik ve pratikte anlam değişikliğne uğraması da uluslararsı insancıl hukukun da doğmasına neden olmuştur. Büyük savaşların sonucunda yaşanan kitlesel ölümler “ 2.Dünya Savaşı’nda 40-50 milyon arası insan ölmüştür” ve güçlü devletler tarafından yapılan hak ihlalleri ve cephe kavramın da değişikliğe uğraması gibi etkenler buna ortam hazırlamıştır.
Yakın tarihte iki binli yılların başında Birleşmiş Milletler (BM), Cenevre’deki merkezine bir “İnsancıl Hukuk Fakültesi” kurarak, 21.yy’da savaşları bütünüyle ortadan kaldırabilmek ve barış ortamını her durumda sürekli kılabilmek için, bilimsel çalışmalarla birlikte, uluslararası örgütlerde ve alanlarda görev yapanlara insancıl hukuk programını başlatmışlardır. BM’nin kurucu üyesi olan Türkiye’de de, insancıl hukuk ile ilgili doktora ve master tezleri hazırlanmış ve ayrıca bazı hukuk fakültelerinin müfredat programlarında insancıl hukuk, insan haklarından ayrı bir biçimde yer almıştır. Durum bu iken, kamuoyunda insan hakları kavramı kadar insancıl hukuk konusu pek fazla ele alınmadığı için, bu konuda genel bir bilgisizlik durumu sürüp gitmektedir. Bu nedenle de bazı yanlış anlaşılmalar ya da kasıtlı olarak siyasi amaçlı bilgi saptırmaları yapılmaktadır.
Birleşmiş Milletler, ürkütücülüğü ve korkunçluğu nedeniyle, kararlarında ve resmi belgesinde “savaş” sözünü kullanmamaya özen gösterdiği için, Birleşmiş Milletler çatısı altında, insancıl hukuk “Humanitarian Law” adı ile gelişmiştir. İnsancıl hukuku aşağıdaki gibi tanımlamak mümkündür:
– Her türlü silahlı çatışma ve benzeri sıcak gerginlik ortamında, silahlı çatışma ve sıcak savaşa taraf olamayan, masum (sivil) insanların korunması hukukudur.
– Silahlı çatışmalardan doğabilecek bütün zararların önlenmesi ve sivil halkın bu gibi tehditlere karşı korunmasını sağlayan kurallar bütünüdür.
– İnsancıl hukuk, hem uluslararası hem de uluslararası olmayan nitelikte, silahlı çatışmalardan kaynaklanan insani sorunları düzenlemeye yönelik oluşturulmuş hukuktur.
– Çatışmalardan zarar gören ya da görebilecek toplum kesimlerini ve onların mal ve mülklerini koruyan sözleşme ya da teamül kökenli hukuk kurallarıdır. Soğuk savaşın sona ermesinden sonra gündeme gelen küreselleşme aşamasında terör olgusu, eskisine oranla daha fazla gelişme. İnsan Hakları ve İnsancıl Hukuk göstermiş ve bir anlamda küresel terör olarak bütün dünya ülkelerini tehdit etmeye başlamıştır. Bölücü girişimlerin, terörü bir araç olarak kullanması birçok ülkede iç barışı bozmuş, bazı ülkelerde ise sıcak savaşı aratmayan çatışma ortamları yaratmıştır. Her egemen devletin uluslararası hukuka göre, iç çatışmaları bastırmak, gerekli önlemleri almak dış çatışmalardan kendini koruma hakkına sahip olmak aynı zamanda kamu düzeninin korunması açısından da insancıl hukuk ayrı bir önem taşımaktadır.
1949 tarihli Cenevre Sözleşmelerinin ortak 3. maddesi ve 1954 tarihli Lahey Sözleşmesi’nin 19. maddesinde bahsedilen “uluslararası nitelik taşımayan silahlı çatışmalar” kavramı söz konusu sözleşmelerde tanımlanmış değildir. Ancak, uluslararası nitelik taşımayan silahlı çatışmalarda uygulanacak silahlı çatışma hukuku kurallarını ayrıntılı şekilde düzenleyen 1977 tarihli II Nolu Protokol’de, uluslararası olmayan silahlı çatışmaların bir tanımı yapılmış bulunmaktadır.

Eğer Uluslararası İnsancıl Hukukunu özetlersek bu tabloda verebiliriz.

Tabloda da gösterildiği gibi İnsancıl Hukuk diğer çeşitli hukuk dallarından oluşuyor.

Savaşların bile sınırları vardır. Temeli Cenevre Sözleşmelerine dayanan Uluslararası İnsancıl Hukuk, silahlı çatışma dönemlerinde savaşa katılmayan veya savaş dışı kalmış kişileri korumaya, kullanılan savaş yöntem ve araçlarını sınırlandırmaya çalışan bir dizi kurallardan oluşur.

3) Uluslararası İnsancıl Hukukun Temel Kuralları

Savaşlarda savaşa katılmayanları bir dizi kurallar çerçevesinde korumaya çalışan Uluslararası Hukukun bazı temel kurallarına değinmekte fayda var. Bu sayede konu iyice anlaşılmış olacak.
Bir çatışmanın tarafları sivil halk ve varlıklara zarar vermemek için her zaman sivilleri ve muharipleri doğru biçimde ayırt etmelidir. Sivil halka ne bir bütün olarak ne de bireysel olarak saldırılır. Saldırılar sadece askeri nesnelere karşı yapılabilir. Muhasamata (savaşa) katılmayan veya muhasamat (savaş) dışı kalan kişilerin yaşamlarına, fiziksel ve manevi bütünlüklerine saygı gösterilmesi gerekir. Bu tür kişiler, hiçbir ayrım gözetilmeden her tür koşulda korunmalı ve insanca muamele görmelidir. Teslim olan veya savaş dışı kalan bir karşı taraf mensubunu öldürmek ya da yaralamak yasaktır.
Ne çatışma tarafları ne de onların silahlı kuvvetlerinin mensupları savaş yöntem ve araçlarını sınırsızca seçme hakkına sahiptir. Gereksiz kayıp veya ölçüsüz acıya sebep olabilecek savaş araçlarının ve yöntemlerinin kullanması yasaktır.
Yaralıların ve hastaların, onları kendi kuvvetlerinde bulunduran çatışma tarafınca toplanmaları, bakımlarının yapılması gerekir. Sağlık personeli ve sağlık tesisleri, vasıtaları ve donanımları ayrı tutulmalıdır. Beyaz bir fon üzerindeki Kızılhaç veya Kızılay amblemi bu tür kişileri ve nesneleri koruyan işaretlerdir ve bu işaretlere saygı gösterilmesi gerekir.
Yaşamlarına, onurlarına, kişisel haklarına, siyasal, dinsel ve diğer inançlarına saygı gösterilmesi kendilerini karşı tarafın otoritesi altında bulan tutsak askerlerin ve sivillerin hakkıdır. Bu kişilerin her tür şiddet eylemine veya misillemeye karşı korunmaları gerekir. Bu kişiler aileleriyle haberleşme ve yardım alma hakkına sahiptir. Bu kişiler temel yasal güvencelerden yararlanmalıdır.

4) Uluslararası İnsancıl Hukukun Temel İlkeleri

Rousseau ve Martens insanlık ilkesini ortaya koyarken St. Petersburg Bildirgesinin yazarları ayırt etme, askeri gereklilik ve gereksiz acıların önlenmesi ilkelerini hem açıklıkla hem de dolaylı yoldan aşağıdaki gibi formüle etmişlerdi:
“ Şu noktaların göz önüne alınması gerekir: Savaş sırasında devletlerin ulaşmaya çalışmaları gereken tek meşru hedef düşmanın askeri kuvvetlerini zayıflatmaktır. Bu amaçla mümkün olan en çok sayıda erkeği yaralamak yeterlidir. Yaralanan erkeklerin acılarını artırmak veya onların ölümünü kaçınılmaz kılmak için silahların gereksizce kullanımıyla bu
hedefin dışına çıkılacaktır.”
1864 tarihli ilk Cenevre Sözleşmesi kabul edilip geliştirilmeden önce Grotius gibi hukukçular ve filozoflar çatışmaların düzenlenmesi ile ilgilenmişlerdir.18. yüzyılda Jean-Jacques Rousseau devletler arasında savaşın gelişimi konusunda aşağıdaki ilkeyi formüle etmekle büyük bir katkıda bulunmuştur:
“ Savaş hiçbir şekilde insanın insanla ilişkisi değil devletler arasındaki bir ilişkidir. Burada kişiler insan olarak ya da yurttaş olarak değil asker olarak sadece tesadüf sonucu düşmandır.
Savaşın amacı, düşman devleti yıkmak olduğu için karşı tarafı savunanları silah taşıdıkları sürece öldürmek meşrudur, fakat silahlarını bırakıp teslim olur olmaz düşman olma veya
düşmanın temsilcileri olma durumları sona erer ve tekrar yalnızca insan olurlar; onların canını almak artık meşru değildir.”
1977 tarihli Ek Protokoller, bu ilkeleri özellikle ayırt etme ilkesini pekiştirmiş ve daha ayrıntılı hale getirmiştir: “
Çatışmada taraf olanlar her zaman sivil halk ile askerleri ve sivil nesneler ile askeri nesneleri birbirinden ayrı tutacaklar, operasyonlarını doğrudan askeri hedeflere yönelteceklerdir.”
(I. Protokolün 48. maddesi; ayrıca bkz. II. Protokolün 13.
maddesi). Yukarıda verilmiş.
1899 yılında Fyodor Martens Uluslararası İnsancıl Hukukun kapsamadığı durumlar için şu ilkeyi ortaya koymuştur: “ siviller ve askerler, kurulu örf ve adetlerden, insanlık ilkelerinden ve halkın vicdanının emrettiklerinden kaynaklanan uluslararası hukuk ilkelerinin koruması ve yetkisi altındadırlar.”
Martens maddesi olarak bilinen yukarıdaki ilke 1977 tarihli I. Ek Protokolün 1. maddesinin 2. bendine dâhil edildiğinde, daha önceden yerleşmiş örf-adet hukukunun standart bir
bölümü olarak dikkate alınmaktaydı.
Son olarak önem taşıyan orantılılık ilkesi birbirine uzak iki ilgi alanı arasında denge kurmaya çalışır, hakların veya yasaklamaların mutlak olmadığı bir zamanda bunlardan birisi askeri gereksinimin diğeri de insanlık gereksinimlerinin dikkate alındığı durumlarda ortaya çıkar .

5) Birleşmiş Milletler Öncülüğünde İnsan Hakları

Evrensel insan hakları düzeninin, Birleşmiş Milletlerin öncülüğünde ve güvencesinde devreye girmesiyle beraber, temel hak ve özgürlüklere karşı çıkan ya da bunları siyasal amaçlı istismar eden Birleşmiş Milletler örgütü üyesi devletlere karşı, evrensel koruma sistemi çerçevesinde insani müdahale arayışları gündeme gelmiştir. Soğuk savaş yıllarında yaşanan küresel gerginlik ortamında ikinci planda kalan bu müdahale konusu, küreselleşme döneminde daha da öne çıkmış ve bir anlamda bütün dünya ülkelerine yönelik yeni bir müdahaleci yapılanmanın aracı olarak insani müdahale konusu Birleşmiş Milletler üzerinden dünyanın çeşitli ülke ve bölgelerinde
uygulama alanına getirilmiştir. Batı dünyasının geçmişten gelen büyük emperyal devletleri yeni bir hegemonya arayışı içerisinde insani müdahale konusunu başka yerlere çekerek siyasal çıkarları
doğrultusunda yönlendirmeye kalkışmışlar, bir anlamda insani müdahale konusu yeni dönemdeki emperyalist yayılmanın etik mazereti ya da hukuki gerekçesi görünümünde göstermelik olarak
kullanılmak istenmiştir. Birleşmiş Milletlere üye olan devletlerin sınırlarına ve iç işlerine karışılmaması bir ana ilke olarak örgüt üyeleri tarafından kabul edilmiştir. Buna rağmen insani müdahalenin yeniçağı olarak adlandırılan küreselleşme döneminde, küçük ve orta
boy devletler, batı bloğunun büyük ve emperyal devletlerininistediği doğrultuya getirilmeleri çizgisinde, insani müdahale meka nizmasının açıktan siyasal ya da ekonomik amaçlı müdahalelere
dönüştüğü görülmüştür. Bu nedenle, insan hakları alanındaki adımlar bir evrensel insancıl hukukun gelişmesi doğrultusunda ilerlerken, insan hakları ve insani müdahale konularının siyasal çıkarlar doğrultusunda istismar edilmesi yüzünden bir evrensel insancıl hukuk sistemi oluşturulamamıştır.

6) Haklı Savaş ve İnsancıl Hukuk
İnsan haklarının bir uzantısı hatta onun bir tamamlayıcısı olan insancıl hukukun, açıkça tanımlanabilmesi ya da sınırlarının belirlenebilmesi için, günümüzün hukuk ve siyaset bilimi araştırmalarında öne geçen haklı savaş kavramı önem kazanmaktadır. Siyasal amaçlı saldırılar, hegemonya kurma girişimleri ya da devletlerarası rekabet düzeninde silahlı eylemlerin ya da benzeri çatışma ortamlarının yaratılmasıyla beraber haklı ya da haksız savaş kavramı da gündeme
gelerek tartışma konusu olmuştur. İnsanların bütün temel haklarının en üst düzeyde gerçekleştirilmesini amaçlayan insan hakları hukukunun, böylesine kutsal bir amacı sağlayamadığı durumlarda uluslararası hukuk düzeninde insancıl hukukun bir anlamda yaptırım olarak devreye girmesiyle, silahlı çatışma ortamı yaratan terör eylemlerinin sivil halk kitlelerine ve masum insanlara zarar vermeleri önlenebilmektedir. Siyasal amaçlı, hegemonya düzeni kurmaya ya da yeni emperyal planlar oluşturmaya dönük bütün silahlı eylemler ya da terör olayları haksız savaş kapsamı içerisinde düşünülmektedir. Bu gibi silahlı çatışma ortamlarında insancıl hukukun kendiliğinden düşünülmesi ve zarar gören insan haklarının yeniden onarılarak bu doğrultuda bir kamu düzeni tesis edilmesi, hem uluslararası hukuk hem de hukuk devleti düzenleri açısından gerekli bulunmaktadır. Teröre ve benzeri silahlı çatışma ya da isyanlara karşı hukuk devletleri içinde kalarak önlem alınabileceği gibi uluslararası hukuk açısından da insancıl yaklaşımlar geliştirilebilmektedir. Her silahlı çatışma olayının farklı boyutlarda gündeme gelmesi nedeniyle hepsi için geçerli bir Birleşmiş Milletler genel kararı ya da protokolü hazırlanamamış ama her sıcak olay ile ilgili olarak hem genel kurul hem de güvenlik konseyinde
kararlar alınabilmiştir.

7) Uygulamada İnsancıl Hukuk
Dünya barışını tam olarak gerçekleştirmek üzere kurumuş olan BM örgütü, çeşitli ülkelerde ya da bölgelerde ortaya çıkan silahlı çatışma olaylarının önlenmesi için bir çok karar almıştır. Her olayın ortaya çıkışı, diğerlerinden farklı olduğundan, Birleşmiş Milletler komisyonları özel durumları inceleyerek; barışın, güvenliğin ve kamu düzeninin yeniden sağlanmasını, bazen Genel Kurul, bazen de Güvenlik Konseyi üzerinden almaktadır. Barışın yeniden sağlanması
doğrultusunda BM organlarından insancıl hukuk yaratan kararalar ve raporlar resmen ortaya konulmuştur. Her türlü silahlı çatışmanın önlenmesi doğrultusunda uluslararası alanda, BM dünyanın çeşitli bölgelerinde devreye girerek, barış ve kamu düzenini sağlamakta öncülük etmektedir. Eski Yugoslavya Devleti’nin dağılması sürecinde yaşanılan olaylar ve BM örgütünün silahlı çatışmaların önlenmesi doğrultusundaki girişimleri, uygulama açısından insancıl hukukun uygulanmasına önemli bir örnek oluşturmuştur. Özellikle küreselleşme aşamasında gündeme gelen silahlı çatışma olaylarında, BM örgütünün daha etkili bir biçimde devreye girerek, evrensel barışın ve devletlerin kamu düzenleri açısından çözüm ürettiği
görülmektedir.
Buraya İnsancıl Hukukun ne olduğu ve nasıl işlediği ve nasıl uygulandığı üzerinde durdum. Uluslararası bir bağlayıcılığı olan ve uyulması zorunlu bir hukuktur. Eğer uyulmaması durumunda nasıl bir yaptırım olabilir ve ya da bir ihlal olması durumunda ne yapılabilir.

8) İnsancıl Hukukun İhlali ve Yaptırımı
İnsancıl hukukun yaptırımları açısından, ceza mahkemesinin yokluğu, zamanla tamamlanmış ve özel mahkemelerin ötesinde bir genel yargılama sisteminin kurulmasından sonra, evrensel barışın korunması doğrultusunda insancıl hukuk, daha fazla etkili olmaya başlamıştır. Güçlü bir yaptırım sisteminin gerçekleştirilebilmesi için, Birleşmiş Milletler ile uluslararası ceza mahkemesinin ortak çalışmaları yarar sağlamıştır. Uluslararası belgelerdeki hakların ve ceza düzenlemelerinin iç hukuk düzenlerine yansıtılmasıyla birlikte, insanlığa ve barışa karşı işlenen suçların hak ettiği cezaları alması daha da kolaylaşmıştır. İnsancıl hukuk kurallarının ihlaline karşı, ortak bir uluslararası yaptırım sistemi öngörülmesi, adaletin sağlanması açısından daha yararlı bir düzen getirmiştir.
Normal koşullarda devletlerarasında görülmesi mümkün olan silahlı çatışmaların, bu kez terör örgütleri ve devletlerarasında olmakta ve bu nedenle de tam anlamıyla bir savaş yerine, günümüzde asimetrik bir çatışma ortamı oluşmaktadır. Böylesi ortamlarda; devletler zayıflar, terör örgütleri güçlenirse, var olan kamu düzeninin çökmesi kaçınılmaz olur. Doğal olarak devlet ulusal ve uluslararası hukuk düzeni içinde varlığını, egemenliğini ve hukuk düzenini korumak durumundadır. Bu koşullarda insancıl hukuk devreye girerek, en temel hak olan yaşam hakkını ortadan kaldıran terör eylemlerinin önünün kesilmesini sağlamalıdır Ama genellikle İnsancıl Hukuku ihlal eden süper devletler kendi hegemonyasını sağlamlaştırmak için zikr edilen ihlalleri yapıyorlar ve genelde ve bir yaptırım söz konusu olmuyor.

Özetle İnsancıl hukuka ilişkin temel kurallar, tüm uluslararası toplumun ortak çıkarlarını ilgilendirmesi nedeniyle, tüm devletler ve insanlık için önemli ve bağlayıcıdır. Uluslararası sözleşmeler doğrultusunda uluslararası ortamda sıcak çatışma bölgelerine müdahale etmesine devletler direnerek ulusal çıkarlarını koruma yoluna gitmektedirler. Silah teknolojilerinde tüm insanlığı ya da uygarlığı yok edebilecek derecede gelişmelerin ortaya çıkması üzerine, insancıl hukuk daha da önem kazanmıştır. Teknolojik gücün kontrol altına alınması, bugünün koşullarında insancıl hukukun ana sorunu haline gelmiştir. İnsanlığın geleceği için, insancıl hukukun bütün güçleri kontrol edebilmesi gerekmektedir. İnsan hakları eğer insancıl hukuk ile tamamlanırsa, evrensel barış korunabilecektir.
Buraya kadar Uluslararası İnsancıl Hukuku ve onu oluşturan sebepleri, kurumları ve yapısına değindim. Sonuçlarını ve yaptırımına da ayrıca değindim.BM ve Cenevre Sözleşmesinin garantörlüğü altında ihlal edildiği zaman bir yaptırımı olabileceğinden de bahsettim. Şimdi bu çerçevede İran-Irak savaşını, terminolojisini ve Uluslararası İnsancıl Hukuk açısından bir değerlendirme yapmak istiyorum.

İRAN-IRAK SAVAŞI

22 Eylül 1980 tarihinde İran ile Irak ülkeleri arasında başlayıp 20 Ağustos 1988 tarihinde sona eren ve iki ülke arasındaki yıllarca süren çatışma Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 20 Temmuz 1987 tarihinde almış olduğu olduğu çözüm kararı ile sonlandırılmıştır.
Yakın zamanların en manasız savaşlarından biri sayılan Irak-İran savaşının kökeninde bir mezhep mücadelesi olduğu kodar, daha gerilere giden bir siyasi üstünlük mücadelesi de mühim sebeplerden biridir.
İran-Irak savaşına başlamadan önce her iki ülkenin savaş öncesi durumlarına ve ilişkilerine kısaca değinmek istiyorum.

1) Savaş Öncesi Ülkelerin Durumu ve İran-Irak İlişkileri

1.1) İran’ın Durumu
1979 Şubatında Şahın devrilmesi ve Humeyni rejiminin başlaması ile birlikte Irak- İran münasebetleri hızla kötüye gitmeye başladı. Humeyni rejimi Irak için rahatsızlık verici idi. Çünkü İran’da bir Şii rejiminin kurulması, halkının asgari yüzde 40’ı Şii olan Irak için tehlikeli bir gelişme idi. Kaldı ki, Humeyni daha ilk günden itibaren bütün Arap ülkelerindeki Şii’leri ayaklanmaya kışkırtmış ve bununla da yetinmeyerek bir takım yıkıcı faaliyetlere de girişmişti.
Irak lideri Saddam Hüseyin, 17 Eylül 1980 günü Milli Meclis’te yaptığı konuşmada Cezayir Anlaşmasını feshederken, bu noktaya şu şekilde değiniyordu:”Dinsel çağrı kisvesi, Acem ırkçılığını gizlemek için bir maskeden başka bir şey değildir.Acem ırkçıları din kisvesi altında, Araplara karşı besledikleri kinlerini gizlemeye çalışmakta, din kisvesi bölge halkları arasında kin, gericilik ve bölücülük duygularını körüklemekte ve ister bilerek, ister bilmeyerek, uluslararası siyonizmin tasarılarına hizmet etmektedirler.”
Humeyni rejimi ile Irak’ın münasebetlerini bozan bir diğer mesele de Şah zamanında olduğu gibi, yine kürt meselesidir. İranda Şah’ın düşmesi ve otoritenin yok olması, buna ilaveten İran kürtlerinin bağımsızlık hareketleri, İranın Irak’a bitişik bölgelerini Irak kürtleri için bir sığınak haline getirdi. Irak hükümetinin takibinden kaçan kürtler İran’ın bu bölgelerine sığınmaktaydı. Halbuki Irak’ın kendi ülkesindeki kürt ayaklanmalarını bastırabilmesi için Türkiye ve İranın işbirliğine ihtiyacı vardı. Nitekim Irak bu konuda Türkiye ile 20 Nisan 1979 da bir anlaşma imzalamıştı. Fakat İran’la aynı işbirliğini kurması mümkün olmadı. Bunun için Irak, İran kürtlerinin Irak kürtleriyle bağını kesmek ve onlara bir uyarıda bulunmak amacı ile, 4 Haziran 1979 günü İran’ın Sanandaj bölgesindeki kürt köylerini uçaklarla bombardıman etti. Bu bombardıman bir süre için netice verdi. Fakat İran ile Irak arasında bu bölgedeki sınır çatışmalarını sona erdiremedi.Çatışmalar 1980 yılıboyunca da devam etti. O kadar ki, 27 Ağustos 1980 günü bu çatışmalarda İranlılar Irak kuvvetlerine karşı ilk defa yerden yere (SS) füzeler kullandılar. 1980 yazında münasebetler bu hale gelmişti.
Buradaki gelişmeler yavaş yavaş iki ülkeyi burun burna getirecekti ve bu da savaşa doğru giden yolda adım adım ilerleyecekti.Şimdi Irak’ın durumuna bir göz atalım.

1.2) Irak’ın Durumu
1958 Temmuzunda Irak’da monarşinin yıkılmasından sonra İran ile Irak arasındaki münasebetler bir türlü düzgün gitmemiştir. Bu tarihten sonra Irak’da daima sol rejimlerin hakim olması, Batı’ya dönük bir politika takip eden İran Şahı Riza Pehlevi’nin hiç hoşuna gitmemiştir.
Diğer taraftan, 1970’de İngiltere’nin körfezden çekilmesinden sonra İran Şahı, İran Körfezi (Persian Gulf) dediği Basra Körfezini bir İran gölü haline getirmek istemiş ve bu faaliyetinde de Irak karşısına bir engel olarak çıkmıştır. Bu siyasi mücadelede İran, 1961’denberi Irak’ın başına dert olan kürt meselesini, zaman zaman Irak’a karşı bir koz olarak kullanmış ve kürt ayaklanmalarını desteklemiştir. 1968 Temmuzunda Irak’da Baas Sosyalist Partisi iktidara geldi. Baas Partisi, bilhassa İhtilal Komuta Konseyi Başkanı Yardımcısı Saddam Hüseyin Takriti’nin çabaları ile, 1961’denberi devam eden kürt meselesine bir çözüm getirmek üzere; Kürdistan Demokratik Partisi lideri Molla Mustafa Barzani ile 1970 Martında, kürtlere muhtariyet veren bir anlaşma imzaladı. Bu suretle Baas rejimi, yıllardanberi Irak’ın uğraştığı bir meseleyi bertaraf etmiş oluyordu. Baas rejimi, bunun arkasından 1972 Nisanında, Sovyet Rusya ile bir dostluk ve işbirliği antlaşması imzalıyarak Sovyetlerden silah almaya başladı. Bu da tabii İran’ı memnun edecek bir gelişme olmadı. Irak’ın 1970 Martında Kürtlerle imzaladığı muhtariyet anlaşmasını tatbik etmek imkanı olmadı. Çünkü bu anlaşmanın tatbikinde iki taraf arasında anlaşmazlıklar çıktı. Bunun üzerine 1974 Nisanında kürtlerle Irak kuvvetleri arasında, Irak’ın kuzey bölgelerinde silahlı çatışma başladı ve bu çatışma giderek bir iç savaş haline geldi. Bu iç savaşa 1974 Kasım ayından itibaren İran da karışmaya başladı. Çünkü bu tarihten itibaren İran kürtlere top ve tanksavar silahları vermeye başladığı gibi, Irak kuvvetlerinin önünden kaçan kürtler İran’a sığınıyor ve oradan takviye aldıktan sonra tekrar Irak kuvvetlerine karşı mücadeleye başlıyordu. 1974 yılı sonunda İran’a sığınmış bulunan Irak kürtlerinin miktarı 130.000’i geçmişti.
Bunlara değindikten sonra şimdi de savaşa değinmek istiyorum.

