KAFKASSAM – Kafkasya Stratejik Araştırmalar Merkezi

  1. Anasayfa
  2. »
  3. Gündem
  4. »
  5. KIRIM VE KAFKAS GÖÇLERİ (1856-1876)

KIRIM VE KAFKAS GÖÇLERİ (1856-1876)

Kafkassam Editör Kafkassam Editör - - 18 dk okuma süresi
418 0

Tarih boyunca hâkimiyet mücadelesinin hiçbir zaman bitmediği Kırım ve Kafkasya coğrafyaları, gerek Avrasya’yı Akdeniz memleketlerine bağlayan önemli bir köprü konumunda olmaları, gerekse de zengin ekonomik kaynaklarının çeşitliliği sebebiyle her dönemde dikkat çeken bölgeler olmuşlardır.
Kırım’ın güneyinde ve batısında Karadeniz Kırım’ın güneyinde ve batısında Karadeniz, doğusunda ve kuzeyinde Azak Denizi bulunmaktadır. Komşusu olan Kafkasya ise Taman Yarımadası’ndan başlayıp Bakü’nün doğusunda yer alan Apşeron Burnu’na kadar uzanır.
Bu bölgeler tarihin ilk dönemlerinden beri etnik ve kültürel çeşitliliğe sahne olmuş, mültecilerin sığınak yeri konumunda onlara kucak açmıştır. Milattan önceki çağlarda Kırım ve Kafkasya’nın ticari açıdan ayrı bir önemi vardı. Tarihi İpek Yolunun halkalarından biri Kırım’dan geçiyordu ve ticari açıdan medeni âlemin uğrak yeriydi. Kafkasya ise tarım ve hayvan ürünlerini dışarıya satmaktaydı. Jeopolitik olarak çok önemli olan Kırım ve Kafkasya bölgeleri, güneyin verimli “hilal” ine ulaşabilmek için bir geçit niteliğindelerdi.
İlkçağlarda Romalılar-Persler ve İskitlerin hâkimiyet mücadelelerinin yerini Ortaçağ’da Bizans-Sasani ve Hazarlar almışlardı. Sasanilerin yerine geçen Müslüman kumandanlar, başka coğrafyalarda kaydettikleri başarıyı burada kaydedememişlerdi. Hazarların güçlü muhalefeti sebebiyle de bölge İslam dairesi içerisine alınamamıştı. Sadece Güney Kafkasya’da İslam nüfuzu tesis edilebilmişti.
Cengiz Han’ın büyük oğlu Cuci Han’ın soyundan gelenlerin yönettikleri Altınordu Devleti’nin ise Rusların güneye inmesini engellemesi sayesinde ayrı bir önemi olmuştur. Ne zaman ki Timur, Altınordu Han’ı Toktamış’ı mağlup edip bölgede siyasi bir istikrarsızlık dönemine sebebiyet vermiştir ki, Ruslar durumdan istifade edip genişlemek için bu fırsatı kaçırmamışlardır. Altınordu Devleti’nin yıkılışından sonra da Kırım, Kazan, Sibir, Nogay, Astarhan hanlıkları kurulmuş ve bu bölünme Rusya’nın işine yaramıştır.
1500’lü yıllardan itibaren Rusya, bu hanlıklarla mücadele etmiş, kendi emellerini gerçekleştirebilmek amacıyla hanlıklar arasında birine karşı diğerini kışkırtmış ya da desteklemiştir. 1552 yılında Kazan’ın düşmesi ise çok mühim bir hadise olmakla beraber, 1556 yılında da Astarhan işgal edilmiştir. Böylece Rusya’nın genişleyebilmek adına önündeki en önemli engeller kaldırılmış olmaktadır. İdil havzası ve İpek Yolu’nun bir bölümü Rusların eline geçmiştir.
XVII. ve özellikle XVIII. yüzyıllarda Kırım ve Kafkasya, Osmanlı-İran-Rusya mücadelesine sahne olmuştur. Küçük Kaynarca Anlaşması ile Kırım’ın, dini bakımdan halifeye bağlı olmakla beraber tamamen müstakil olması, yine Rusya’nın işine yarayacaktır.
II. Katerina zamanında Ruslar, Kafkasya’da ilerlemeyi milli bir politika haline getirdiler. Kırım’ın bir bakıma Osmanlı Devleti’nden koparılmasından sonra sıra Kafkasya’ya gelmişti. Kafkasya ise dağlık alanlarıyla ve etnik çeşitliliği ile daha zor bir bölgeydi. Ruslara göre bu bölgedeki halk asla bir araya gelmemeliydi. 1792 tarihindeki Yaş Anlaşması ile Rusya Kırım ve Taman’ın Rusya’ya ait olduğunu Osmanlı Devleti’ne bir kez daha onaylatmıştı. 1829 yılındaki Edirne Anlaşması ile de Osmanlı Devleti Kafkasya’daki bütün haklarından vazgeçmişti.

II. Katerina zamanında Ruslar, Kafkasya’da ilerlemeyi milli bir politika haline getirdiler. Kırım’ın bir bakıma Osmanlı Devleti’nden koparılmasından sonra sıra Kafkasya’ya gelmişti. Kafkasya ise dağlık alanlarıyla ve etnik çeşitliliği ile daha zor bir bölgeydi. Ruslara göre bu bölgedeki halk asla bir araya gelmemeliydi. 1792 tarihindeki Yaş Anlaşması ile Rusya Kırım ve Taman’ın Rusya’ya ait olduğunu Osmanlı Devleti’ne bir kez daha onaylatmıştı. 1829 yılındaki Edirne Anlaşması ile de Osmanlı Devleti Kafkasya’daki bütün haklarından vazgeçmişti.
Bu sıralarda çeşitli tarihler arasında olmak üzere Kırım ve Kafkasya halkı Osmanlı ülkesine göç etmek zorunda kalmışlardı ya da Rusya tarafından zorla göç ettirilmişlerdi. Yüzyıllardır bölgede devam eden savaşlar halkı zor durumda bırakıyordu. Rus komutanların yapmış olduğu eziyetler de onları göçe zorlamanın ve yok etmenin tek yoluydu. Ruslara göre bu güzel ve elverişli topraklar medeni olmayan bölge halkına bırakılmamalıydı. 1800 yılına kadar Kırım’dan 500 bin kişi göç etmek zorunda kalmıştı. 1812 yılında da yeni bir göç dalgası meydana gelmiş, 1828’de de 200 bin kişi Osmanlı Devleti’ne iltica etmişti. Osmanlı Devleti de bu insanlara her dönemde kucak açmış, onları sadece insani maksatlarla kendi ülkesine kabul etmişti.
1856-1857, 1860-1862 ve 1864-1865 tarihleri arasında Kırım ve Kafkasyalılar memleketlerini terk ederek Osmanlı Devleti’ne gelmişlerdir. Diğer tarihlerde de var olan bu göç hareketi inişli-çıkışlı olarak devam etmiştir. 1860 tarihinde gerekli yazışmaların yapılması, masrafların karşılanması, muhacirlerin iskân edilmesi gibi meselelerin çözümü ve daha kolay işleyebilmesi için “Muhacirin Komisyonu” tesis edilmiş ve memurlar görevlendirilmiştir. 1856-1876 tarihleri arasında Osmanlı Devleti’ne göç eden Kırım ve Kafkas muhacirleri Anadolu ve Rumeli’nin çeşitli vilayetlerine devlet tarafından iskân olunmuşlardır.
Göç eden insanların savaştan kaçmaları sebebiyle bütün mülklerini bırakıp gelmiş olmaları, Osmanlı Devleti’ni her açıdan mali anlamda zorlamıştır. Bunun dışında gelenlerin Osmanlı toplum düzenine ayak uydurabilmeleri de başlı başına bir sorun teşkil etmiştir. İskân işlerinin de istenilen düzende ve hızda olmaması birçok soruna yol açıyordu. Bazı bölgelerde aksamalar oluyor, zor durumda kalan göçmenler şikâyette bulunuyorlar hatta ümitsizliğe kapılıp vatanlarına dönme istekleri dahi beliriyordu. Bazı bölgelerdeki aşiretlerin, göç edenlere kötü davranması da şikâyet konusu olan başka bir husustu.
Büyük kitleler halinde Osmanlı Devleti’ne göç edenlerin düzenli bir şekilde yerleştirilmesi, kimsesiz olanların okula gönderilmesi, yetişkin kızların evlendirilmesi, manevi evlatlık verilmesi gibi hususlar, kurulan komisyon ve görevlendirilen memurlar aracılığı ile yürütülmeye çalışılıyordu. Bu insanları bir an önce iskân edip üretici durumuna getirmek de çok önemli bir mesele idi. Dolayısıyla gelen göçmenler on sene boyunca vergilerden ve askerlikten muaf tutulmuşlardı. Bunların masraflarının karşılanması için Osmanlı Devleti tarafından belirli bir bütçe de ayrılmıştı. Bölgeden bölgeye sevkleri esnasında da yiyecek teminleri ve yardımları yapılmış, dağıtılan yiyeceklerin kayıtları tutulmuştu.
Bazı bölgelere çok sayıda muhacir aile gönderilmesi de sıkıntılara yol açmakta, çok yığılma olan yerlerde salgın hastalıklar baş göstermekte idi. 8 Mart 1860 tarihli kayda göre İstanbul’da toplananların sayısı on dört bini geçmişti ve aralarında tifüs yayılmaya başlamıştı. Hazinenin sınırlı imkânlarından dolayı hükümet daha fazla yardım yapmaya bazen fırsat bulamamış, yetersiz yiyecek yardımlarından ve sağlık içinde yaşamalarına ortam hazırlanamamasından ötürü %30’lara varan ölümler meydana gelmişti.
Bunun dışında göçmenler Varna, Vidin, Dobruca, Kıbrıs, Trablusgarp, Suriye bölgelerine de gönderilmişler, buralardaki boş arazilere yerleştirilmişler ya da yeni bölgeler oluşturulmuştur. Göçmenlerin mümkün olduğunca sulak, verimli ve ormanlı yerlere iskân olunmaları sağlanmaya çalışılmıştır. İlk başta hanlar ya da büyük konaklar kiralanarak göçmenlerin evleri inşa oluncaya kadar buralarda ya da çadırlarda kalmaları uygun görülmüştür. Bunun dışında halkın da misafirperverliği sayesinde bir süre de olsa sıkıntıdan kurtulmaktaydılar.
Üstelik kış gelmeden iskân işlemlerinin büyük çoğunlukla halledilmesi gereklidir ki, göçmenlerin zor durumda kalmamaları, daha fazla sefalet yaşamamaları açısından Osmanlı Devleti gücünün yettiği nispette her şeyi düşünmüştür. 1861 baharındaki kayıtlara göre, göçlerin artmasına rağmen yoğun çalışmalar sayesinde onların büyük bir çoğunluğunun iskân edildiği ifade edilmektedir. 1864 tarihinde Trabzon’da hiç muhacir kalmadığı Ceride-i Havadis’te yer almaktadır.
Sırf yevmiye almak için iskâna yanaşmayan göçmenler de mevcuttur. On bin nüfuslu Nogay muhacirleri bu konuda huzursuzluk çıkarmışlardır. Alınan karara göre Nogay muhacirleri kuvvet kullanılarak köylere dağıtılacaklar ya da uygun fiyatla birer ev ve bir miktar tohum verilecek, vaat edilen yardımların unutturulması sağlanacaktır.
Ayrıca Osmanlı halkından da yardım edenler çoğunluktadır. Osmanlı Devleti tarafından yardım özendirilmiş, hayırlı bir durum olduğuna vurgu yapılmış ve ahali bu konuda teşvik edilmiştir. Muhacirlerden yetişmiş çocukları olup da ziraat ile uğraşmak isterlerse gerekli kolaylıklar gösterilmiştir. Giyecek hususunda yapılan yardımlar konusunda da çok net bilgiler bulunmamaktadır. Bununla birlikte imkânlar dâhilinde yardımda bulunulduğu şüphesizdir.

Göçmenlerin en büyük istekleri halifenin koruyuculuğu altında huzur ve refah içerisinde yaşamaktı. Bu konuda Müslüman olmayan göçmenler de tek sığınak olarak Osmanlı Devleti’ni görmekteydiler. Osmanlı Devleti de bütün iyi niyeti ve gayretiyle zor şartlar altında kalan göçmenlere ayrım yapmadan kapılarını açmıştı. Yaşanan zorluklar, devletin de elinin yetmediği ya da zor durumda kaldığı bazı sebeplerden dolayı ileri gelmişti. İskân memurlarının ilgisizliği, teşkilat konusundaki eksikler, organize sıkıntısı gibi problemler birçok düzensizliğe yol açtı. Bu gibi durumlar da sorunları çözmekte yetersiz kaldı. Ayrıca yerli halk tarafından bazı durumlar da istismar edilmekteydi. Muhacirler geçinebilmek için az bir ücretle çalışmaya mecburlardı. Bu durum da aynı işi yapan yerli halk tarafından engellenmekteydi.
Bazı aşiretler tarafından göçmenlere iyi davranılmadığı da bilinmektedir. Sivas-Uzun yayla’daki göçmenlere aşiretler tarafından sık sık saldırılar olmaktaydı. Afşar aşiretinin saldırılarından dolayı devlet askeri tedbir almak durumunda kalmıştı. Ayrıca muhacirlerden kaynaklanan sorunlar da vardı. İskân sırasında devlet otoritesine karşı çıkmaları, asayişi bozmaları ve hırsızlık olaylarının meydana gelmesi gibi durumlar da yaşanıyordu. Hükümet Kafkas halkları içerisindeki muteber ve hatırı sayılır beylerden, hırsızlık yapanların bir daha yapmayacaklarına dair söz alıyordu. Bu durum askeri yollara başvurmadan çözme isteği ile alakalıydı. Buna rağmen hırsızlık olayları devam ederse sürgün ya da hapis cezası veriliyordu. Osmanlı Devleti bu tür olayların önlenmesinde kabile reislerine çok güveniyordu.
Esir ticareti de Kafkas kabileleri arasında sürdürülmeye çalışılmış ve Osmanlı Devleti bu durumu engellemeye çalışmıştı. Gazeteler aracılığı ile kendi kızını veya kardeşini satanların varlığı görülmekte idi. Muhacirler ve ahali arasında bu konuda da bazen sorun olabilmekteydi. İzmir’de bir göçmen kendi kızını rızasıyla satmış, ücreti aldıktan sonra da teslim etmemişti. Bu durum büyük bir çatışmaya yol açacak iken valinin araya girmesi ile ortalık sakinleşmişti.
Osmanlı Devleti’nin, muhacirlerin her türlü ihtiyaçlarını karşılayabilmek adına yaptığı harcamaların boyutları tespit edilememektedir. Yurtlarını terk ederek kaçmak zorunda kalan ve perişanlık içinde bulunan insanların bu ihtiyaçlarını uzun vadede karşılayabilmek elbette ki Osmanlı Devleti açısından büyük bir yüktü. Ancak bu göç hareketinin Osmanlı ekonomisine getirmiş olduğu katkılar da mevcuttu. Öncelikle boş, harap durumda olan ve verimsiz arazilerin işletilmesi ve şenlendirilmesi tesis edilebilmişti. Göçmenlerin gelişiyle birlikte Osmanlı nüfusunda belirli bir artış olmuştu. Dolayısıyla göç edenler demografik yapıyı da değiştirmişlerdi. Bilhassa savaş dönemleri dışında gelenlerden bazıları varlıklarının bir bölümünü de getirmiş olduklarından ötürü ticaret ve sanayi alanlarında devletin ekonomisine katkıları olabilmişti.
Göç edenler açısından ise yaşanan zorluklar elbette ki daha büyüktü. Göçler sırasında açlık, kıtlık, salgın hastalıklar ile mücadele eden göçmenler, nüfuslarının üçte birini zaten kaybetmek durumunda kalmışlardı. Dillerini bilmedikleri bir coğrafyada da topluma ayak uydurmak çok zor bir hadise idi ve büyük güçlüklerle karşılaşmışlardı. Memurların ve yerli halkın da kendilerine iyi davranmadığı bölgelerde daha da büyük sorunlar yaşamaktaydılar. Ayrıca büyük çoğunluğu Rumeli vilayetlerine yerleştirilen Kafkas muhacirleri, 1877-1878 Türk-Rus savaşı sonucunda buralardan da göç etmek zorunda kalmışlar ve yeni bir göç dalgası meydana gelmişti. Refaha ve huzura kavuşup, buralar için yeni yeni faydalı olmaya başlayan muhacirler, yeniden perişanlık ve sefalet içerisine düşmüşlerdi. Osmanlı Devleti’nin yenilmiş olması bu kez göçmenleri bir öncekinden de daha kötü duruma düşürmüştü.

Rusya ise Kafkasya’yı işgal ettikten sonra buradaki ayaklanmaya hazır ve Osmanlı Devleti ile bağlantısı olan Müslüman unsuru göçe zorlamakla isyanları engellemiş; işgal ettikleri bölgelere Rus veya Ruslara taraftar olan halkı yerleştirmek suretiyle bölgenin demografik yapısını değiştirme yoluna gitmiştir. Burada en önemli husus, bölge halkı ile Anadolu Türklüğünün bağını kesmektir. Bunun için de Rusya tarafında sınır güvenliği bu şekilde tesis edilmiştir. 1864’lerden 1918’lere gelinceye kadar da Kafkasya’da Şeyh Şamil gibi bir önderin çıkmamış olması da Rusya’nın işini kolaylaştırmıştır.

Aybük Güzey

Kaynak: Abdullah Saydam, Kırım ve Kafkas Göçleri (1856-1876), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2010.

İlgili Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir