Şimdi yükleniyor

Aynur İmran: Urmu: Doğa felaketi değil, Türklere karşı Doğa terrörü…

Urmu’nun yok oluşuna bakarken meseleyi yalnızca bir “ekoloji haberi” gibi görmek en büyük yanılgıdır. Bu göl, devletin kendi vatandaşlarına karşı kullandığı bir baskı aracına dönüştürüldü. Bunu görmeden yapılacak her yorum, fotoğrafın yarısını siler. İran rejimi, yıllardır Güney Azerbaycan Türklerinin dilini yasakladı, kültürünü bastırdı, ekonomik olarak geri bıraktı. Ama yetmedi; şimdi doğayı da bir silah haline getirdi. Bu yüzden Urmu’nun kurutulması, çevresel bir ihmal değil, ekopolitik bir terördür. Çünkü çevrenin kendisi siyasi amaçla kullanıldı.

Birleşmiş Milletler’in 1948 Soykırım Sözleşmesi’nde tanımladığı gibi, bir topluluğun varlığını ortadan kaldırmak sadece öldürmekle olmaz. Onun yaşam koşullarını yok ederseniz, kültürel temelini silerseniz, ekonomik kaynaklarını elinden alırsanız da aynı sonucu doğurursunuz. Raphael Lemkin’in soykırım kavramını ortaya atarken söylediği budur. Urmu’nun yok edilmesi, işte tam da bu tanıma uyan bir vakadır: bir halkı yavaş yavaş yok etme, yani yavaş soykırım. Silahlarla değil, barajlarla, yanlış tarım politikalarıyla, tuz fırtınalarıyla yapılan bir soykırım.

Bugün Urmu çevresinde yaşayan insanlar sadece göç etmiyor; aynı zamanda kimliklerinden koparılıyor. Çünkü göç ettikleri şehirlerde Türkçe yasak, kültür yasak. Çocuklar gölün kıyısında büyüyemiyor, türkülerdeki “Türk Gölü”ni hiç göremeden yetişiyor. Bu, bir halkın hafızasının sistematik biçimde silinmesi demektir. Bu nedenle Urmu sadece ekolojik değil, aynı zamanda kültürel soykırımın da sembolüdür.

Uluslararası hukuk ise bu konuda açıktır. İran, 1971’de Ramsar Sözleşmesini imzaladı. Urmu Gölü bu sözleşmenin koruması altındaki sulak alanlar listesinde yer alıyor. 1976’da göl, UNESCO tarafından biyosfer rezervi ilan edildi. İran, bu statüyle gölü korumayı taahhüt etti. 2010’da Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, temiz çevrede yaşama hakkını temel bir insan hakkı olarak kabul etti. Peki İran bu yükümlülüklerini yerine getirdi mi? Hayır. Tam tersine, bu taahhütlerin her birini hiçe sayarak gölü göz göre göre kuruttu.

Daha da vahimi, hükümetin bu süreçte kullandığı “bahaneler”dir. Yıllardır yetkililer, gölün kurumasını “küresel iklim değişikliği” ile açıklıyor. Oysa bilim insanları defalarca kanıtladı: kurumanın asıl nedeni, insan eliyle yapılan yanlış politikalar, özellikle de gölü besleyen nehirlerin önüne kurulan onlarca barajdır. Yani gölün ölüm nedeni doğa değil, siyasettir.

İran hükümeti zaman zaman “Urmu’yu kurtaracağız” diye sahneye çıkar. Komiteler kurar, planlar açıklar, bütçeler ilan eder. Ama bütün bu gösterilerin arkasında siyasi samimiyetsizlik vardır. Çünkü gerçek bir irade olsaydı, nehirler yeniden göle akıtılır, barajların yönetimi değiştirilirdi. Oysa bu yapılmadı. Halkın gözünde hükümetin vaatleri artık “boş bir tiyatro sahnesi”ne dönüştü.

Dünya ise bu büyük trajediyi çoğunlukla görmezden geliyor. Birleşmiş Milletler raporlar hazırlıyor, Avrupa Parlamentosu kararlar alıyor, ama bunlar kâğıt üzerinde kalıyor. Uluslararası toplum, İran’ın nükleer dosyasıyla ilgilenirken Urmu’nun tuz fırtınalarını gündeme almıyor. Oysa bu mesele, yalnızca çevre değil, aynı zamanda insan hakları meselesidir. Çünkü burada ihlal edilen, bir halkın yaşama hakkı, sağlık hakkı ve kültürel varlığıdır.

Urmu’nun hikâyesi aslında bize daha büyük bir ders veriyor: Doğa ve siyaset birbirinden ayrı değildir. Çevreyi yok eden her karar, bir toplumun geleceğini de yok eder. Bu nedenle Urmu’nun yok edilmesi, sadece Azerbaycan Türklerinin değil, bütün insanlığın meselesidir. Bugün susarsak, yarın başka bir coğrafyada başka bir halk aynı kaderi yaşayacaktır. Aral Gölü, Çad Gölü, Amazon ormanları, Filistin’deki su krizi… Hepsi aynı zincirin halkalarıdır.

Ama Urmu bir farkla öne çıkıyor: burada çevresel felaket doğrudan bir etnik kimliği hedef almak için araçsallaştırıldı. İşte bu yüzden Urmu’nun kurutulması, çağımızın en çıplak ekososyal soykırım örneklerinden biridir. Ve dünya bu soykırım karşısında sessiz kalıyor.

Share this content:

Yorum gönder