2) Savaş Durumu Öncesi

Saddam Hüseyin’in devlet başkanı olduktan sonra kısa bir süre içerisinde İran’a karşı
saldırgan tutum içerisinde olmasında şüphesiz İran’ında katkısı büyüktür. Körfez bölgesinde birbirlerine üstünlük kurma mücadelesi iki ülkeyi birbirine rakip durumuna getirmiştir.Ülkelerin bu durumda olmasının nedenlerinde dış ülkelerin etkisi de büyüktür. Devrimden önce ABD tarafından oluşturulan çift sütun politikası en önemli müttefiki olan İran’ın batı bloğu içerisinde yer almasına neden olurken, Irak’ın Sovyetler tarafında yer alarak İran’la mücadele içerisine girmiştir. İran batılı ülkelerden aldığı destek ile 1971 yılında petrol taşımacılığı için önemli olan Körfez’deki üç adayı (Abu Musa, Büyük Tunb ve Küçük Tunb) işgal etti. Şahın daha ileri giderek Bahreyn üzerinde de hak iddia etmesiyle Batılı ülkeler İran’ı burada sınırladı. Arap Birliğinin liderliğine oynayan Irak ise buna karşı cevap vererek tepkisini gösterdi. İran ile diplomatik ilişkileri keserek İran’ın Abadan Petrol Rafinerisi ile Hürremşah limanına geçiş hakkını kısıtladı. Bu gelişmeler neticesinde iki ülke arasında soğuk çatışma sıcak çatışmaya doğru yol almaya başlıyordu.

3) Savaş Durumu
Yukarıda bahsettiğim sebeplerden dolayı iki ülke arasında gerginlik soğuk savaştan sıcak savaşa iyice yaklaştırıp artık iki ülke için saldırmak için yeterli bahane ortamı oluşmuştu ve savaş için ortam belirginleşmişti.Yukarıda bahsedilen sebeplerden dolayı artık Irak İran’a savaş açma durumuna gelmişti.Ayrıca Irak’ı İran’a savaş açmaya sevkeden bir sebeb de, Saddam Hüseyin’in 1979 Temmuzunda, yani İran ihtilalinden bir kaç ay sonra, iktidarı ele almasını müteakip, gerek kendisine, gerek arkadaşlarına karşı komplolar başlaması idi. Saddam Hüseyin içerde ciddi bir muhalefet ile karşı karşıya bulunuyordu. 1980 yılı içinde bu muhalefet daha da şiddetlendi. Çoğunlukla Şii’ler tarafından desteklenen Dava Partisi bu siyasi muhalefeti temsil ediyordu. Bu siyasi muhalefette, şimdi Irak ile münasebetleri Saddam Hüseyin ile beraber bozulmaya başlayan Suriye’nin de bir tesiri olduğu muhakkaktır. Fakat Saddam Hüseyin bu siyasi muhalefete karşı sert tedbirler aldı ve Dava ile alakası olan herkesin idam edileceğini ilan etti. Buna mukabil, Dava Partisi ile bağları olan lraklı Mücahidin grubu da, Irak’ın içinde ve dışında, bir takım suikastlere ve sabotajlara girişti. Bu iç muhalefet dolayısiyle, Saddam Hüseyinin de halkın dikkatini bir dış meseleye çekmek istemesi şüphesiz ihtimal dışı değildir.Bu şartlar altında savaş çoktan başlamıştı.Çarpışmalar iki ülke sınırında yoğunlaşmıştı.Irak 10 Eylül’de Kasr-ı Şirin ile Naft-ı Şah arasındaki araziyi ele geçirdiğini duyurdu. Irak için yapılacak tek şey kalmıştı: Savaşa resmen başlamak. 17 Eylülde Saddam Hüseyin Milli Meclis’te yaptığı konuşmada, 6 Mart 1975 tarihli Şat-ül Arap anlaşmasını feshettiğini ilan etti. Yani Irak, nehrin iki yakasının da kendisine ait olduğunu söylemek istiyordu. 22 Eylül 1980 gününden itibaren de Irak Orduları; kuzeyde Kasr-i Şirin, ortada Mehran ve güneyde de Susangerd, Ahvaz ve Hurremşehir bölgelerinde İran topraklarına girmeye başladı. Irak-İran savaşı resmen böyle başlamıştı. Irak İran’a saldırırken, kolay bir zafer elde edeceğini ve bu suretle kendisi Arap dünyasında büyük prestij kazanırken, Humeyni’nin itibarını kıracağını ve belki düşmesini sağlayacağını ümid etmişti. Irak’ı bu ümide sevkeden başlıca faktör, İran ordusunun, zayıf ve dağınık durumda olmasıydı. Kaldı ki, İran ordusunun silahları esas itibariyle Amerikan silahları idi ve Amerika iki yıldır yedek parça vermiyordu. Irak’ın ümidi gerçekleşmedi. İran’ı dize getiremediği gibi, savaşın da başında İran’dan işgal ettiği bir kısım toprakları İran geri aldı. İran beklenmedik bir direnme gösterdi. Humeyni’nin ülkedeki prestiji daha da arttığı gibi, şüphesiz Saddam Huseyin’in prestiji de ağır bir darbe yedi. 700 Km.’lik bir cephede harekete geçen Irak kuvvetleri, kuzeyde Panjwi ve Kasr-ı Şirin, ortada Mehranı aldılar ve Susangerd, Ahvaz ve Hurremşehir önlerinde İranlıların sert bir direnmesi ile karşılaştılar. Ekim 1980 sonunda Hurremşehir Irak kuvvetlerinin eline geçti. Bundan sonra kara muharebeleri durgunlaştı ve cephe sabitleşti. Taraflar zaman zaman karşılıklı saldırılar yaptılarsa da, uzun süre bir değişiklik olmadı. 1982 Mayısında İranlıların büyük kuvvetlerle yaptıkları saldırılar karşısında, Irak kuvvetleri savaşın başındanberi elde ettikleri bütün toprakları terkederek, Irak sınırlarına dönmek zorunda kaldılar. 1983 yılı başında İran, ikinci bir büyük saldırı ile Irak topraklarından içeri girip, Bağdat-Basra yolunu kesmek istedi ise de o da bir şey yapamadı. Savaş böyle garip bir şekilde devam etmektedir.Savaş her iki tarafın petrol kaynaklarında ağır tahribat meydana getirmiştir. Zira, her iki taraf da savaşın ilk gününden itibaren birbirlerinin petrol rafinelerini havadan bombardıman ettiler. 1981 yılı başında Irak’ın günde 3.1 milyon varil ve İran’ın da 1.4 milyon varil olan petrol üretimleri, her ikisi için 600.000 varile düşmüştü.

Irak için yapılacak tek şey kalmıştı: Savaşa resmen başlamak. 17 Eylülde Saddam Hüseyin Milli Meclis’te yaptığı konuşmada, 6 Mart 1975 tarihli Şat-ül Arap anlaşmasını feshettiğini ilan etti. Yani Irak, nehrin iki yakasının da kendisine ait olduğunu söylemek istiyordu. 22 Eylül 1980 gününden itibaren de Irak Orduları; kuzeyde Kasr-i Şirin, ortada Mehran ve güneyde de Susangerd, Ahvaz ve Hurremşehir bölgelerinde İran topraklarına girmeye başladı. Irak-İran savaşı resmen böyle başlamıştı. Irak İran’a saldırırken, kolay bir zafer elde edeceğini ve bu suretle kendisi Arap dünyasında büyük prestij kazanırken, Humeyni’nin itibarını kıracağını ve belki düşmesini sağlayacağını ümid etmişti. Irak’ı bu ümide sevkeden başlıca faktör, İran ordusunun, zayıf ve dağınık durumda olmasıydı. Kaldı ki, İran ordusunun silahları esas itibariyle Amerikan silahları idi ve Amerika iki yıldır yedek parça vermiyordu. Irak’ın ümidi gerçekleşmedi. İran’ı dize getiremediği gibi, savaşın da başında İran’dan işgal ettiği bir kısım toprakları İran geri aldı. İran beklenmedik bir direnme gösterdi. Humeyni’nin ülkedeki prestiji daha da arttığı gibi, şüphesiz Saddam Huseyin’in prestiji de ağır bir darbe yedi. 700 Km.’lik bir cephede harekete geçen Irak kuvvetleri, kuzeyde Panjwi ve Kasr-ı Şirin, ortada Mehranı aldılar ve Susangerd, Ahvaz ve Hurremşehir önlerinde İranlıların sert bir direnmesi ile karşılaştılar. Ekim 1980 sonunda Hurremşehir Irak kuvvetlerinin eline geçti. Bundan sonra kara muharebeleri durgunlaştı ve cephe sabitleşti. Taraflar zamanzaman karşılıklı saldırılar yaptılarsa da, uzun süre bir değişiklik olmadı. 1982 Mayısında İranlıların büyük kuvvetlerle yaptıkları saldırılar karşısında, Irak kuvvetleri savaşın başındanberi elde ettikleri bütün toprakları terkederek, Irak sınırlarına dönmek zorunda kaldılar. 1983 yılı başında İran, ikinci bir büyük saldırı ile Irak topraklarından içeri girip, Bağdat-Basra yolunu kesmek istedi ise de o da bir şey yapamadı. Savaş böyle garip bir şekilde devam etmektedir.Savaş her iki tarafın petrol kaynaklarında ağır tahribat meydana getirmiştir. Zira, her iki taraf da savaşın ilk gününden itibaren birbirlerinin petrol rafinelerini havadan bombardıman ettiler. 1981 yılı başında Irak’ın günde 3.1 milyon varil ve İran’ın da 1.4 milyon varil olan petrol üretimleri, her ikisi için 600.000 varile düşmüştü.

4) Savaş Karşısında Devletler
Irak-İran savaşının neticesiz bir savaş haline gelmesinde, Amerika ve Sovyet Rusya’nın tarafsız tutum almaları ve taraflara silah vermemesi büyük rol oynamıştır. Sovyetler, her iki tarafı da gücendirmekten kaçınmıştır. Kendisine daha yakın olan Irak’a silah yardımı yapması, İran’ı Batı’nın kucağına atabilirdi. Amerikanın ise Irak’la bir münasebeti yoktu ve Irak İsrail meselesinde sertlik taraftarlarından biri idi. Arap ülkelerine gelince: Körfez Savaşı denen Irak-İran savaşı, Arap dünyasındaki bölünmeyi daha da keskinleştirmiştir. Basra Körfezi ülkeleri ve Suudi Arabistan, Irak-İran savaşı karşısında bir rahatlık duydular. Körfez ülkeleri her ne kadar Saddam Hüseyin’in Körfeze hakim olmak ve Arap liderliğini ele geçirmek hususundaki tasarılarını biliyor idiyseler de, Irak’ın İran’ı yenerek Şii tehlikesini bertaraf etmesi daha fazla çıkarlarına idi. Fakat Saddam Hüseyin’in hesapları yanlış çıkınca, bilhassa Suudi Arabistan Irak’a yardım etmeye başladı. O kadar ki, Irak’ın durumu 1982 yılında kötüleşmeye başlayınca, Suudi Arabistan İran’a, savaşı durdurması için 50 milyar Dolar teklif etmiş, fakat İran 150 milyar Dolar istemiştir. Ürdün de Irak’ı destekleyenler arasında yer almıştır. Bu da Ürdün ile Suriye’nin münasebetlerini gerginleştirmiştir. Çünkü Suriye kesinlikle İran’ı desteklemiştir. Libya da Suriye’nin yanında yer almıştır. Savaşın kazançlısı İsrail ile Mısır olmuştur. Zira Arap dünyasının bölünmesi ve bilhassa Irak’ın İran’la başının derde girmesi, İsrail için rahatlatıcı bir gelişme idi. Mısır da genellikle lrak’a sempati göstermiş ise de, bu bölünmelere aktif bir şekilde katılmamıştır. Buna karşılık, bu çatışmaların dışında kalan Mısır’ın tesiri ve prestiji artmıştır. Hem Suudi Arabistan ve hem de F.K.Ö gizli gizli Mısır ile temasa geçmeye başlamışlardır. Irak-İran savaşı Humeyni ihtilalini desteklemiş olan F.K.Ö için sıkıntılı bir durum yaratmıştır. Nihayet, Irak-İran savaşı, Körfez ülkeleri için bir güvenlik meselesi de ortaya çıkarmıştır. Bu sebeple 6 Körfez ülkesi (Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Bahreyn ve Umman) ile Suudi Arabistan arasında, uzun temas ve müzakerelerden sonra, 26 Mayıs 1981 de Körfez İşbirliği Konseyi kurulmuştur. Bu askeri veya siyasi bir ittifak değildi. Fakat icabında o istikamete de gidebilecekti.Türkiye başından beri tarafısılığını korumaya çalışmıştır.Ama barş tekliflerini her iki tarafa da iletmiştir.
5) Savaşı Durdurma Çabalar
Daha ilk günden itibaren, bu savaşı durdurmak için, çeşitli çevrelerden çeşitli teşebbüsler yapılmış, fakat bunların hiç biri netice vermemiştir. 23 Eylül 1980 günü Güvenlik Konseyi başkanı taraflara savaşı durdurma çağrısında bulunduğu gibi, Güvenlik Konseyi de 28 Eylül 1980 tarih ve 479 sayılı kararında aynı çağrıyı tekrarlamıştır. İran 24 Mayıs 1982’de Hurremşehir’i geri alıp da, savaşı Irak topraklarında devam ettireceğini söyleyince, Güvenlik Konseyi 12 Temmuz 1982 günlü ve 514 sayılı kararı alarak tarafların derhal ateş kesmelerini istemiştir. Bu istek Konseyin 4 Ekim 1982 günlü ve 522 sayılı kararında bir kere daha tekrar edilmiştir. Bunun yanında, B. M. Genel Sekreteri, İsveç’in eski başbakanlarından Olaf Palme’yi Irak ile İran arasında aracılık yapmakla görevlendirmiştir. Palme, 1980 Kasım ayında, 1981yılının Ocak, Şubat ve Haziran aylarında ve son olarak 1982 Şubatında Tahran ve Bağdatı ziyaret etti ise de bir netice alamadı. İran, Irak’ın işgal ettiği topraklardan tamamen çekilmesi, tamirat borcu ödemesi ve Irak’ın cezalandırılması şartlarını ileri sürdü. Savaşın başlarında Irak’ın şartı da İran’ın, Irak’ın Şat-ül Arap üzerindeki egemenliğini tanıması idi.İslam Konferansı da ilk günden aracılık için harekete geçti. Pakistan Devlet Başkanı Ziya-ül Hak başkanlığında üç kişilik bir İslam Konferansı barış heyeti Tahran ve Bağdatı ziyaret etti. İslam Konferansı 20 Ekimde her iki tarafa ateşkes teklif etti. Bunlardan bir netice alınamayınca, 25-29 Ocak 1981’de Taif’de toplanan 3’üncü İslam Zirve Konferansı,Pakistan, Bangladeş, Gambia ve Gine devlet başkanları, Türkiye Başbakanı ve Malaysia ve Senegal Dışişleri Bakanları ile Yasir Arafat ve İslam Konferansı Genel Sekreteri Habib Şatti’den kurulu bir Aracılık Komitesi teşkil etti. Bu Komite, 28 Şubat-1 Mart 1981’de, 1982 Martında bir çok defa, 1982 Nisanında, 1982 Haziranında ve son olarak da 1982 Ekiminde, toplam dokuz defa, Tahran, Bağdat ve Cidde arasında mekik dokudu. Lakin bir uzlaşma sağlayamadı. Bunun yanında Arap Ligi’nin ricası üzerine Türkiye Başbakanı Bülend Ulusu da Ocak 1982’de aracılık teşebbüsünde bulundu.
Ayrıca, F.K.Ö., Suriye ve Kuveyt, Küba lideri Castro da münferid aracılık tekliflerinde bulundular.Irak ve İran Bağlantısızlara dahil olduğu için, Bağlantısızlar da 1980 Ekiminde, Küba, Hindistan, Pakistan, Zambia, Malaysia dışişleri bakanları ile F.K.Ö temsilcisinden kurulu bir Arabulucuk Komitesi teşkil ettiler. Bu komite 1981 Şubatında, 1981 Nisanında, Mayısında ve Ağustosunda ve nihayet 1982 Nisanında aracılık çabalarında bulundular.

6) Savaşın Sonuçları
• İran-Irak Savaşı, yaklaşık bir milyon insanın hayatına mal oldu. Savaşan taraflar ufak kazançlar için ekonomik kaynaklarını tüketti. Savaşın sonucunda İran-Irak sınırı değişmedi. Savaşın etkileri yıllar boyunca hissedildi.
• İki ülkenin birbirlerinin petrol tesislerine saldırılar düzenlemesi sonucu petrol üretimi düştü, petrol fiyatları arttı.
• Savaş boyunca Irak, kendisini destekleyen devletlerden borç alarak silah satın almıştı. Bu borçları ödemekte zorlanması, 1990 yılında Kuveyt’e saldırarak oradaki petrol kuyularını ele geçirmeye çalışmasına yol açtı. Bu tavrı da Irak’ı uluslararası ilişkilerde yalnızlığa sürükledi ve desteksiz bıraktı.
Savaş sona erdi ve BM ile Batılı Devletler özellikle Amerika Ortdağu projeisini iyice şekillendirdi.Savaştan sonra Humeyni iyice artık birçok devletle bağlarını koparttı.Özellikle Amerika ve İsrail’le ile ilişkilerini tamamen koparttı.Bu da İran’ın 38 yıllık Devrim hayatında İran’ı diğer ülkelerden izole edecek ve kendi içine kapanacak.

7) Uluslararası İnsancıl Hukuka Göre İran-Irak Savaşında tarafların İhlal Ettiği Durumlar
Savaş başlamadan önce ve Saddam’ın başa gelmesiyle saldırgan ve tutarsız davranışlar içerisine girdi.Saddam’ın Ortadoğu’da özellikle Arap Devletleri içerisinde prestij kazanma peşindeydi.Şii olan İran ile başından beri sorunlar içerisindeydi.Bu da onu başına buyruk politakalar üretmeye itti.Savaş başladığı yıllarda Irak İran’ının zayıf görünen ve dağınık askeri düzeninden faydalanmaya çalıştı.Savaş başladığı zaman Saddam’ın özellikle İran ile komşu olduğu sınırlarda insanlık dramın ayol açacak hareketlere yol açtı.
-Hüremşehr’de sadece İran ordusuna değil, normal sivllerin üzerine de kimyasal gaz attı.Bu gaz ((OPCW) kurumunun da yasakladığı gazı türünden olan ve insanın solunum yollarını bozacak türdendi.Bunun sonucunda yaklaşuk 30.000 kişi bundan etkilendi ve hala da İran’da savaş gazileri bunun sonucunda solunum yetmezliği sorunları yaşıyor.Bu sadece solunum değil, ayrıca cinsel organları üzerinde ve hasas olan organlar üzeinde yıkıcı ve yanıcı bir etki oluşturdu.Bunu sonra Halepçe’ye atılacak ve bunun sonucunda yaklaşık 5.000 kişinin ölümüne yol açacak hadise takip edecekti.
-Irak’ın İran’ının doğusundaki şehirleri top atışına tutması sonucu yüzlerce savaş dışı kalmış insanların ölümüne yol açmıştır.Yaklaşık 300.000 insanın göçüne yyol açmıştır.Bu da mülteci sorununa yol açmıştır.Savaş hukukundaki “ savaş dışı kalmış sivillere dokunulmaz” ilkesi çiğnenmiş oldu.
-İran sınırındaki Şiilerin yoğun yaşadığı Irak şehirleri Irak Ordusu’nun Şii halka tecvüz etmesi bunun sonucunda 450.000’e yakın kişi İran’a göç etti bu da İran’da büyük bir gıda yetersizliğine sebep olacaktı.
-Irak Ordusu’nun savaşta yakaladığı İran Orudusu’na ait askerlere insanlık dışı muameler yapması ayrıca bir diğer unsurunun çiğnenmesine sebep oldu. (Savaştaki esirleredokunulmamaıs maddesi)
-Irak Ordusu’nun uçaklarla Basra Körfezi’ndeki İran’a ait petrol ticaretini yapan gemileri bombalaması ve bunun sonucunda dökülen petrolün ordaki doğal hayatı olmusuz etkilemesi.Bu da ileride Dünya Petol Krizi’ne yol açacaktı.
-İran Ordusu’nun da Irak Petrol Kuyuları’nın bombalaması ayrıca bu krizi iyice derinleştirecekti.Çünkü dünyanın 2 büyük petrol üreticileri olan İran ve Irak farkında olmadan büyük bir bunalıma yol açtılar
Bunların sonucunda BM harekete geçerek arabulucu olmaya çalıştı.BM’nin çabaları sonucunda savaş sonlandı.Her iki ülke de hiçbir kazanım ve üstünlük sağlayamadı.İran’da 1 milyona yakın isan kaybı oldu.

SONUÇ
İnsancıl hukuka ilişkin temel kurallar, tüm uluslararası toplu-mun ortak çıkarlarını ilgilendirmesi nedeniyle, tüm devletler ve insanlık için önemli ve bağlayıcıdır. Uluslararası sözleşmeler doğrultusunda uluslararası ortamda sıcak çatışma bölgelerine müdahale etmesine devletler direnerek ulusal çıkarlarını koruma yoluna gitmektedirler. Silah teknolojilerinde tüm insanlığı ya da uygarlığı yok edebilecek derecede gelişmelerin ortaya çıkması üzerine, insancıl hukuk daha da önem kazanmıştır. Teknolojik gücün kontrol altına alınması, bugünün koşullarında insancıl hukukun ana sorunu haline gelmiştir. İnsanlığın geleceği için, insancıl hukukun bütün güçleri kontrol edebilmesi gerekmektedir. İnsan hakları eğer insancıl hukuk ile tamamlanırsa, evrensel barış korunabilecektir.Sivil statülerin sağladığı insan haklarıyla ilgili koruma sisteminin ortadan kalktığı ya da kaybedildiği noktalarda, gene insancıl hukuk adımlarının atılması ve bu doğrultuda insan haklarını asgari düzeyde güvence altına alabilecek sistemlerin oluşturulması gerekmektedir. Mutlak kayıplar, kısmen mahrumiyetler ile beraber muhtemel zararlar da dikkate alınarak hareket edilmeli sivil toplumun ve halk kitlelerinin her türlü saldırı ya da tecavüze karşı kendini koruma doğrultusunda bir meşru müdafaa hakkı bulunduğu dikkate alınmalıdır. Silahlı çatışma ya da terör benzeri her türlü saldırıya karşı, bunları önleyecek düzeyde güçlü önlemler geliştirilebilmeli ve böylece barış ortamının korunması sağlanabilmelidir. İnsan hakları barış ortamında bir güvence olarak bütün dünyada geçerliliğini en üst düzeyde koruyabilmeli, barış ortamının ya da kamu düzenlerinin silahlı eylemler ile tehdit altına girdiği aşamalarda ulusal ya da uluslararası düzeyde insancıl hukuk önlemleri kurtarıcı olarak
devreye girebilmelidir.

Sanaz Yousefi MOGHADAM

KAYNAKÇA

KİTAP

• 12 Ağustos 1949 Tarihli Cenevre Sözleşmeleri ve Ek Protokolleri , Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları 42, İstanbul ,2005 (adı geçen protokol maddeleri ve ilkeleri)

• ABRAHAMİAN, Ervand, A History of Modern Iran ,Modern İran Tarihi, çev. Dilek Şendil,Türk-İş Bankası yayınları,2009
• ARMAOĞLU,Fahri, 20. YY Siyasi Tarihi, Timaş Yayınları,İstanbul,2014
• CLEAVELAND,William L., Modern Ortadoğu Tarihi, Mehmet Harmancı(çev.) İstanbul: Agora Yayınları,2008
• DAĞ, Ahmet Emin , Uluslararası İlişkiler ve Diplomasi Sözlüğü, Vadi Yayınları, İstanbul,2016,

• Hague Conventions of 1907, Convention (IV) respecting the Laws and Customs of War on Land and its annex: Regulations concerning the Laws and Customs of War on Land. The Hague, 18 October 1907, Geneva Conventions and Commentaries, International Committe of The Red Cross, (https://ihl-databases.icrc.org/ihl/INTRO/195)
• HOŞ, Hasan Serdar, Haklı Savaş ve İnsancıl Hukuk, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2011

• KURŞUN,Zekeriya, Modern Ortadoğu Tarihi, Eskişehir: AÖF Yayınları,2013

• ÖZDEK, Yasemin, Uluslararası Politika ve İnsan Hakları, Öteki Yayınevi, İstanbul 2000

• PAZARCI, Hüseyin, Uluslararası Hukuk Dersleri, IV. Kitap, Ankara: Turhan Kitabevi, 2000

• SAĞLAM Kadir,Ortadoğu ve Dünyada Körfez Savaşı ile Değişen Güç Dengeleri, İstanbul:Elit Kitapları,1999

• SANDER, Oral, Siyasi Tarih 1918 – 1994, İmge Kitabevi 13 Baskı, İstanbul ,2010
• Türk Dil Kurumu, Büyük Türkçe Sözlüğü
• TÜTÜNCÜ ,Ayşe Nur, İnsancıl Hukuka Giriş, Beta Yayınları, İstanbul 2006

MAKALE

• ASLAN ,M. Yasin,Savaş Hukukunun Temel Prensipleri, TBB Dergisi, Sayı 79, 2008

• ÇEÇEN,Anıl, , “İnsan Hakları ve İnsancıl Hukuk” (PDF). Yaşar Üniversitesi Elektronik Dergisi (Yaşar Üniversitesi) 8. cilt (Özel sayı):
• ERDOĞAN,Soner, İki Savaş Döneminde Saddam Hüseyin’in Dış Politikası,İran-Irak Savaşı(1980—88), Körfez Savaşı (1990-91), Marmara Üniversitesi, Ortadoğu ve İslam Ülkeleri Araştırmaları Enstitüsü,
• MÜNKLER,Herfried, “TheWars of the 21st Century”, IRRC, March 2003, Vol. 85, No. 849
Uluslararası Belgelerde Terörizm, Fırat Üniversitesi Rektörlüğü Yayını, Elazığ, 2000, ss.
• Uluslararası İnsancıl Hukuku,-Sorularınıza Cevaplar,TÜRK KIZILAYI, ICRC, İngilizce orijinal baskı Ekim 2002, ikinci baskı Aralık 2004’ten Türkçe ’ye çevrilmiştir,
• PİRİNÇÇİ,Ferhat, Saddam Dönemi İstihbarat ve Güvenlik Örgütlerinin Irak’taki Sünni Direnişe Etkisi, Avrasya Avrasya Dosyası,Cilt 12, Sayı,3, 2006

• The Geneva Conventions of 1949 and Hague Convention No. IV of 1907, Headquarters Department of The Army, No. 27-1

İNTERNET

• http://www.ansiklopedica.org/tag/iran-irak-savasi-pdf/( Erişim Tarihi.23.01.2018)
• http://www.bbc.co.uk/history/worldwars/wwtwo/ (Erişim Tarihi: 10.12.2017)
• https://tr.wikipedia.org/wiki/El-Kaide((Erişim Tarihi 23.01.2008)
• https://tr.wikipedia.org/wiki/Irak_ve_Şam_İslam_Devleti(Erişim Tarihi 20.01.2008)
• https://www.icrc.org/en/document/secilmis-turkce-belgeler(Erişim Tarihi 19.01.2008)
• https://www.icrc.org/en/document/secilmis-turkce-belgeler(Erişim Tarihi 19.01.2008)
• https://www.state.gov/j/ct/rls/other/des/123085.htm (Erişim Tarihi 20.01.2008)
• https://www.icrc.org/en/document/what-are-jus-ad-bellum-and-jus-bello-0 (Erişim Tarihi 20.01.2008)

İlgili Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir