KAFKASSAM – Kafkasya Stratejik Araştırmalar Merkezi

  1. Anasayfa
  2. »
  3. İran
  4. »
  5. Sam Mensa: İran’ın koruyucuları

Sam Mensa: İran’ın koruyucuları

Kafkassam Editör Kafkassam Editör - - 10 dk okuma süresi
253 0

İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif’ten devlet televizyonunda katıldığı bir programda ülkenin dış politikasını ne ölçüde kontrol ettiğini göstermesi için 0-100 arasında bir puan vermesi istendi. Dışişleri Bakanı’ndan “sıfır” cevabı gelmesi şaşkınlığa neden oldu.

Zarif’in cevabında dürüst olduğunu varsayarsak bu, İran’ın dış ve stratejik politikasının Veliyy-i Fakih Ali Hamaney’in liderliğinde, İran Devrim Muhafızları tarafından oluşturulduğu gerçeğini doğruluyor.

Veliyy-i Fakih ile Devrim Muhafızları komutanları (özellikle de bunlar) ise halk tarafından seçilenler grubunun dışında kalıyorlar.

Cevabın geniş ve zarif gülümsemenin sahibi Zarif’in bir manevrası olduğunu varsayarsak ise bu, reformcuların geriledikleri, muhafazakar kanadın iktidarı devralıp İran’ın karar mekanizmasını tamamen kontrol etmesi için yönetimden atılmak tehdidiyle karşı karşıya olduklarını söylemek için yapılmış bir kurnazlıktır.

Müzakerelere geri dönüşün içeriği ve biçimi ile yaptırımların kaderi konusundaki belirsizlik sürse de, ABD’nin İran’ı müzakerelere geri dönmeye motive etme girişimlerini hızlandırması, bazı yaptırımların kaldırılması veya hafifletilmesi konusunda yumuşaklık iması göz önüne alındığında, bu sözlerin önemi ortaya çıkıyor.

Buna karşılık İran, yaptırımlar kaldırılmadan müzakerelere geri dönmeyeceğini ve uranyum zenginleştirmeyi durdurmayacağını birden fazla kez resmi makamları vasıtasıyla bildirdi.

İçi boş bir halka içinde dönmeye benzeyen bu durum ortasında, İran ve Çin 25 yıllık bir anlaşma imzaladı.

Meslektaşımız Abdurrahman Raşid’in bu gazetede yayımlanan makalesinde yaptığı “anlaşma silah yapımından çöp toplamaya kadar ülke yönetiminin her yönünü kapsıyor” tanımlaması oldukça başarılıydı.

Bu, Ortadoğu düzeninin Batı çıkarlarını ciddi şekilde tehdit eden derin stratejik değişkenlerin eşiğinde olduğu anlamına geliyor.

Yeni ABD yönetimini, Washington’ın bölgedeki temel endişesi haline gelen İran sorununa yönelik yaklaşımını gözden geçirmeye sevk etmesi gereken de budur. ABD’nin İran ile ilişkilerine yönelik üç farklı yaklaşım var gibi görünüyor.

İlk yaklaşım İran’ın menfaatine olup, bölgenin en güçlü oyuncusu olduğu, onunla bu temelde anlaşılması ve elde ettiği kazanımların göz ardı edilmemesi gerektiğine dayanıyor.

Bu yaklaşım, en önemlisi İsrail ve Arap müttefiklerin tahmin edilen öfkesi olan birçok nedenden ötürü kamuoyuna açıklanmıyor.

Yarın Viyana’da “ABD yaptırımlarının kaldırılması ve nükleer anlaşmanın uygulanması için prosedürlerin net bir şekilde tanımlanması” amacıyla nükleer anlaşmaya imza atan taraflar arasında bir toplantı yapılmasıyla ilgili uzlaşıya da işte bu yaklaşım bağlamında ve mekik diplomasisi yöntemiyle varıldı.

İkinci yaklaşım, en çok Avrupa’nın İran’a karşı duruşunda görülüyor. Avrupa’nın İran’a karşı tutumuna bir yandan tereddüt ve belirsizlik, diğer yandan Avrupa ülkeleri ve politikaları arasındaki çıkar ayrılıkları ve Washington ile ilişkilerin dayattığı baskılar hakim.

Biden yönetimi, bazen Çin ekonomisiyle örtüşen, bazen de onunla çelişen Avrupa’nın hayati çıkarlarını korumanın en iyi yollarını kullanarak Avrupa’daki kafa karışıklığıyla yüzleşmeye çalışıyor. Bu politikasızlık da nihayetinde İran’ın işine yarıyor.

Üçüncü yaklaşım, İran ile yüzleşmeye ve kendisine azami baskı uygulamaya dayanıyor. Bu yaklaşım, Barack Obama yönetiminin gevşek politikasından Donald Trump ile azami yaptırımlara ve işaretlerini halen çözmeye çalıştığımız mevcut yönetimin politikasına kadar uzanıyor.

Gelgelelim mevcut yönetim, baskı ve yaptırımları sürdürmeye, ama aynı zamanda bunları sınırlama veya azaltmaya açık kapı bırakmaya paralel olarak esneklik ve diplomasiyi benimsiyor gibi görünüyor.

Şimdiye kadar bu yaklaşım, İran’ın kendine gelmesini sağlamakta başarısız oldu.

Tüm bu yaklaşımların, İran’ın kaçabileceği boşluklar içerdiği görülüyor. Bunların başında da Rusya, Çin ve hatta Avrupa pozisyonları geliyor.

Daha açık bir dille söyleyecek olursak; Moskova ve Pekin’in Washington’la rekabetlerinde, ihtilaflarında ve hesaplaşmalarında İran’ı kullanması, Tahran’ın yaptırımlardan büyük ölçüde kurtulmasına olanak tanıdı.

Washington, Çin’in İran ekonomisini en azından kısmen, fakat azami yaptırımların etkilerini ortadan kaldırmaya yetecek kadar boğulmaktan kurtarmayı başardığını çok geç fark etti.

Bu durum, İran’ın yakın veya orta gelecekte, özellikle Ortadoğu’daki bekleyen sorunlarla ilgili alınacak kararlara ortak olmak için yakın çevresinin dışına doğru genişlemesine olanak tanıyor.

Bu kez taraflarını ABD ve Çin’in oluşturduğu iki kutuplu bir sistemde ikinci bir Soğuk Savaş’a girilmesi olasılığının daha net bir hale geldiği söylenebilir.

Washington’ı, Pekin’in İpek Yolu üzerindeki ekonomik kuşak boyunca genişleme planlarını engellemeye, onunla yüzleşmeye, hatta demokratik bir kuşakla çevrelemeye çalışmaya iten de bu.

Tüm bu gelişmelere ve yeniliklere rağmen Rusya ile Çin arasında bir ayrım yapılmalıdır. Özellikle Moskova’nın İran ile ilişkileri ve vekilleri aracılığıyla bölgede oynadığı roller konusundaki tutumları açısından.

Çin, Moskova gibi İran’ın müttefiklerinin uygulamalarına (Suriye’deki savaş bunun en net örneği) henüz müdahil olmadı.

Washington bu konuda da Moskova’nın şantajcı ve açık politikasının farkına çok geç bir zamanda vardı. Moskova, Biden yönetimiyle müzakere pozisyonunu güçlendirmek için İran’ı destekleyerek bu kartı açıkça kullandı.

Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un son açıklamaları da bunu ortaya koyuyor. Ortadoğu’daki sorunlara odaklanan Valday Tartışma Kulübü’nün oturumunda konuşan Lavrov, “İran’a yönelik düşmanlığın yoğunluğunun gerçekten azalmasını ve sağlam düşünceye alan tanınmasını umuyorum” dedi.

Buna ayrıca Rusya’nın İran konusunda, Fransa ve Almanya ile formalite icabı yakınlaşmak için şimdiye kadar harcadığı çaba da ekleniyor.

Bu üç yaklaşımın yaşadığı bocalama ve başarısızlık, İran’ın 1979’daki devriminin başlangıcından bugüne kadar üzerindeki baskılardan kaçmasına izin veren boşlukları ve çatlakları hesaba katarak, ABD diplomasisinin İran sorunundan kurtulmasına izin verecek dördüncü bir yaklaşımın sunulmasını mı gerektiriyor?

ABD-İran geriliminin, Tahran’ı koruyan ve ona eylemlerinin sonuçlarından kaçma yolu sağlayanlarla açık bir yüzleşme yapılmadan çözülmesi mümkün değil.

Bu, İran üzerindeki baskının hafifletilmesi anlamına gelmiyor. Daha ziyade genel olarak Ortadoğu’nun sorunlarına ve özelde İran sorununa yaklaşımda stratejik anahtarın, aynı zamanda Çin ve Rusya’ya karşı diplomatik ve ekonomik olarak kararlı ve kesin bir politika benimsemesinde yattığı kanaatini temsil ediyor.

Kararlılık da Soğuk Savaş veya askeri çatışma değil, pusulayı yönlendirmek ve tüm tarafların hedeflerini ve çıkarlarını tanımlamak anlamına geliyor.

Kibirli ve böbürlenen bir İran, koruyucuları dahil kimsenin çıkarına değil. Yarın İran’ın yayılmasını kontrol altına almak bugünden daha maliyetli olacak.

Bölgedeki güçlerini pekiştirmek isteyen Moskova ve Pekin’in de Washington gibi istikrara ihtiyaçları var ve Ortadoğu’da, özellikle de Maşrık (Levant) bölgesinde İran’ın müdahaleleri durdurulmadan istikrar mümkün değil.

İran müdahalesi durdurulmadan Körfez’de sürdürülebilir bir istikrar ve kesintisiz petrol tedarik akışından bahsedilemez.

İsrail-Filistin çatışması ancak İran müdahalesi durdurulduğunda çözülebilir. Yine İran müdahalesi durdurulmadan, terörizme, radikalizme ve devlet dışı grupların mantar gibi bitmesine karşı etkili ve sürdürülebilir bir mücadele söz konusu olamaz.

Moskova ve Pekin için geçerli olan, Avrupalı müttefikler için de geçerli. Onlar da arzu edilen siyasi, ekonomik ve güvenlik istikrarın, IŞİD ve diğer terör örgütlerinin tehdidiyle ilgili endişelerden kurtulmanın, İran’ın müdahaleleri ve genişleme politikası ele alınmadan mümkün olmadığına ikna edilmeliler.

Bilhassa müzakerelerin yeniden başlatılması konusundaki uzlaşıdan sonra ABD’nin bu konudaki herhangi bir ihmali, Biden’ın “ABD geri döndü” sloganına ölümcül bir darbe indirecektir.

Demokrasi ittifakı bir işe yaramayacak ve ABD geçmişte Sovyetler Birliği’ni çevrelediği gibi Çin’i çevreleyemeyecektir. Çünkü iki imparatorluk arasındaki fark çok büyük ve Moskova’ya karşı doğru ve başarılı olanın Pekin’e karşı fazla şansı yok.

İlgili Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir