Şimdi yükleniyor

Cemal Akkuş: TARİHSEL TRAVMALAR, JEOPOLİTİK KISKAÇ ve TERÖRSÜZ TÜRKİYE ARAYIŞININ STRATEJİK ANALİZİ

Türkiye Cumhuriyeti, ikinci yüzyılının şafağında, tarihinin en kritik stratejik dönemeçlerinden birini yaşamaktadır. “Terörsüz Türkiye” hedefiyle başlatılan ve Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin tarihi çağrısıyla yeni bir boyut kazanan süreç, sadece kırk yıllık düşük yoğunluklu bir çatışmanın askeri olarak sonlandırılması çabası değildir. Bu süreç, küresel sistemin yeniden şekillendiği, Ortadoğu sınırlarının fiilen buharlaştığı, vekalet savaşlarının konvansiyonel devlet çatışmalarına evrildiği ve “Büyük Ortadoğu” üzerindeki harita mühendisliğinin yeni bir safhaya geçtiği bir dönemde, Türk devletinin bekasını ve toplumsal bütünleşmesini sağlama iradesinin en somut tezahürüdür.

Bu rapor, MHP ve DEM Parti tarafından hazırlanan ve Türkiye’nin geleceğine dair iki taban tabana zıt, ancak aynı coğrafyada kesişen vizyonları temsil eden raporların derinlemesine analizini içermektedir. Analiz, sadece güncel politik manevraları değil, Türk milletinin son iki yüzyılda yaşadığı imparatorluk kaybı travmasından, Sykes-Picot düzeninin yapay sınırlarına; İsrail’in “Çevre Stratejisi” ve Oded Yinon Planı’ndan, Amerikan dış politikasının Suriye Demokratik Güçleri (SDG) üzerindeki tahakkümüne kadar geniş bir jeopolitik perspektifi kapsamaktadır. Rapor, “Terörsüz Türkiye” söyleminin altındaki devlet aklını, MHP’nin üniter devlet yapısını koruma refleksini ve DEM Parti’nin “demokratik özerklik” ve “anayasal vatandaşlık” taleplerini, daha önce analizini yaptığımız ve Alarm’da yayınlanan ‘Bir Anket Bir Analiz’ raporunun sosyolojik verileri ışığında karşılaştırmalı olarak irdelemektedir. Nihai amaç, bu iki raporun satır aralarından bir “barış” ihtimalinin çıkıp çıkmayacağını, tarafların kırmızı çizgilerini ve Türkiye’nin uzun vadeli stratejik çıkarlarını, hamasetten uzak, veri temelli ve analitik bir yaklaşımla ortaya koymaktır.

Bölüm I: Tarihsel Derinlik ve Sosyolojik Fay Hatları

1.1. Türk Milletinin Son 200 Yıllık Travmaları: “Beka” Kavramının Ontolojik Kökeni

Türk devlet aklının ve MHP raporunda ısrarla vurgulanan “beka” (varoluş) kavramının köklerini anlayabilmek için, Türk milletinin son iki asırda maruz kaldığı jeopolitik travmaları analiz etmek elzemdir. 19. yüzyıl, Osmanlı İmparatorluğu için sadece toprak kayıpları değil, aynı zamanda Balkanlar’dan Kafkaslara, Kırım’dan Ortadoğu’ya kadar geniş bir coğrafyadan Anadolu’ya çekilme ve “yok oluş” korkusunun iliklere kadar hissedildiği bir dönem olmuştur.

Özellikle Balkan Savaşları (1912-1913) sırasında yaşanan hezimet ve Rumeli’nin kaybı, Türk entelijansiyasında ve devlet hafızasında onarılması güç bir yara açmıştır. Bu travma, “Sevres Sendromu” olarak adlandırılan ve Batılı büyük güçlerin (Düvel-i Muazzama), yerel etnik ve dini azınlıkları (Ermeniler, Rumlar ve daha sonra Kürtler) kullanarak Anadolu coğrafyasını parçalama niyetinde olduklarına dair derin bir endişe ve teyakkuz halini doğurmuştur. MHP raporunda terörle mücadelenin bir “asayiş sorunu” değil, bir “varlık-yokluk” meselesi olarak tanımlanması, bu tarihsel arka planla doğrudan ilişkilidir. Rapor, terörü emperyalizmin Türkiye’yi bölmek için kullandığı bir aparat olarak görmekte ve çözümün ancak bu aparatın (PKK) kayıtsız şartsız tasfiyesiyle mümkün olacağını savunmaktadır.

Türk milletinin yaşadığı bu travma, devletin kurucu felsefesini şekillendirmiş ve üniter yapı hassasiyetini en üst seviyeye çıkarmıştır. İmparatorluğun çok uluslu yapısının dağılmasıyla elde kalan son kale olan Anadolu’da, homojen bir ulus inşası ve merkeziyetçi bir devlet yapısı, bir tercih değil, tarihsel bir hayatta kalma stratejisi olarak benimsenmiştir. Dolayısıyla bugün DEM Parti raporunda talep edilen “yerel özerklik”, “çok dilli kamusal alan” ve “anayasal statü” gibi kavramlar, devlet aklı tarafından demokratikleşme talepleri olarak değil, İmparatorluğun son dönemindeki “adem-i merkeziyetçilik” tartışmalarının ve akabinde gelen bölünmenin bir tekrarı olarak okunmaktadır.

1.2. İngiliz Harita Mühendisliği: Sykes-Picot ve Sosyolojik Gerçeklikten Kopuş

Ortadoğu’nun bugün içinde bulunduğu kaosun temel nedenlerinden biri, I. Dünya Savaşı sırasında İngiliz diplomat Mark Sykes ve Fransız diplomat François Georges-Picot tarafından çizilen ve bölgenin sosyolojik, etnik ve mezhepsel gerçekliklerini tamamen göz ardı eden gizli paylaşım haritalarıdır. 1916 tarihli Sykes-Picot Anlaşması, bölge halklarının iradesini yok sayarak, cetvelle çizilmiş yapay sınırlar üretmiş ve bu sınırlar, aşiretleri, aileleri ve organik ekonomik havzaları birbirinden koparmıştır.

İngilizlerin bu harita mühendisliği, “böl ve yönet” stratejisinin bir ürünüydü. Kürt coğrafyasının Türkiye, Irak, Suriye ve İran arasında bölünmesi, bu stratejinin en somut ve uzun vadeli sonuçlarından biri olmuştur. Bu bölünme, bölge devletleri ile Kürt nüfus arasında yüz yıl sürecek bir güvensizlik ve çatışma dinamiğini tetiklemiştir. Bugün Suriye’nin kuzeyinde YPG/SDG eliyle yürütülen “devletleşme” çabaları ve Kuzey Irak’taki gelişmeler, esasen Sykes-Picot düzeninin yarattığı boşluklardan ve çelişkilerden beslenmektedir.

MHP raporu, Türkiye’nin üniter yapısını savunurken, aslında Sykes-Picot ile kurulan bu yapay düzenin daha da atomize edilerek “Balkanlaştırılması” riskine karşı bir duruş sergilemektedir. Raporda, dış güçlerin (İngiltere’nin tarihsel rolü ve bugün ABD/İsrail) bölgeyi mikro-milliyetçilikler üzerinden daha küçük ve yönetilebilir parçalara ayırma planına karşı, “Milli Devlet” ve “Üniter Yapı”nın korunması gerektiği vurgulanmaktadır. Buna karşılık DEM Parti raporu, bu sınırların Kürtleri inkar ettiğini belirterek, çözümün ulus-devlet sınırlarını aşan bir “Demokratik Konfederalizm” veya yerel özerklik modelinde olduğunu savunmaktadır. Ancak devlet aklı, bu tür modellerin, Sykes-Picot’un ikinci aşaması olan “mikro-devletçikler” dönemine geçiş için bir basamak olacağını değerlendirmektedir.

1.3. Türk Milletinin Sömürgeci Olmayan Doğası ve Çok Kültürlülük Mirası

Batı sömürgeciliği ile Türk devlet geleneği arasındaki temel fark, “öteki”ne bakış açısında yatmaktadır. İngiliz, Fransız veya İspanyol sömürgeciliği, fethettikleri topraklardaki kaynakları ana kıtaya aktarmak, yerel kültürleri yok etmek veya köleleştirmek üzerine kurulu iken; Türk devlet geleneği, fethettiği toprakları “vatan”laştıran, halkı “tebaa” olarak kabul edip güvenliğini sağlayan ve vergi/askerlik karşılığında inanç ve kültür özerkliği tanıyan bir yapı sergilemiştir.

Osmanlı Millet Sistemi, din esasına dayalı bir çoğulculuk modeli olarak, imparatorluk bünyesindeki farklı etnik ve dini grupların (Ermeni, Rum, Yahudi vb.) yüzyıllarca kendi dillerini, dinlerini ve hukuklarını (Ahval-i Şahsiye) korumalarına imkan tanımıştır. Türk milleti, tarihin hiçbir aşamasında ırk temelli bir asimilasyon politikası veya kültürel soykırım uygulamamıştır. MHP raporunda yer alan “Türk milleti bir kültür birliğidir, ırk birliği değildir” tezi, bu tarihsel mirasın Cumhuriyet dönemindeki yansımasıdır. Raporda Ziya Gökalp’in fikirlerine atıfla, milletin “dil, kültür ve ülkü birliği” olduğu, biyolojik bir ırkçılığa dayanmadığı savunulmaktadır.

Bu bağlamda MHP ve devletin tezi şudur: Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’nın çok kültürlü mirasını “eşit vatandaşlık” temelinde modernleştirmiştir. “Türk” üst kimliği, etnik bir dayatma değil, farklı kökenlerden gelen vatandaşları hukuk önünde eşitleyen birleştirici bir çatıdır. DEM Parti’nin iddia ettiği gibi bir “inkar ve asimilasyon” sistematiği, Cumhuriyet’in kurucu felsefesinde değil, dönemsel ve arızi uygulamalarda (örneğin 12 Eylül dönemi) aranmalıdır. Türk milletinin hegemon olmayan karakteri, bugün de Kürt kökenli vatandaşların devletin en üst kademelerine kadar gelebilmesi ve toplumsal hayatta herhangi bir ırk ayrımına tabi tutulmamasıyla (evlilik, ticaret, komşuluk) kendini göstermektedir.

Bölüm II: Küresel Satranç ve Terörün Jeopolitiği

2.1. PKK, YPG ve SDG Bağlantısı: İsim Oyunları ve Organik Bütünlük

“Terörsüz Türkiye” sürecinin en kritik düğüm noktası, PKK ile Suriye’deki yapılanmaları (PYD/YPG) ve ABD tarafından paravan olarak kurulan SDG (Suriye Demokratik Güçleri) arasındaki ilişkinin niteliğidir. Batılı müttefikler, özellikle ABD, SDG’yi IŞİD ile mücadelede “yerel bir partner” olarak tanımlayarak, bu yapıyı PKK’dan ayrı bir oluşum gibi lanse etmeye çalışmaktadır. Ancak istihbarat raporları, saha gerçekleri ve bizzat örgüt içi yazışmalar, bu yapıların organik bir bütün olduğunu, komuta kontrol merkezinin Kandil olduğunu ve kadro geçişlerinin sürekliliğini kanıtlamaktadır.

Öcalan’ın 27 Şubat 2025 tarihli PKK’nın feshini öngören çağrısının, sadece Türkiye içindeki PKK unsurlarını değil, Suriye’deki PYD/YPG’yi de kapsaması, bu organik bağın örgüt liderliği tarafından da teyit edildiğini göstermektedir. Ancak, SDG Komutanı Mazlum Abdi’nin bu çağrıya verdiği “Bu çağrı PKK’yı ilgilendirir, Suriye’deki durum farklıdır” şeklindeki yanıt, örgütün Suriye kolunun ABD ve İsrail ile geliştirdiği stratejik ilişkiler nedeniyle Kandil’den ve İmralı’dan bağımsızlaşma eğiliminde olduğunu veya bu yönde bir “rol paylaşımı” yapıldığını düşündürmektedir.

Türk devletinin tezi nettir: YPG ve SDG, PKK’nın Suriye şubesidir ve Türkiye’nin güney sınırında bir “terör koridoru” oluşturmayı amaçlamaktadır. “Terörsüz Türkiye” hedefi, sadece Türkiye topraklarındaki teröristlerin temizlenmesini değil, sınırın hemen ötesindeki bu “devletleşme” girişiminin de bertaraf edilmesini kapsamaktadır. MHP raporundaki “terörü kaynağında kurutma” stratejisi, bu jeopolitik okumanın bir sonucudur.

2.2. İsrail’in Bölgesel Yayılma Stratejisi: Oded Yinon Planı ve SDG

Raporların analizinde ve devletin “beka” kaygısının temelinde yatan en önemli dış dinamiklerden biri, İsrail’in Ortadoğu’ya yönelik uzun vadeli stratejileridir. 1982 yılında Oded Yinon tarafından kaleme alınan “İsrail İçin Bir Strateji” (A Strategy for Israel in the 1980s) başlıklı rapor, İsrail’in güvenliğinin, çevresindeki Arap ulus-devletlerinin (Irak, Suriye, Mısır) etnik ve mezhepsel temelde parçalanmasına bağlı olduğunu öne sürmektedir.

Yinon Planı, Irak’ın Şii, Sünni ve Kürt devletlerine; Suriye’nin ise Alevi, Sünni, Dürzi ve Kürt bölgelerine ayrılmasını İsrail’in stratejik hedefi olarak belirlemiştir. Bu plana göre, bölgedeki etnik ve dini azınlıklar, İsrail’in Arap çoğunluğa karşı doğal müttefikleridir (Çevre Stratejisi / Periphery Doctrine). Bugün Suriye’nin kuzeydoğusunda SDG/YPG kontrolündeki bölge, İsrail’in bu stratejisiyle birebir örtüşmektedir. İsrail, YPG’yi ve bağımsız bir Kürt devletini, İran’ın bölgedeki nüfuzunu kesecek ve Türkiye’yi güneyden kuşatacak bir “tampon bölge” ve müttefik olarak görmektedir.

Bu bağlamda, Türk devletinin “Terörsüz Türkiye” tezi, sadece PKK ile mücadele değil, aynı zamanda İsrail’in bu parçalama stratejisine (Yinon Planı) karşı bir savunma hattı oluşturma çabasıdır. MHP raporundaki “beka” vurgusu, İsrail’in “vadedilmiş topraklar” (Arz-ı Mev’ud) hayali ve bölgeyi Balkanlaştırma planlarına karşı geliştirilen bir devlet refleksidir.

2.3. “Davut Koridoru” (David Corridor) ve Enerji Jeopolitiği

Son dönemde stratejik analizlerde sıkça yer alan “Davut Koridoru” projesi, İsrail’in Yinon Planı’nı güncelleyerek enerji ve lojistik hatları üzerinden hayata geçirme girişimi olarak değerlendirilmektedir. İddialara göre bu proje, İsrail’in işgali altındaki Golan Tepeleri’nden başlayarak, Suriye’nin güneyindeki Dürzi bölgesi (Süveyda), doğusundaki ABD üssü (El Tanf) ve Fırat’ın doğusundaki SDG/YPG bölgesi üzerinden Kuzey Irak’a ve oradan da İran sınırına kadar uzanan bir koridor oluşturmayı hedeflemektedir.

Bu koridorun amacı;
1. İsrail’i karadan Mezopotamya enerji kaynaklarına ve Kürt bölgesine bağlamak.
2. İran’ın Akdeniz’e ulaşan lojistik hattını (Şii Hilali) kesmek.
3. Türkiye ile Arap dünyası arasındaki kara bağlantısını koparmak ve Türkiye’nin “Kalkınma Yolu” projesini by-pass etmektir.

SDG ve YPG, bu koridorun en önemli “kara gücü” ve “bekçisi” konumundadır. Dolayısıyla Türkiye’nin YPG’ye yönelik operasyonları ve “terör koridoruna izin vermeyeceğiz” çıkışı, aslında bu “Davut Koridoru” projesini engellemeye yöneliktir. MHP raporunda yer alan “bölgesel ve küresel boyutlar” başlığı, bu tehdidin farkında olunduğunu ve mücadelenin sadece bir örgüte karşı değil, arkasındaki bu büyük plana karşı verildiğini göstermektedir.

2.4. ABD ve İsrail Bağlantısı: SDG Üzerinden Yapılan Hesaplar

ABD’nin Suriye’deki varlığı ve SDG’ye verdiği koşulsuz destek, İsrail’in güvenliği ve bölgesel planlarıyla doğrudan ilişkilidir. ABD, SDG’yi silahlandırarak ve eğiterek, hem IŞİD’in geri dönüşünü engellemek hem de Suriye’nin geleceğinde Esad rejimi, Rusya ve Türkiye’ye karşı elinde bir koz tutmak istemektedir. Ancak daha derin stratejide, ABD’nin bu desteği, İsrail’in “Davut Koridoru” projesine güvenlik şemsiyesi sağlamaktadır.

Türkiye için SDG, bir “terör ordusu”dur. ABD ve İsrail için ise SDG, bölgedeki stratejik çıkarlarını koruyan bir “vekil güç”tür. “Terörsüz Türkiye” süreci, eğer başarıya ulaşırsa (PKK’nın feshi ve silah bırakması), ABD ve İsrail’in elindeki bu enstrümanı işlevsiz hale getirecektir. Bu nedenle, sürecin önündeki en büyük engel, Kandil’den ziyade, SDG’yi kaybetmek istemeyen bu küresel güçlerin (ABD, İsrail) çıkaracağı zorluklar olacaktır.

Bölüm III: Üniter Devlet, Çoklu Dil ve “Çağdaş” Masallar

3.1. Üniter Devlet Yapısı ve Resmi Dil: Egemenliğin Çimentosu

MHP raporu ve Türk devlet tezi, Türkiye’nin üniter devlet yapısının ve tek resmi dil (Türkçe) ilkesinin, toplumsal barışın ve devletin bekasının teminatı olduğunu savunmaktadır. Dünyadaki güçlü ve çağdaş ülkelere bakıldığında, resmi dilin egemenliğin en önemli sembolü ve aracı olduğu görülmektedir.

Fransa Örneği: Demokrasinin beşiği sayılan Fransa, anayasasında “Cumhuriyetin dili Fransızcadır” hükmünü barındırır ve kamusal alanda, eğitimde azınlık dillerinin kullanımına (örneğin Korsikaca, Bretonca) katı sınırlamalar getirir. Fransa, çok dilliği ulusal birliği tehdit eden bir unsur olarak görmekte ve “tek ve bölünmez cumhuriyet” ilkesini tavizsiz uygulamaktadır.

Almanya Örneği: Federal bir yapıya sahip olmasına rağmen Almanya’da eğitim ve bürokrasi dili Almancadır. Göçmenlerin entegrasyonu için Almanca öğrenimi zorunlu tutulur ve “paralel toplumlar” oluşması engellenmeye çalışılır.

Bu örnekler, “çağdaşlık” ve “demokrasi” adına Türkiye’ye dayatılan “çok dilli eğitim”, “kamusal alanda çok dillilik” gibi tezlerin, aslında güçlü devletlerin kendi içlerinde uygulamadıkları, ancak hedef ülkeleri zayıflatmak için ihraç ettikleri projeler olduğunu göstermektedir.

3.2. Çoklu Dil, Çoklu Kültür, Çoklu İnanç Tezlerinin Arka Planı

Görünürde demokrasi, insan hakları ve kültürel zenginlik gibi masum kavramlarla sunulan “çok kültürlülük” (multiculturalism) ve “çok dillilik” politikaları, üniter devletlerde uygulandığında, toplumu ayrıştıran ve “mikro-milliyetçilikleri” körükleyen bir işlev görmektedir.

DEM Parti raporunda talep edilen “anadilde eğitim” ve “yerel yönetimlere yetki devri”, pratik uygulamada şu riskleri barındırmaktadır:

Dilsel Gettolaşma: Ortak iletişim dili olan Türkçenin zayıflaması, toplumun farklı kesimlerinin birbirini anlamasını zorlaştırır ve duygusal kopuşa yol açar.

Siyasal Ayrışma: Farklı dillerde eğitim ve bürokrasi, zamanla “farklı uluslar” algısını yaratır ve bu da federasyon veya bağımsızlık taleplerine zemin hazırlar.

Devletin Zayıflaması: Çoklu hukuk ve çoklu idare sistemleri, merkezi otoriteyi zayıflatır ve devleti dış müdahalelere açık hale getirir.

MHP raporu, bu tezlerin “insan hakkı” değil, “siyasal ayrılıkçılık” talebi olduğunu ve devletin üniter yapısını (tek millet, tek devlet, tek dil) hedef aldığını belirtmektedir. Bu nedenle, anadilin öğrenilmesi ve kültürel olarak yaşatılması (özel alan) ile anadilin kamusal hizmet ve eğitim dili olması (kamusal alan) arasında kesin bir çizgi çekilmektedir.

Bölüm IV: Sosyolojik Gerçeklik ve Toplumsal Beklentiler

4.1. Paradoks ve Fırsat
Bir ANket Bir ANaliz yazımızda analiz ettiğimiz “Türkiye’nin Milliyetçilik Haritası” araştırması, “Terörsüz Türkiye” sürecinin toplumsal tabanına dair hayati veriler sunmaktadır. Bu veriler, Türk toplumunun Kürt meselesine bakışında ilginç bir paradoks olduğunu ortaya koymaktadır.

Bireysel Kabul (Entegrasyon): Türk toplumu, bireysel düzeyde Kürt vatandaşlarla hiçbir sorunu olmadığını kanıtlamaktadır. Ankete göre, “ailenize Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı bir Kürt’ün gelin/damat olarak katılmasına” karşı çıkanların oranı sadece %19,3’tür. Bu oran, Iraklı bir Kürt (%58,2 red) veya Suriyeli bir Türkmen (%47,7 red) ile kıyaslandığında, vatandaşlık bağının ve ortak yaşam kültürünün etnik kimlikten çok daha güçlü bir birleştirici olduğunu göstermektedir.

Kolektif Ret (Beka Kaygısı): Ancak, konu bireysel ilişkilerden çıkıp “kamusal alan” ve “kolektif haklar” (örneğin Kürtçe eğitim, özerklik) düzeyine geldiğinde, toplumun %65,2’si sert bir ret refleksi göstermektedir. Bu durum, Türk halkının Kürt kimliğine değil, bu kimlik üzerinden yapılan “siyasal statü” taleplerine ve bunun yaratacağı bölünme riskine karşı dirençli olduğunu göstermektedir.

4.2. Ortak Paydalar ve Yeni Anayasa Zemini
Anket sonuçları, ayrışmadan çok bütünleşme potansiyelini işaret etmektedir:

DEM Parti Seçmeni: DEM Parti seçmenlerinin %42,1’i “Cumhuriyet Dönemi” ile gurur duymakta ve %54,3’ü kendini “İslam Ümmeti”nin bir parçası olarak görmektedir. Bu veriler, Kürtlerin büyük çoğunluğunun Türkiye’den kopmak istemediğini, Cumhuriyet değerleri ve İslam kardeşliği üzerinden devletle bağ kurduğunu göstermektedir.

Kapsayıcı Vatandaşlık: Toplumun %72,6’sı, “Kökeni ne olursa olsun, kendini Türk hisseden ve Türkiye’ye bağlı olan herkes Türk’tür” şeklindeki, Atatürk milliyetçiliğine dayalı kapsayıcı vatandaşlık tanımını desteklemektedir. Bu, yeni bir anayasa için güçlü bir toplumsal mutabakat zemini sunmaktadır.

Bu sosyolojik tablo, MHP’nin “Kürt sorunu yoktur, terör sorunu vardır” tezini ve “kardeşlik hukuku” vurgusunu desteklerken; DEM Parti’nin “ayrılıkçı” veya “özerklikçi” taleplerinin sosyolojik tabanda karşılığı olmadığını (Türklerde %65 ret, Kürtlerde yüksek Cumhuriyet/Ümmet aidiyeti) göstermektedir.

4.3. Anayasal Çerçeve ve Eşitlik

Mevcut anayasa (Madde 10 ve Madde 66), yurttaşlar arasında etnik, dini veya mezhepsel bir ayrım yapmadan “kanun önünde eşitlik” ve “vatandaşlık bağı” esasını getirmiştir. Türk milletinin tarihinde hegemonik bir sınıf (aristokrasi) veya sömürgeci bir pratik olmadığı için, vatandaşlar arasında “Beyaz-Siyah” ayrımına benzer yapısal bir eşitsizlik yoktur. Bir Kürt vatandaşı, Cumhurbaşkanı, Genelkurmay Başkanı veya MİT Müsteşarı olabilmektedir. Dolayısıyla sorun, “yasal eşitsizlik” değil, terörün yarattığı “güvenlikçi uygulamalar” ve “ekonomik geri kalmışlık” sorunudur. “Terörsüz Türkiye” projesi, terörü bitirerek bu arızi sorunları ortadan kaldırmayı hedeflemektedir.

Bölüm V: Raporların Analizi ve Çatışma Noktaları

5.1. MHP Raporu: Devletin Kırmızı Çizgileri

MHP’nin raporu, bir “çözüm süreci” (müzakere) belgesi değil, bir “zafer ve tasfiye” stratejisidir.

Temel Tez: Terör, bir sonuç değil, dış kaynaklı bir saldırıdır. Müzakere edilmez, kökü kazınır.

Yöntem: PKK kayıtsız şartsız silah bırakacak ve kendini feshedecektir. Örgüt üyeleri için “pişmanlık yasası” ve “infaz indirimi” gibi hukuki yollar (Eve Dönüş) açılacaktır, ancak bu bir “genel af” veya “siyasi pazarlık” değildir.

Kırmızı Çizgiler: Üniter yapı, Anayasa’nın ilk 4 maddesi ve resmi dil tartışılamaz. “Kürt Sorunu” tanımı reddedilir.

Hedef: Terörün olmadığı bir Türkiye’de, Kürt kökenli vatandaşların üzerindeki örgüt baskısını kaldırarak onları devletle bütünleştirmek (Sivilleşme ve Özgürleşme).

5.2. DEM Parti Raporu: Maksimalist Talepler ve Özerklik

DEM Parti’nin raporu, terörün bitmesini “devletin dönüşümü” şartına bağlamaktadır.

Temel Tez: Sorun, Kürt kimliğinin ve statüsünün inkarıdır. Çözüm, “Demokratik Cumhuriyet” ve “Demokratik Ulus” inşasıdır.

Talepler: “Barış Yasası” çıkarılmalı, Öcalan “baş müzakereci” olarak kabul edilmeli, anadilde eğitim anayasal hak olmalı, yerel yönetimlere özerklik verilmeli (Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı çekinceleri kaldırılmalı), Kayyım rejimi son bulmalı.

Yaklaşım: Silah bırakma, ancak siyasal statü ve yasal güvenceler (Demokratik Entegrasyon Yasası) karşılığında mümkündür.

5.3. Temel Çatışma: Barış Çıkar mı?

Bu iki rapor arasında “Ontolojik” bir uçurum vardır.

Tanım Farkı: MHP sorunu “Terör”, DEM “Statü” sorunu olarak görmektedir.

Yöntem Farkı: MHP “Teslimiyet/Fesih”, DEM “Müzakere/Mutabakat” istemektedir.

Hedef Farkı: MHP “Üniter Ulus Devletin Tahkimi”, DEM “Adem-i Merkeziyetçi (Özerk) Devlet” hedeflemektedir.

Bu raporlardan, DEM Parti’nin talep ettiği formatta (karşılıklı müzakere, statü tanıma) bir “Barış” çıkması imkansızdır. MHP ve Devlet, bu talepleri “Beka Tehdidi” ve “Bölünme Projesi” olarak görmektedir. Ancak, “Devletin Şartlarıyla Barış” (Örgütün çözülmesi, silah bırakma, bireysel hakların genişletilmesi) ihtimali masadadır.

Bölüm VI: Öcalan’ın Fesih Çağrısı ve Örgütün Geleceği

6.1. Öcalan’ın Rolü ve Fesih Çağrısı

Devlet, Öcalan’ı bir “müzakereci” olarak değil, örgütü tasfiye edecek bir “enstrüman” olarak kullanmak istemektedir. Öcalan’ın “örgütün feshi ve silah bırakma” çağrısı, örgütün ideolojik ve askeri olarak tıkandığının ve dış güçlerin oyuncağı haline geldiğinin bir itirafıdır. Öcalan, kendi mirasını kurtarmak ve belki de “Umut Hakkı”ndan yararlanmak için devletle işbirliği zeminine kaymıştır.

6.2. Finansörler ve Dış Güçlerin Direnci

Örgütün feshi, sadece Kandil’in kararına bağlı değildir.

Finansal Yapı: PKK, Avrupa’da uyuşturucu, haraç ve sivil toplum fonları üzerinden dönen devasa bir “terör ekonomisi”ne hükmetmektedir. Bu rantı yöneten “Baronlar”, barışa ve feshine direnecektir.

Dış Güçler: ABD, İsrail ve İran; Türkiye’ye karşı kullandıkları bu “vekalet gücünü” (proxy) kaybetmek istemeyecektir. Öcalan’ın çağrısına rağmen, YPG/SDG’nin “Biz PKK değiliz, Suriye’nin durumu farklı” diyerek silah bırakmaması, bu dış müdahalenin (ABD/İsrail) bir sonucudur.

Bölünme İhtimali: Öcalan’ın çağrısı sonrası örgüt içinde “İmralı’ya sadık olanlar” ve “Kandil/Dış Güçlere sadık olanlar” şeklinde bir bölünme yaşanması muhtemeldir.

Bölüm VII: Türk Devletlerinin Birlikteliği ve Kürtlerin Geleceği

7.1. TDT ve Kalkınma Yolu: Yeni Jeopolitik Gerçeklik

Türk Devletleri Teşkilatı’nın (TDT) yükselişi ve Türkiye’nin merkezinde olduğu “Orta Koridor” ve “Kalkınma Yolu” projeleri, bölgenin jeopolitiğini değiştirmektedir. Irak’tan Türkiye’ye uzanan Kalkınma Yolu, Kürt nüfusun da yaşadığı ama ağırlık olarak Türklerin yaşadığı bölgelerden geçerek (Musul, Kerkük, Ovaköy), bu bölgelere büyük bir ekonomik refah getirecektir.

7.2. Kürtlerin Menfaati Nerede?

Tarihsel olarak Kürtler, bölgede asla kalıcı ve bağımsız bir devlet kuramamış; kaderlerini hep Türklerle birleştirerek (İdris-i Bitlisi, Çaldıran, Milli Mücadele) varlıklarını korumuşlardır. Bugün de Kürtlerin “sağlam ve uzun vadeli menfaati”;

İsrail’in “Davut Koridoru” veya ABD’nin “Petrol Bekçiliği” gibi projelerinde “harcanabilir piyon” olmakta değil,

Yükselen Türk Dünyası ve Güçlenen Türkiye Cumhuriyeti’nin “eşit ve onurlu kurucu ortağı” olmakta yatmaktadır.

Bölgedeki kaos (Suriye iç savaşı, Irak’ın istikrarsızlığı, Gazze soykırımı) göz önüne alındığında, Türkiye Cumhuriyeti pasaportu ve vatandaşlığı, Kürtler için en büyük güvenlik ve refah garantisidir.

Sonuç: Bu Raporlardan Barış Çıkar mı?

MHP ve DEM Parti raporları, yüzeysel olarak bakıldığında uzlaşmaz iki kutbu temsil etse de, “Devlet Aklı”nın çizdiği çerçevede bir çözüm (tasfiye) ihtimalini barındırmaktadır.

Siyasi Müzakere Barışı Çıkmaz: DEM Parti’nin anayasal statü, özerklik ve anadilde eğitim gibi talepleri, MHP ve Devlet’in “Kırmızı Çizgileri” (Üniter yapı, Resmi dil) ile taban tabana zıttır. Bu konularda bir orta yol yoktur.

Devlet Destekli Tasfiye ve Entegrasyon Barışı Çıkabilir: Devlet, PKK’yı askeri olarak bitirmiş, sınır ötesinde kuşatmıştır. Öcalan’ın fesih çağrısı, bu askeri zaferin siyasi tescili olacaktır. “Terörsüz Türkiye” projesi, örgütü tasfiye ederken, Kürt vatandaşlara yönelik “demokratik iyileştirmeler” (bireysel haklar) ve “ekonomik kalkınma” vaat etmektedir.

Kürtlerin Seçimi: Kürt siyaseti ve halkı, tarihi bir yol ayrımındadır: Ya İsrail ve ABD’nin bölgeyi kan gölüne çeviren harita oyunlarında (Yinon Planı, Davut Koridoru) figüran olacaklar ve Türkiye ile sonsuz bir çatışmaya girecekler; ya da Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter yapısı içinde, Türk Dünyası ile bütünleşen, ekonomik olarak kalkınmış ve kültürel hakları güvence altına alınmış “Asli Unsur” olarak yollarına devam edeceklerdir.

Sonuç: Bu raporlardan, masada el sıkışılan bir “protokol barışı” çıkmaz. Ancak, devletin kararlılığı ve sosyolojinin (entegrasyon) gücüyle, terörün fiilen bittiği, silahların sustuğu ve Kürtlerin Türkiye’nin yükselişine ortak olduğu bir “fiili huzur dönemi” çıkabilir. Bu da “Terörsüz Türkiye” vizyonunun ta kendisidir
Yeni Bir Devlet Aklı ve Stratejik Paradigma Değişimi

Türkiye Cumhuriyeti’nin yüz yılı aşkın siyasi tarihinde, ulusal güvenliği, toplumsal bütünlüğü ve ekonomik kalkınmayı en derinden etkileyen olguların başında terör sorunu gelmektedir. On yıllara yayılan bu mücadele süreci, sadece askeri ve güvenlik bürokrasisini değil, sivil siyaseti, dış politikayı ve toplumsal dokuyu şekillendiren birincil dinamik olmuştur. 2024 yılının son çeyreğinde, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Türkiye Yüzyılı” vizyonu çerçevesinde dillendirdiği ve Cumhur İttifakı ortağı MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin tarihsel bir çıkışla çerçevesini genişlettiği “Terörsüz Türkiye” hedefi, devletin bu kronikleşmiş soruna yaklaşımında köklü, yapısal ve stratejik bir paradigma değişimine işaret etmektedir.

Bu rapor, AK Parti’nin TBMM Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’na sunduğu stratejik çerçeve belgesi, MHP’nin beka odaklı yaklaşımı ve DEM Parti’nin demokratik çözüm talepleri ışığında; iktidarın “Terörsüz Türkiye” sürecindeki yaklaşımını, geçmiş tecrübelerden çıkarılan dersleri, bölgesel ve küresel dinamiklerin etkisini ve Abdullah Öcalan’ın araçsal rolünü derinlemesine analiz etmeyi amaçlamaktadır. Analizimiz, sorunun iktidar tarafından nasıl tanımlandığını, “demokratikleşme sorunu” ile “terör sorunu” arasındaki sarkaçta nerede durulduğunu ve emperyal güçlerin vekalet savaşları sahasına dönen Ortadoğu coğrafyasında bu yeni stratejinin uygulanabilirliğini mercek altına alacaktır.

İktidarın yaklaşımı, geçmişteki romantik çözüm arayışlarından ve salt güvenlikçi reflekslerden sıyrılarak, reelpolitiğin sert gerçeklerine dayanan, devletin bekasını ve üniter yapıyı kırmızı çizgi olarak belirleyen, ancak toplumsal entegrasyonu ve ekonomik kalkınmayı da ihmal etmeyen hibrit bir “Devlet Aklı” projesi olarak tezahür etmektedir. Bu proje, terör örgütü PKK’nın sadece askeri olarak değil, ideolojik, sosyolojik ve diplomatik olarak da tasfiye edilmesini ve örgütün arkasındaki uluslararası desteğin (ABD/İsrail ekseni) boşa düşürülmesini hedeflemektedir.

II. AK Parti İktidarı Boyunca Terör Sorununa Yaklaşımın Tarihsel ve Yapısal Analizi

AK Parti’nin 2002 yılında iktidara gelmesinden günümüze kadar geçen 23 yıllık süreçte, terör sorununa yaklaşımı statik bir çizgiden ziyade, iç ve dış dinamiklerin zorlamasıyla şekillenen, öğrenme süreçleri ve stratejik kırılmalarla dolu dinamik bir evrim geçirmiştir. Bu evrim, sorunun “tanımlanması” ve “çözüm araçlarının” çeşitliliği açısından dört ana dönemde kategorize edilebilir.

1. Sessiz Devrim ve Demokratikleşme Evresi (2002-2009)

AK Parti, iktidarının ilk döneminde sorunu temel hak ve özgürlüklerin genişletilmesi, vesayet rejiminin tasfiyesi ve Olağanüstü Hal’in (OHAL) kaldırılması gibi demokratikleşme adımları üzerinden okumuştur. Parti programında yer alan “Kürt sorunu, Türkiye’nin bir demokratikleşme sorunudur” tespiti, bu dönemin ruhunu yansıtmaktadır. 2005 yılında Başbakan Erdoğan’ın Diyarbakır konuşmasında “Kürt sorunu benim de sorunumdur” çıkışı, devletin resmi inkâr politikasından kopuşun ve sorunu siyasi bir zeminde tanıma iradesinin en somut göstergesi olmuştur.

Bu dönemde atılan adımlar, sadece yasal düzenlemelerle sınırlı kalmamış, toplumsal psikolojiyi dönüştürmeyi hedeflemiştir:

OHAL’in Kaldırılması (2002): Bölgedeki olağanüstü yönetim pratiğine son verilerek normalleşme zemini aranmıştır.

Kültürel Haklar: TRT Şeş’in (TRT Kurdi) açılması, Kürtçe üzerindeki yasakların kaldırılması, üniversitelerde Kürt Dili ve Edebiyatı bölümlerinin açılması gibi adımlar, devletin “inkâr” politikasını terk ettiğinin ilanı olmuştur.

AB Uyum Süreci: Kopenhag Kriterleri çerçevesinde yapılan reformlar, terörün istismar ettiği demokratik eksiklikleri gidermeyi amaçlamıştır.

Ancak bu dönemde terör örgütü PKK, demokratikleşme adımlarını bir “zayıflık” veya “taktiksel manevra” olarak okumuş; şiddet eylemlerini sürdürerek devletin reform iradesini sabote etmeye çalışmıştır. İktidar, bu dönemde sorunu “şiddet üreten bataklığı kurutmak” metaforuyla ele almış, sivrisineklerle (teröristlerle) uğraşmak yerine bataklığı (demokrasi açığını) kurutmayı hedeflemiştir.

2. Açılım ve Çözüm Süreci (2009-2015)

2009’da başlatılan “Demokratik Açılım” ve ardından 2013’te hayata geçirilen “Çözüm Süreci”, devletin sorunu şiddet dışı yöntemlerle, diyalog ve müzakere yoluyla çözme arayışının zirve noktasıydı. Bu dönem, Cumhuriyet tarihinde devletin örgütle dolaylı veya doğrudan temas kurarak silahları bıraktırmaya çalıştığı en cesur ve bir o kadar da sonuçları itibariyle kötü bir siyasi inisiyatif olarak kayda geçmiştir.

Akil İnsanlar Heyeti, 6551 sayılı “Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanun”un çıkarılması, Abdullah Öcalan’ın Diyarbakır Nevruz’unda okunan mektubu ile silahlı mücadelenin bittiği ve siyasi mücadelenin başladığının ilan edilmesi bu dönemim öne çıkan adımlarıdır.

Ancak Ak Parti Raporu’nda da özeleştiri mahiyetinde vurgulandığı üzere, bu süreçte hükümetin “iyi niyeti”, örgüt tarafından bir “alan hakimiyeti” fırsatı olarak değerlendirilmiştir. Operasyonların durdurulması, valilere verilen “operasyon yapmayın” talimatları, örgütün kırsaldaki silahlı unsurlarını şehirlere taşımasına, şehir merkezlerinde hendek ve barikatlar kurarak “kurtarılmış bölgeler” oluşturma provasına girişmesine neden olmuştur. Bu dönem, iktidar açısından “analar ağlamasın” retoriği ile toplumsal desteğin zirveye çıktığı, ancak örgütün “sokak çatışması” stratejisine hazırlık yaptığı bir paradoksu barındırmıştır.

3. Güvenlikçi Paradigmanın Dönüşü ve Topyekûn Mücadele (2015-2023)

Çözüm Süreci’nin, PKK’nın başlattığı “Çukur ve Hendek” terörü ve Ceylanpınar’da iki polisin uykusunda şehit edilmesiyle sona ermesi, Ak Parti’nin terörle mücadele stratejisinde keskin ve geri dönüşsüz bir kırılmaya yol açmıştır. Devlet, sorunu artık sadece bir demokratikleşme meselesi olarak değil, ülkenin toprak bütünlüğünü ve egemenliğini hedef alan bir “beka” sorunu olarak kodlamaya başlamıştır.

Konsept Değişikliği: “Terörle mücadele”den “terörü kaynağında yok etme” doktrinine geçilmiştir. Savunma sanayiindeki yerlileşme hamlesi (İHA/SİHA teknolojileri) ile birleşerek, terör sadece sınır içinde değil, sınır ötesinde (Irak ve Suriye) de vurulmaya başlanmıştır.

15 Temmuz Sonrası Konsolidasyon: AK Parti Raporu’nda, 15 Temmuz hain darbe girişimi sonrası devletin tüm güvenlik bürokrasisinin (TSK, Emniyet, İstihbarat) FETÖ unsurlarından temizlenerek tek bir çatı altında ve uyum içinde hareket etmesinin, terörle mücadelede oyun değiştirici bir etki yarattığı vurgulanmaktadır.1

Sınır Ötesi Harekâtlar: Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı ve Pençe serisi operasyonlar, örgütün Suriye ve Irak’taki lojistik ve stratejik derinliğini hedef almış, Türkiye sınırlarında bir “terör koridoru” kurulmasını engellemiştir.

4. Terörsüz Türkiye Vizyonu ve Yeni Devlet Aklı (2024 ve Sonrası)

Bugün gelinen noktada Ak Parti, sorunu artık bir “müzakere” süreci olarak değil, örgütün fiilen bitişinin tescili, silahların teslimi ve toplumsal entegrasyon süreci olarak ifade etmektedir. MHP ile kurulan “Cumhur İttifakı” zemininde şekillenen bu yeni yaklaşım, sorunu “Kürt Sorunu” parantezinden çıkarıp “Terör ve Bölücülük Sorunu” parantezine almıştır. Rapor, bu yeni yaklaşımı “devletin ve milletin projesi” olarak tanımlamakta ve temel hedefin “silahların sadece elden değil, zihinlerden ve gönüllerden de bırakılması” olduğunu belirtmektedir.

III. Geçmiş Çözüm Sürecindeki Hataların Analizi ve Çıkarılan Dersler

Ak Parti Raporu ve ilgili analizler incelendiğinde, 2013-2015 yılları arasındaki Çözüm Süreci’ne dair yapılan tespitler, mevcut stratejinin “negatif referans noktasını” oluşturmaktadır. İktidar, “nerede hata yaptık?” sorusuna verdiği cevaplarla yeni yol haritasını şekillendirmiştir.

1. Kamu Düzeni ve Alan Hakimiyeti Zafiyeti

Geçmiş süreçte yapılan en kritik hata, çözüm iklimini korumak adına kamu düzeninden taviz verilmesi olmuştur. Güvenlik güçlerinin pasif konuma çekilmesi, örgütün şehir yapılanmalarını (YDG-H) güçlendirmesine, yol kontrolleri yapmasına, vergi adı altında haraç toplamasına ve paralel yargı (öz yönetim) denemelerine girişmesine zemin hazırlamıştır.

AK Parti Raporu, yeni süreçte “Kamu Düzeni ve Süreç Yönetimi” başlığı altında bu hatanın tekrarlanmayacağını, kamu düzeninden ve devlet otoritesinden asla taviz verilmeyeceğini, sürecin bir güvenlik zafiyeti yaratmasına müsaade edilmeyeceğini kesin bir dille vurgulamaktadır. Yeni stratejide, silah bırakma gerçekleşene kadar operasyonların durması söz konusu değildir; bilakis, örgüt üzerindeki askeri baskı, teslimiyeti zorlayıcı bir unsur olarak devam edecektir.

2. Uluslararası Konjonktürün ve Suriye Etkisinin Okunamaması

Çözüm Süreci yürütülürken, Suriye’de patlak veren iç savaşın ve “Rojava” dinamiklerinin PKK üzerindeki etkisi yeterince öngörülememiştir. Örgüt, Suriye’de ABD ve Batı koalisyonunun desteğiyle elde ettiği kazanımları ve “meşruiyet” alanını, Türkiye’ye karşı bir kaldıraç olarak kullanma yoluna gitmiştir. “Kobani Olayları” (6-8 Ekim), örgütün çözüm masasını devirmesinde Suriye’deki gelişmelerin ne kadar belirleyici olduğunun kanıtıdır.

Yeni yaklaşım, “Terörsüz Türkiye” hedefini “Terörsüz Bölge” vizyonu ile birleştirerek, sorunu sadece Türkiye sınırları içinde değil, Suriye ve Irak sahasındaki gelişmelerle entegre bir şekilde ele almaktadır. İktidar, içerideki barışın, dışarıdaki (Suriye/Irak) terör varlığı bitirilmeden kalıcı olamayacağını anlamıştır.

3. İstismar Zemini ve Siyasi Talepler

Demokratikleşme adımlarının örgüt tarafından “taviz” ve “zaaf” olarak algılanması, örgütün siyasi taleplerini (özerklik, anadilde eğitim vb.) maksimalist bir düzeye çekmesine neden olmuştur. Örgüt, süreci silah bırakmak için değil, silahlı gücünü koruyarak siyasi statü elde etmek için bir araç olarak görmüştür.

Yeni raporda, “Müstakil ve Geçici Kanun” önerisi ile sürecin çerçevesi net çizilmiş; genel bir af veya anayasal statü değişikliği yerine, silah bırakanların topluma kazandırılmasını hedefleyen, teknik ve hukuki sınırları belli bir “entegrasyon” düzenlemesi öngörülmüştür. İktidar, “siyasi müzakere” kapısını kapatmış, “teslimiyet ve entegrasyon” kapısını açmıştır.

4. Muhataplık Karmaşası

HDP heyetlerinin İmralı-Kandil-Ankara arasında mekik dokuduğu “postacı diplomasisi”, örgütün Kandil kanadının süreci sabote etmesine ve çok başlılık yaratmasına olanak tanımıştır.

AK Parti Raporu, yeni dönemde muhatabın doğrudan doğruya devletin belirlediği kurumsal mekanizmalar ve örgütün terör lideri olarak Abdullah Öcalan’ın “talimat verici” rolü olduğunu işaret etmektedir. “Tespit ve Teyit Mekanizması”, aracıları devreden çıkararak, devletin örgütün lağvedildiğini doğrudan doğrulamasını esas almaktadır.

IV. Suriye ve Irak Sahasında Terörün Boyutu ve Emperyalist Bağlantıların Analizi

İktidarın “Terörsüz Türkiye” vizyonunun en önemli ayağı, terörün uluslararası boyutunun ve emperyalist güçlerle olan ilişkisinin doğru analiz edilmesidir. AK Parti Raporu’nun “Terörsüz Türkiye ve Terörsüz Bölge” bölümü, bu konudaki tecrübeleri ve stratejik yaklaşımı detaylandırmaktadır.

1. İsim Değişikliği Kamuflajı: PKK = YPG = SDG

Rapor ve hükümet yetkililerinin açıklamaları, PKK’nın Suriye’de YPG ve SDG isimleri altında meşruiyet devşirmeye çalıştığını, ancak bu yapıların komuta kademesi, ideolojisi ve kadro geçişkenliği açısından organik olarak PKK’nın bir parçası olduğunu net bir şekilde tespit etmektedir. İktidar, Batı’nın “SDG terör örgütü değildir, DEAŞ ile savaşan ortaktır” tezini kesin bir dille reddetmekte ve bu yapıları “isim değiştirmiş terör odakları” olarak tanımlamaktadır.

2. ABD ve İsrail Desteği: Vekalet Savaşı

Türkiye’nin analizine göre, PKK terörünün geldiği boyut, artık basit bir örgüt kapasitesini aşmış, uluslararası güçlerin bir “kara gücü” haline gelmiştir.

ABD Faktörü: ABD’nin Suriye’de SDG’ye sağladığı binlerce tır silah, mühimmat, lojistik destek ve askeri eğitim, örgütü düzenli bir ordu kapasitesine ulaştırmayı hedeflemektedir. ABD Savunma bütçesinden PKK/YPG’ye ayrılan fonlar, bu desteğin kurumsallaştığını göstermektedir. İktidar, bu durumu müttefiklik ilişkisiyle bağdaşmayan, Türkiye’nin bekasını tehdit eden bir “beka sorunu” olarak görmektedir.

İsrail Faktörü: Raporda ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıklamalarında, İsrail’in Gazze’deki saldırganlığı ve “Arz-ı Mevud” (Vadedilmiş Topraklar) hayalleri ile PKK/YPG’nin bölgedeki varlığı arasında stratejik bir örtüşme olduğu analizi yapılmaktadır. İsrail’in bölge ülkelerini parçalayarak kendisine uydu devletçikler (İkinci İsrail) yaratma stratejisinde, PKK/YPG’nin bir enstrüman olarak kullanıldığı değerlendirilmektedir. Bu bağlamda, Türkiye’nin terörle mücadelesi, aynı zamanda Siyonist ve emperyalist yayılmacılığa karşı bir “anti-emperyalist direniş” hattı olarak sunulmaktadır.

3. “Teröristan” Kurulmasına İzin Verilmeyecek

İktidarın temel tezi, güney sınırlarında (Suriye ve Irak kuzeyi) bir “terör devleti” veya “terör koridoru” kurulmasına asla izin verilmeyeceğidir. “Terörsüz Bölge hedefi, komşu ülkeler başta olmak üzere yakın bölgemizde, terör örgütleri üzerinden emperyalist vesayet kurulmasına karşı bir duruştur”. Bu strateji, Suriye ile normalleşme arayışlarını, Irak ile yapılan “Kalkınma Yolu Projesi” ve güvenlik anlaşmalarını, terör örgütünü bölgesel işbirlikleriyle boğma planının bir parçası olarak kurgulamaktadır.

V. Abdullah Öcalan’ın Rolü: Tutarlılık, Araçsallık ve “Hizmet” Söylemi

Yeni sürecin en kritik ve tartışmalı boyutu, İmralı’daki Abdullah Öcalan’ın rolüdür. MHP Lideri Bahçeli’nin “Öcalan gelsin TBMM DEM Parti grubunda örgütün lağvedildiğini açıklasın” çağrısı, devletin Öcalan’a biçtiği “araçsal” rolü ve stratejik pragmatizmi gözler önüne sermiştir.

1. “Hizmet Ederim” Söylemi ve Psikolojik Zemin

Öcalan’ın 1999 yılında Kenya’dan Türkiye’ye getirilirken uçakta söylediği sözler, devlet hafızasında tazeliğini korumaktadır: “Ben ülkemi severim. Annem de Türk’tü. Bir hizmet imkânım olursa yaparım. Onun dışında bana bir şey söylemeyin. Hizmet gerekirse yaparım. Türkiye’ye dönünce hizmet edeceğim. Fırsat verirseniz, hizmet ederim”.

Devlet, Öcalan’ın hayatta kalma güdüsüyle ve yakalanmışlığın verdiği psikolojiyle sarf ettiği bu sözleri, bugün örgütün tasfiyesi için bir “manivela” olarak kullanma stratejisi gütmektedir. Bu yaklaşım, Öcalan’ı bir “Kürt Halk Önderi” veya “Siyasi Muhatap” olarak değil, devlete hizmet etme sözü vermiş ve şimdi bu sözü tutarak örgütü bitirmesi beklenen bir “enstrüman” olarak konumlandırmaktadır.

2. İstihbarat Ajanı İddiaları ve Tutarlılık Analizi

Öcalan hakkında geçmişte ve günümüzde dile getirilen “devletle bağlantılı olduğu”, “istihbaratın kontrolünde olduğu” iddiaları üzerinden yapılan “ajan” tartışmaları, devletin ona bakışındaki pragmatizmi besleyen unsurlardır. İktidar (özellikle MHP kanadı), Öcalan’ı bir “kahraman” değil, devletin gücü karşısında boyun eğmiş ve şimdi devletin bekası için kullanılacak bir “mahkûm” olarak görmektedir. Öcalan’ın tutumu tarihsel olarak zikzaklar çizmiştir; bazen “demokratik cumhuriyet” tezini savunmuş, bazen çatışmayı körüklemiştir. Ancak bugünkü “tutumu”, devletin çizdiği çerçeveye uyumlu görünmektedir.

3. Sürece Olumlu Katkı İhtimali

Öcalan’ın sürece katkısı, “demokratik bir lider” olarak değil, örgüt üzerindeki “mutlak otoritesini” kullanarak bir fesih çağrısı yapması noktasında aranmaktadır. Kandil ve Avrupa kanadının, Öcalan’ın çağrısına rağmen direnç gösterip göstermeyeceği belirsiz olsa da, devlet aklı, Öcalan’ın yapacağı bir çağrının örgüt tabanında, dağ kadrosunda ve özellikle YPG/SDG üzerinde yaratacağı “meşruiyet krizini” ve “psikolojik çözülmeyi” hedeflemektedir. Öcalan’ın, “silahlı mücadele dönemi bitmiştir, örgüt lağvedilmelidir” demesi, örgütün ideolojik varlık sebebinin kurucusu eliyle ortadan kaldırıldığı anlamına gelmektedir. Bu, terörsüz Türkiye sürecine reel ve çok güçlü bir katkı sağlayabilir; çünkü uluslararası güçlerin elindeki “proxy” örgüt, lideri tarafından boşa düşürülmüş olacaktır.

VI. İktidarın Yaklaşımı: Demokratikleşme Sorunu mu, Terör Sorunu mu?

AK Parti’nin bugünkü yaklaşımı, 2000’lerin başındaki “Kürt sorunu demokratikleşme sorunudur” tezinden belirgin bir şekilde ayrılarak, sorunu bir “terör, bölücülük ve dış müdahale sorunu” olarak tanımlayan bir çizgiye evrilmiştir.

1. Haklar Verildi, Geriye Terör Kaldı

AK Parti Raporu’nun “AK Parti’nin Meseleye Bakışı” ve “Tarihi Adımlar” bölümlerinde, geçmişte atılan adımların (kültürel haklar, dil yasaklarının kalkması, bölgesel yatırımlar) “sessiz devrim” niteliğinde olduğu savunulmaktadır. İktidarın tezine göre; devlet, demokratikleşme adına üzerine düşeni fazlasıyla yapmıştır. Artık ortada “verilmemiş bir hak” sorunu değil, bu hakları ve demokratik ortamı istismar eden, emperyalist güçlerin maşası haline gelmiş bir terör örgütü sorunu vardır. Dolayısıyla çözüm, yeni bir demokratikleşme paketiyle değil, terörün tasfiyesiyle mümkündür.

2. Müstakil ve Geçici Kanun: Hukuki Çerçeve

İktidar, sorunu çözmek için “yeni bir anayasa” veya “özerklik” gibi siyasi statü tartışmalarına girmeyi reddetmektedir. Bunun yerine, raporda önerilen “Müstakil ve Geçici Kanun”, silah bırakan örgüt mensuplarının topluma kazandırılmasını, pişmanlık yasalarından daha kapsayıcı ancak süreli ve şarta bağlı bir hukuki mekanizma ile sağlamayı hedeflemektedir. Bu kanun, sorunu siyasi bir “statü pazarlığı” olmaktan çıkarıp, teknik ve hukuki bir “entegrasyon ve rehabilitasyon” sürecine indirgemektedir. Amaç, örgüt mensuplarına “silahı bırak, eve dön” çağrısını yasal güvenceyle sunmaktır.

3. Anti-Emperyalist Duruş ve “Vekil Güç” Tezi

Yaklaşım, terör örgütünün artık Kürtlerin haklarını savunan bir yapı olmaktan çıkıp, ABD ve İsrail’in bölgesel çıkarlarına hizmet eden bir “vekil” (proxy) güce dönüştüğü tespiti üzerine kuruludur. Dolayısıyla, örgütün bitirilmesi, sadece bir iç güvenlik meselesi değil, Türkiye’nin “Tam Bağımsızlığı”nın ve anti-emperyalist duruşunun bir gereği olarak sunulmaktadır. İktidar, bu söylemle örgütün tabanındaki “Kürt davası” motivasyonunu kırmayı ve örgütün ideolojik olarak “Amerikan askeri” konumunu ortaya koymayı amaçlamaktadır.

VII. Siyasi Partilerin Yaklaşımlarının Karşılaştırmalı Analizi

“Terörsüz Türkiye” sürecinde siyasi partilerin konumlanışı, sorunun tanımı ve çözüm yöntemleri açısından üç farklı eksende şekillenmektedir.

1. AK Parti ve MHP: Devlet Aklında Bütünleşme (İktidar Bloğu)

Tanım: MHP Raporu, sorunu “Kürt Sorunu” olarak tanımlamayı kesinlikle reddetmekte, “Terör ve Tedhiş Sorunu” kavramını kullanmaktadır. AK Parti de bu söyleme yaklaşarak “Terör Sorunu” tanımında birleşmiştir.

Kırmızı Çizgiler: Her iki parti için de Anayasa’nın ilk 4 maddesi, üniter yapı, tek bayrak ve Türklük tanımı tartışmaya kapalıdır.

Yöntem: MHP’nin Öcalan çıkışı, bir “taviz” veya “müzakere” değil, örgütün “kayıtsız şartsız teslim alınması” hamlesidir. AK Parti Raporu da “Tespit ve Teyit Mekanizması” ile bu çizgiyi benimsemekte; devletin gücünü göstererek örgütü feshine zorlamayı hedeflemektedir. İki parti arasında bir “Devlet Aklı” mutabakatı vardır. AK Parti, MHP’nin katı “beka” söylemini, “kardeşlik, kalkınma ve Türkiye Yüzyılı” söylemiyle yumuşatarak toplumsal tabana yaymayı hedefleyen bir “arayüz” işlevi görmektedir.

2. DEM Parti: Demokratikleşme ve Statü Talebi

Tanım: DEM Parti Raporu, sorunu bir “Statü, Eşit Yurttaşlık ve Demokrasi Sorunu” olarak görmektedir.

Talepler: “Barış Yasası” çıkarılması, kayyımların kaldırılması, anadilde eğitim hakkı, Terörle Mücadele Kanunu’nun (TMK) kaldırılması ve Abdullah Öcalan’ın fiziki özgürlüğünü de kapsayan “Umut Hakkı”nın tanınması temel taleplerdir.

Yöntem: DEM Parti, Öcalan’ı bir “araç” değil, “baş müzakereci” ve “siyasi aktör” olarak konumlandırmaktadır. Çözümün sadece silah bırakmakla değil, yeni bir anayasa ve demokratik cumhuriyet inşasıyla mümkün olacağını savunmaktadır.

4. Ara Yaklaşım mı, Özgün Yaklaşım mı?

İktidarın (AK Parti-MHP) yaklaşımı, ne geçmişteki Çözüm Süreci’nin “müzakereci” tavrına ne de 90’ların salt “imha” stratejisine benzemektedir. Bu, özgün ve hibrit bir “Devlet Projesi”dir.

Bu yaklaşım:

Müzakere etmeden sonuç almayı (Öcalan’ı kullanarak),

Demokratikleşme paketi açmadan entegrasyonu sağlamayı (Müstakil Kanun ile),

Örgütü muhatap almadan tasfiye etmeyi,

Kürt vatandaşları örgütün vesayetinden kurtarıp devletle bütünleştirmeyi hedeflemektedir.

Bu yönüyle, DEM Parti ile İktidar arasında bir “ara yaklaşım” yoktur; taban tabana zıt iki farklı paradigma söz konusudur.

VIII. Sonuç: Terörsüz Türkiye Sürecinde İktidarın Yaklaşımı Nedir?

Bu kapsamlı analiz ışığında, “Terörsüz Türkiye Sürecinde İktidarın Yaklaşımı Nedir” sorusuna verilecek cevap şudur: İktidarın yaklaşımı, geçmişin romantik ve liberal çözüm arayışlarından tamamen sıyrılmış, reelpolitiğin sert gerçeklerine, devletin “beka” refleksine ve “güç projeksiyonuna” dayanan, “Topyekûn Tasfiye ve Zorlayıcı Entegrasyon” stratejisidir.

Bu yaklaşım şu temel sütunlar üzerine inşa edilmiştir:

Sorunun Adını Değiştirmek: Sorun artık bir demokrasi sorunu değil, bir “emperyalizmle mücadele” sorunudur. ABD ve İsrail’in bölgedeki planlarına karşı Türkiye’nin verdiği bir varoluş savaşıdır.

Öcalan’ı Araçsallaştırmak: Öcalan, siyasi bir ortak değil, örgütü içeriden çökertmek, ideolojik meşruiyetini bitirmek ve “silah bırak” talimatını verdirmek için kullanılan stratejik bir enstrümandır. Onun “devlete hizmet” sözü, bugün tahsil edilmektedir.

Bölgesel Temizlik: İçerideki terörü bitirmek için dışarıdaki (Suriye/Irak) kaynağın kurutulması şarttır. “Terörsüz Bölge” vizyonu, askeri operasyonlar ve bölgesel diplomasi ile YPG’nin varlığını sonlandırmayı hedefler.

Hukuki Çıkış Yolu: “Müstakil ve Geçici Kanun”, pişmanlık duyan veya çıkış yolu arayan örgüt mensuplarına, siyasi statü vermeden topluma dönme şansı tanıyan pragmatik bir kapıdır.

Reel Katkı Potansiyeli:

Bu yaklaşım, örgütün askeri kapasitesinin zayıfladığı, lider kadrosunun yaşlandığı ve bölgesel dengelerin değiştiği bir dönemde, örgütün tasfiyesine reel bir katkı verebilir. Öcalan’ın çağrısı, örgüt içinde büyük bir kırılma yaratabilir ve tabandaki çözülmeyi hızlandırabilir. Ancak, uluslararası güçlerin (ABD/İsrail) YPG üzerindeki kontrolü devam ettiği sürece, örgütün Suriye kolunun tamamen bitirilmesi sadece Ankara’nın iradesiyle değil, küresel güç dengeleriyle de ilgili olacaktır.

İktidar, “Terörü bitir, kardeşi kazan” formülüyle, Kürt vatandaşlarını terör örgütünün ipoteğinden kurtarıp “Türkiye Yüzyılı” vizyonuna ortak etmeyi amaçlamaktadır. Bu, bir “barış süreci”nden ziyade, devletin gücünü tahkim ettiği ve örgütü kendi şartlarında teslime zorladığı bir “zafer ve devletleşme” stratejisidir. MHP ile kurulan tam mutabakat, bu stratejinin devletin “kırmızı kitabı”na girdiğini ve iktidar değişse bile kolay kolay değişmeyecek bir “devlet politikası”na dönüştüğünü göstermektedir.

Basiretsiz siyasetçilerin, salt yerel dinamiklerle hareket eden ve birincil önceliği vatan-millet olmayanların, İslamcılık adı altında Kürtçülük yapanların, içeride ve dışarıda çatışmadan beslenenlerin, silah baronlarının, terörün tasmasını elinde tutanların süreci nereye sürükleyeceğini bilemeyiz. Ancak ortaya konan resmi belge ve yol haritasından çıkaracağımız sonuç budur.

Yorum gönder