KAFKASSAM – Kafkasya Stratejik Araştırmalar Merkezi

  1. Anasayfa
  2. »
  3. Gündem
  4. »
  5. İffet Dönmez: ULUSLARARASI HUKUKTA TANINMA VE BUGÜNKÜ SURİYENİN DURUMU

İffet Dönmez: ULUSLARARASI HUKUKTA TANINMA VE BUGÜNKÜ SURİYENİN DURUMU

Kafkassam Editör Kafkassam Editör - - 17 dk okuma süresi
128 0

E İnsanın doğasında var olan farklı yerler keşfetme içgüdüsü, beraberinde gerek kendi iç dünyasından olgu ve olayları anlamaya çalışan ve gerekse nesnel dünyada olup bitenleri bilimsel bakış acısıyla yorumlamaya çalışan kültürleri bir araya getirmiş ve böylece yeni sentezlerin oluşmasına , hayata ve dünyaya yeni bakış acılarının gelişmesine neden olmuştur. Değişimler sancılı olmakla birlikte karşı konulamaz bir şekilde cezbedici bir hal de almaktadır. Bu kırılma noktalarından biri de 15. yüzyılın başlarında ortaya çıkan ve 17. Yüzyılın sonlarına kadar devam eden sömürgecilik hareketleridir. Yeni topraklar ve hammadde arayışı ile başlayan bu hareketlilik başta Avrupa olmak üzere insan unsurunun var olduğu her noktada değişim sancılarının başlamasını ve yeni doğacak bir dünya düzeninin doğuşunu haber vermekteydi. Sonunda dine dayalı teokratik devletler yerine ulus devletlerin oluşumuna zemin hazırlayacak Aydınlanma cağı, dinlerin ciddi anlamda sorgulanmasını beraberinde getirdi. Devletler de canlı bir organizma gibi belirli bir coğrafyada büyürler gelişirler farklı bir yönetim biçimine kavuşular. Uluslararası hukukta yönetim biçiminin krallık, monarşi ,oligarşi demokrasi teokrasi ve ya demokrasi olması önemli değildir. Önemli olan ülke içinde yaşayan bir unsurun veya unsurların egemenlik icra eden siyasal bir otoriteyi kurmuş olması ve istikrarı ele geçirmesidir.
İnsanlık tarihinin başlangıcı olması nedeniyle Ortadoğu’nun, bünyesinde çok farklı etnik ve dini yapıyı barındırması kadar doğal bir şey olamaz. Bir anlamda coğrafyanın, bir ülkenin kaderini tayin ettiğini soylemek hiç te yanlış olmasa gerek. Hele hele Ortadoğu’nun kalbimde yer alan Suriye toprakları bu kaderden fazlasıyla nasibini almıştır. Uzun bir süre Osmanlı yönetiminde kalan Suriye coğrafyası 1920 yılında Fransa’nın kontrolünde bir Milletler Cemiyeti mandası olarak 1936 yılına kadar varlığını sürdürdü. Kral Faysalın kısa süren saltanatı döneminde başbakan olan Hasim El Ataşi’nin yonetiminde yeni bir anayasa düzenlenerek modern bir ülke haline kavuşmuş oldu. Kadim Ortadoğu’nun ülkesi olan Suriye 17 Nisan 1946 yılında bağımsızlığını ilan etmesine rağmen 1960 yılına kadar iç ayaklanmalarla çalkantılı bir süreçten kurtulamadı. İkinci Dünya savaşından sonra gevşek iki kutuplu bir sistemin dünyaya egemen olması, ülkelerin kendi kaderlerini sosyalizm veya kapitalizm taraftarı olmak gibi zorunlu bir seçeneğe doğru yönlendirmesi yeni sancıları da beraberinde getirmiştir . Sosyalizmin ana savunucusu olan Sovyetler Birliğinin yayılmacı politikasının ekseninde kendi kaderini tayin etmeye calışan Hafız Esad 1970 yılında ülkesinde Baas Partisini kurarak gorünüşte bir demokrasi ile arap, türkmen ,kürt, sünni, şii ve hatta Hristiyan v.b. etnik ve mezhepsel unsurları bir arada barındıran bu yapıyı istikrara kavuşturmaya çalıştı.

Bugünkü Suriye’nin durumu ile ilgili bir yorumda bulunmadan once uluslararası hukukta geçerli olan bazı kavramlar üzerinde durmak gerekiyor. Bunlardan ilki Ulus Devlet ne demektir, devletler nasıl oluşurlar ve uluslararası düzeyde nasıl bir kişilik kazanırlar . Uluslararası hukukta yönetim şekline bakılmaksızın sınırları belirlenmiş bir toprak parçası üzerinde yaşayan etnik ya da dini bir unsurun veya birkaç unsurun egemenlik kurması ve bunun devamını sağlaması şarttır . Bu bağlamda ele alındığı zaman modern bir devletin oluşumunda dört unsurun bulunması gerekmektedir. Bunlardan ülke ve insan somut unsuru iktidar ve devlet tüzel kişiliği de soyut unsuru oluşturmaktadır. Uluslararası Hukuka gore devletlerin ortaya çıkması şu şekillerde olmaktadır
1. Eski kolonilerin /sömürgelerin bağımsızlıklarını kazanarak uluslararası hukuk kişiliğini kazanması
2. Bir devletten ayrılan bir siyasi birimin yeni bir devlet olarak tanınması sonucunda kazanılan kişilik . Bunlara I.Dunya savaşında imparatorlukların parçalanması sonucunda ortaya çıkan devletler yine 1991 yılında Sovyetler Birliğinin dağılması socunda oluşan devletleri ornek olarak verebiliriz.
3. Halefiyet Devletlerin halefiyeti hususunda uluslararası kuralları düzenleyen antlaşmalardan ilki 1978 tarihli Devletlerin Antlaşmalara Halefiyeti Sozleşmesi ve 1983 tarihli Devlet Malları, Arşivleri Ve Borçlanma Halefiyeti Sozleşmesidir. Bu antlaşmalara gore halefiyet, daimi bir ülkesel değişim sonucu bir ülkede uluslararası sorumluluğun bir devletten diğerine geçmesi şeklindedir. Yine aynı antlaşmalara gore hukuk kişiliğine haiz bir devlet kimi sosyal ve siyası nedenlerle bu kişiliğini kaybedebilir ve onun yerine aynı ülkede onun yerine bir veya birkaç devlet kurulabilir.
Suriye’de oluşan yeni devlet kişiliği halefiyet çerçevesinde ele alınmalıdır. Yeni oluşan bu kişilik yukarıda ifade ettiğimiz devlet kişiliği oluşturabilme şartlarından tamamına haizdir. Ortada sınırları belli bir toprak parçası sürekli bir insan ve nüfus iktidar ve devlet kişiliği. Burada asıl sorun soyut unsurların yani egemenlik ve devlet tüzel kişiliğin varlığı meselesidir. Beşar Esad’ın ülkesini terk etmesinden sonra devlet tüzel kişiliğini temsil eden Başbakan Muhammed Gazi Celal Yaptığı bir açıklamada ‘’Evimdeyim, hükümeti devretmeye hazırım. Devlet kurumlarının korunması için tüm taraflarla iş birliği çağrısında bulunuyorum.’’ Yapılan bu açıklamanın ardından Muhammed Gazi Celal başkent Şam’da Suriye Kurtuluş Hükümeti Başkanı Ebu Muhammed El.Colani’ye iktidarı devretti. Aslında burada iktidarın devri sembolik bir olaydır. Bir diğer sembolik iktidarın belirtisi de bayraktır. Yeni iktidarın da eski bayrağı değiştirerek yeni bir bayrak belirlenmiştir. Asıl mesele ülkede yaşayan insan topluluğunun bu iktidarı kabul edip etmedikleridir. Suriye’de mevcut bütün gruplar yeni yönetimi tanıdıkları yönünde açıklamalar yapmış, aksi yonde hiçbir açıklama şimdiye kadar gelmemiş hatta ülkedeki bütün etnik ve dini gruplar eski Esad yönetimine karşı olduklarını 2011 yılında açıklamişlardır. Bunun otesinde ülke dışında yaşayan mülteciler de ülkelerine dönmeye başlamışlardır. Dolayısıyla burada iktidarın da sağlandığını görmek mümkündür.
Devlet tüzel kişiliğinin sağlanması açısından da hızlı şekilde Muhammed El Beşir yeni hükümetin başbakanı olarak atandı. Yapılan bir günlük sokağa çıkma yasagı kaldırılarak bütün kurumları ile devletin halkına karşı görevlerini yerine getirdiği görülmüştür. Yonetim konusunda yeni hükümetin bir takım artılarının olduğunu da gormekteyiz. Zira yeni yönetim uzun yıllar yaklaşık 4 milyon nüfuslu İdlib’te mevcud halka hizmet sağlamış ve halkın memnuniyetini kazanmıştır. Yeni oluşuma ülkenin en ücra yerlerinde ve hatta en sorunlu bir yer olarak kabul edilen Lazkiye’de bile çatışmasız bir şekilde katılım sağlanmıştır.

BOLGE ULKELERİNİN SURLYE’YE BAKIŞ AÇISI
Türkiye uzun süredir Eski yönetime karşı olan çoğunluğunu Türkmenlerin oluşturduğu Milli Suriye Ordusunu desteklemiş ve yeni yönetimin de desteklediği Suriye’nin üniter yapısının korunmasını istemiştir. Türkiye bunu hem yanı başında bulunan Suriye Demokratik Güçleri (SDG) adı altındaki terör orgütlerinden kurtulmak ve ülkesindeki Suriyeli göçmenlerin ülkelerine geri dönüşünü sağlamak açısından boyle bir politika izlemiştir. Ayrıca Türkiye fiili olarak yeni yönetimi tanıdığını goteren bazı kararlar almıştır. Bunlardan en onemlisi de Milli İstihbarat Teşkilatı Başkanını Suriye’ye göndererek Suriye Başbakanı ile resmi temaslar gerçekleştirmiştir. Ayrıca 13 yıl aradan sonra elçilik binasını açarak yeni yönetimi tanıdığını fiilen göstermiştir. Zira tanınmanın uluslararası hukukta çok onemli bir yeri vardır. Yukarıda ele aldığımız halefiyet antlaşmalarında belirlenen ‘’Devletlerin sürekliliği ilkesi’’ ne gore hem kendi Suriye politikasının devamını sağlamış hem de Yeni yönetimin uluslararası hukukta onceki yönetimden kaynaklanan haklarının varlığını teyit etmiş oldu. Bu tanınma olayı yeni kurulan devletlerin moralini yükseltmek ve egemenliklerini desteklemek açısından son derece büyük bir onemi vardır. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 3 Aralık 1920 Gürcistan ile yaptığı Gümrü Antlaşması ve 1921 tarihli Türk Afgan Antlaşması da her ne kadar sembolik bir anlaşma olmakla birlikte Milli Mücadele tarihinde onemli bir yere sahiptir. Zira bu antlaşmalar Ankara hükümetinin yürürlüğe giren ilk anlaşması olmasının yanı sıra Afganistan tarafından tanınan ilk ülke olması açısından onemli bir yeri vardır. Boylece Ankara hükümeti uluslararası hukukta itibar kazanmış başta Rusya olmak üzere diğer batılı ülkeler ile iyi ilişkiler geliştirebilmiştir.
İsrail’in yeni Suriye yönetimine bakış açısı son derece ilgi çekici ve uluslararası hukuku tanımama yönündedir. Bu doğrultuda İsrail Suriye’nin içişlerine müdahale ederek bazı noktaları bombalamaya ve Golon Tepelerinde hakimiyet kurmaya çalışmaktadır. Bu durum uluslararası hukukta de jure ve de facto ilkelerine tamamen aykırı bir durum arz etmektedir. Çünkü Devletlerin sürekliliği ilkesine gore eski devletin yapmış olduğu bütün antlaşmalar yeni devleti bağlamaktadır. Uluslararası hukuk ve uygulamalar bunu gerektirmektedir. İsrail’in bu konuda yapmış olduğu resmi açıklama şu şekildedir ‘’Eski hükümet ortadan kalktı dolayısıyla Golon Tepeleri ile ilgili eski yönetimle yapmış olduğumuz antlaşma da ortadan kalmıştır.’’ İsrail Uluslararası Hukuka aykırı davrandığı için bugün hem Birleşmiş Milletler hem de Türkiye tarafından kınanmıştır. İsrail aslında Suriye’de istikrarlı bir yönetimin oluşmasını istememekte ve parçalanmış bir ülkenin kendi çıkarlarına uygun olduğunu düşünmektedir. Bu doğrultuda ABD ‘nin de isteği İsrail ile örtüşmektedir. Yine bugün Türkiye’nin oncülüğünde ABD, Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler temsilcilerinin de bulunduğu bolge ülkeleri Ürdün’de toplanarak şöyle bir bildiri yayınlamışlardır. ‘’Suriye halkına bu kritik donemde her türlü yardım ve desteğin sağlanması, halkın irade ve tercihine saygı duyulması gerekmektedir…’’ Bu toplantı sonrasında ABD Dışişleri Bakanı Blinken tarafından yapılan son açıklama ise şu şekildedir ‘’Biz ABD yönetimi olarak HTŞ ile doğrudan temasa geçtik.’’ Bu son derece anlamlı ve dikkate alınması gereken bir açıklamadır.
‘’Buranın halkı çok çalışkandı. Zaten atalarının en büyük ozelliği de çalışkanlık değil miydi. Onlar bu topraklara gelir gelmez, gürül gürül akan Fırat ve Dicle nehirlerinin taşan sularını kanallara alarak, kuru toprağı sulamışlar, bataklıkları kurutmuşlar, bağlar bahçeler yaparak her türlü ürünü yetiştirmeyi bilmişlerdiç Bugünkü Ufuklular da onların torunları değil miydi… Atalarından oğrendiklerine yeni buluşlar katarak uygarlıklarını geliştirmekteydiler. Depolarında ürünleri, ağıllarında hayvanlarıhep dolu bulunuyordu. Dokuma tezgahlarında, hayvanların yünlerinden, bitkilerden elde ettikleriyle en güzel kumaşlar dokunuyordu. Bu kumaşlardan ve deri atölyelerinde terbiye edilmiş derilerden yapılan elbiselerin ünü bütün komşu milletlere yayılmıştı. Bu ülkeler, üretilen bu mallardan alabilmek için adeta yarışıyorlardı. Uruklu tüccarlar, arabalar, tekneler, eşek kervanlarıyla ürettikleri malları oraya götürüyorlar buna karşılık kendi ülkelerinde bulunmayan taş, ağaç, altın, gümüş değerli mallar ve diğer taşları alıyorlardı…’’(Muazzez İmiye Çığ Gılgamış Destanı)
Temennimiz odur ki Suriyeli bu güzel ve çalışkan insanlar atalarından aldığı ilham ile etnik ve dini kimliklerini geride bırakarak kendi yurtlarında bağımsız bir devlet kurarlar ve hem Ortadoğu’ya hem de bütün dünyaya barış ve huzuru getirirler. Ellerindeki silahları bırakarak Fırat ve Dicle’nin kıyılarında o güzel şiirlerini terennüm ederler.
Sonuç olarak şunu diyebiliriz
Ortadoğu’ya Oğuzun çocukları ile İbrahim ‘in çocukları elele vererek barış ve huzuru getirirler

İlgili Yazılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir