Atilla Mercanov: Lev Zilber: “Filiz” Operasyonu
Lev Zilber: “Filiz” Operasyonu
Lev Aleksandroviç Zilber (1894-1966)
ATİLLA – 47
Sovyetler Birliği’nin büyük immünologu, virologu ve mikrobiyoloğu, SSCB Tıp Bilimleri Akademisi’nin asil üyesi Lev Aleksandroviç Zilber, yaşamının son yıllarında bir hatırat kitabı üzerinde çalışmaktaydı. Ancak bu eser tamamlanamadan yarım kalmıştır. Aşağıda, söz konusu kitabın eksik kalmış bölümlerinden bir parçayı okuyuculara sunuyoruz. L. A. Zilber’in vefat haberi geldiğinde dergimizin ilgili sayısı hazırlık aşamasındaydı. Editörler olarak, Sovyet biliminin uğradığı bu ağır kayıp nedeniyle taziye bildiren tüm kurum ve şahsiyetlere katıldığımızı belirtiriz.
Telefonun çalmasıyla uyandım. Gece saat ikiye yaklaşıyordu.
Ben yalnızca birkaç ay Bakü’de yaşamıştım. 1929 yılında Moskova’dan ayrılmakta pek de pişmanlık duymadım. Orada, Halk Sağlığı Komiserliği Mikrobiyoloji Enstitüsü’nde – ki müdürü hocam, Profesör Vladimir Aleksandroviç Barıkin idi – bir bölümün başında görev yapıyordum. Bu enstitüde tam sekiz yıl çalışmıştım. Bilgi ve deneyim kazanmış, büyük ve karmaşık sorunları araştırmada kendimi sınamak istemiştim. Çok sayıda fikrim vardı; fakat olanaklar son derece sınırlıydı. Tüm bölüm yalnızca iki kişiden oluşuyordu: ben ve meslektaşım Yelena İvanovna Vostrukhova.
V. A. Barıkin ile uzun yıllar süren iyi ve dostane ilişkilerimiz de artık bozulmuştu. Onun bağışıklık teorisi birçok yönden ağır darbeler alıyordu. Başlangıçta deneylerimle doğruladığım veriler, giderek bu teoriyi çürüten sonuçlarla yer değiştirmeye başlamıştı. Ancak Barikin bizimle hemfikir olmadı ve söz konusu çalışmalar yayımlanmadı.
Bu ve daha pek çok neden, beni Azerbaycan Mikrobiyoloji Enstitüsü’nün direktörlüğünü kabul etmeye yöneltti. Aynı zamanda Tıp Enstitüsü’nün Mikrobiyoloji kürsüsüne de seçilmiştim.
E. İ. Vostrukhova da benimle birlikte Bakü’ye gelmişti. O, dikkate değer bir insandı. Artık gençlik yıllarını geride bırakmış, yalnız yaşayan ve kendisini bütünüyle bilime adamış biriydi. Çok nazik, fakat aynı zamanda hem kendisine hem de başkalarına karşı sert ve disiplinliydi. Beni uzun süredir meşgul eden düşünceleri ya doğrulamak ya da çürütmek için en tehlikeli deneyleri yapmaya hazır görünüyordu. Giysilerinde siyah ve beyaz dışında hiçbir renge yer yoktu. Sessiz, dikkatli tavırlarıyla adeta bir rahibe izlenimi verirdi.
Bakü’de beni son derece sıcak karşıladılar. Görece küçük olan Mikrobiyoloji Enstitüsü, selefim Profesör P. F. Zdrodovski’ninenerjisi sayesinde, o dönem için oldukça yeterli bir donanıma sahipti. Ayrıca o, birkaç yüksek nitelikli uzman da yetiştirmişti. Yaşça benden büyük olmalarına rağmen (ben henüz 35 yaşındaydım), hepsiyle iyi ve iş odaklı bir ilişki kurmuştum. Böylece geniş çaplı çalışmaları geliştirmek mümkün hale gelmişti.
O dönemde Bakü, şaşırtıcı tezatlar ve tuhaflıklar şehriydi. Yeni inşa edilmiş elektrikli demiryolunun yepyeni vagonları, istasyondan petrol madenlerine doğru hareket ediyordu. Fakat oraya yalnızca dilencilerin kalabalığını yararak ulaşmak mümkündü. Korkunç, kanayan yaralarla kaplı çıplak kollarını ve bacaklarını ya da kirli paçavralara sarılmış kol ve bacak uzuvlarının kütüklerini sergileyen bu insanlar, burunlarından çıkan iniltili seslerle sadaka diliyorlardı. Benzer bir manzarayı yıllar sonra Hindistan’da da gördüm.
Develer sık sık istasyona yaklaşır, demiryoluyla daha ileriye gönderilen bagajları sırtlarından alırlardı. Bu ağırkanlı ve hantal hayvanlar ile onların yanında ilerleyen yeni, neşeli tren vagonları âdeta Bakü’nün geçmişini ve bugünün simgesini teşkil ediyordu. Bütün kış boyunca sokaklarda güller satılırdı. Arkalarında büyük semerler taşıyan iri yapılı adamlar şehri dolaşır, mallarını – gazyağı ve su – teklif ederlerdi. Eğer bir evden diğerine piyano taşınması gerekse, omuzlarında kolaylıkla taşıyorlardı; beş kişi rahatlıkla bir piyanoyu şehrin bir ucundan diğerine götürebiliyordu.
Şehirde sinekler ve kertenkeleler çoktu. Evimin penceresinden, komşu evin duvarını görebiliyordum. Güneş vurduğunda, duvarın üzerinde kertenkeleler belirirdi. Yavaş yavaş sürünür, bazen kuyruklarını hafifçe kıvırırlardı. Ben ise boşuna, onların bu tembel hareketlerinde bir düzen ya da yasa aramaya çalışıyordum.
Kadınlar yüzleri açık olarak gezerlerdi. Ancak hatta tıp öğrencileri bile yüzlerini öyle ölçüsüz biçimde pudralarlardı ki, onları sınav yaptığım, yeşil örtülü masa imtihan bitiminde gri renge dönmüş olurdu.
Neredeyse benimle aynı dönemde, Profesör Petr PetroviçPopov da Bakü Tıp Enstitüsü’nün tropikal tıp kürsüsüne davet edilmişti. Ona benimkinden bir kat aşağıda iyi bir daire tahsis edilmişti. Bu sırada benim bir hizmetçim, yetenekli bir aşçım vardı; o, devrimden önce Bakü’nün zengin evlerinden birinde ekonomist olarak çalışmıştı.
Petr Petroviç Popov’a benimle öğle yemeği yemeyi teklif ettim. Bu öğle yemekleri oldukça keyifli geçiyordu. Petr çok ilginç bir insandı. Tüm doğa bilimlerinde yüksek düzeyde bir genel kültüre sahipti ve çeşitli hayvanlar hakkında pek çok ilginç bilgi aktarıyor, kendi hayatıyla ilgili daha da ilgi çekici öyküler anlatıyordu. Birinci Dünya Savaşı sırasında Almanlara esir düşmüş, daha sonra bir okyanus gemisinde doktor olarak görev yapmış ve dünyayı gezmişti. Anlatacak çok şeyi vardı. Saatlerce masada oturur, onun ilginç epizotlar, canlı karakterler ve beklenmedik benzetmelerle dolu, ağır ağır ilerleyen anlatısını büyük bir dikkatle dinlerdim.
Gece, halk komiserinin telefon çağrısıyla uykumdan uyandığımda, Bakü’deki hayatım böyle geçiyordu.
Askeri Doktor Margolin tarafından gönderilmiş. Diğer bölgelerde de şüpheli hastalıklar var. Durum ciddidir. Derhal gitmemiz gerekiyor. Özel karavan sabah saat altıda yola çıkacak. O zamana kadar bakteriyoloji ekibini kurabilmelisiniz. Gerekli personeli hemen çağırın ve ekipmanları toplayın. Profesör Şirokogorov da sizinle gelecek. O patologdur ve kesin tanı koymada yardımcı olacak. Gerekli her şey size derhal temin edilecek.
Sabah saat altıya kadar eşyalarımızı toparlayıp yola çıkmamız gerekiyordu. Umutsuzluk içindeydim. Sorun şuydu ki, Bakü’de çalışmaya ikna etmeyi umduğum ve aylar süren taleplerimden sonra, en sonunda enstitümüzü görmeyi kabul eden bakteriyolog Doktor Vera Nikolayevna, Moskova’dan trenle saat dokuzda gelmeliydi. Onu büyük bir sabırsızlıkla bekliyordum ve karşılamak için bir çiçek buketi bile hazırlamıştım. Ancak şimdi bunun hiçbir anlamı kalmamıştı. Yola çıkmamıza üç buçuk saat kalmıştı. Enstitüye dönüp hemen personelin peşine adam gönderdim. Neyse ki, enstitü müdürü olarak iki çift atım vardı – biri gri, diğeri siyah. Atların uçlarından arabaya kadar uzanan yeşil örtüler, atların nalından sıçrayan çamuru engelliyordu.
İşçiler hızla toplandılar ve paketleme başladı. Önümüzde Elena İvanovna ile zorlu bir konuşma vardı.
O dönemde veba zaten iyi bilinmekteydi. Patojenik özellikleri ve yayılma yolları biliniyordu. Ancak etkili bir tedavi yoktu ve pnömonik vebalı hastaların tümü, Orta Çağ’daki veba salgınlarında olduğu gibi, ülkeyi saran hastalıkta yüz binlerce kurbanın ölümü gibi, hayatını kaybediyordu. Pnömonik veba, veba mikrobu tarafından akciğerlerde oluşturulan bir iltihaptır. Hasta nefes aldığında, veba mikropları hava akımı ile yayılır ve çevredeki her şeyi – hem insanları hem de eşyaları – enfekte eder.
Pnömonik vebanın son büyük salgını 1910 yılında Mançurya’da yaşanmış ve o dönemde 55 bin kişi hayatını kaybetmişti. Bu salgının kontrol altına alınmasına ünlü epidemiyoloğumuz D. K. Zabolotnıy liderlik ediyordu. Onunla sık sık Leningrad’a yaptığım seyahatler sırasında çeşitli toplantılarda karşılaşırdım. Bana çok nazik davranır ve Mançurya vebası ile ilgili raporu içeren iki ciltlik büyük bir eser vermişti. Bakü’ye gidip gitmeme konusunda onunla danıştım.
Dedi ki:
Daha sonraları, onun bu sözlerini defalarca hatırladım.
Bubonik veba esas olarak lenf düğümlerinin iltihaplanması şeklinde kendini gösterir. Enfekte olanların %40–50’si hayatını kaybeder. Pnömonik vebaya kıyasla daha az bulaşıcıdır. Etkilenen düğümlerde oluşan irin oldukça bulaşıcıdır. Vebanın her iki formu da pireler aracılığıyla taşınabilir. Bubonik veba ile iç organlar ve bazen akciğerler de etkilenir; bu durum, hastayı daha sonra pnömonik veba hastası gibi tehlikeli hale getirir.
Vebanın başka formları da mevcuttur. Bütün bunları çok iyi biliyordum; ancak vebayla mücadelede pratik deneyimim yoktu ve hayatımda hiç veba kültürünü izole etmemiştim.
Bavuluma, veba ile ilgili büyük bir Alman araştırmasının bir cildi ve D. K. Zabolotnıy’ın iki cildi konulmuştu. Bu kitapları yol boyunca okudum ve sonraki çalışmalarımda bana büyük ölçüde yardımcı oldular.
Hadrut, demiryolundan uzak bir konumda bulunduğu için oraya atla gitmek zorunda kaldık. Mevsim kıştı, ocaktı; fakat kar yoktu, yalnız çevredeki dağların tepeleri karla kaplıydı. Hadrut’un girişinde siyah bir bayrak dalgalanıyordu. Köyün sokakları boştu.
Derslerin durdurulduğu okul binasında konakladık. Derhal yerel yönetim organları ve hayatta kalan hastane personeli ile temas kurduk. Şu durumlar ortaya çıktı: İlk hasta on yedi yaşında bir gençti. Başlangıçta onun zatürree geçirdiği düşünülmüştü. Hastalanmadan birkaç gün önce bir kemirici tarafından ısırılmış ve derisi soyulmuştu. Genç, HadrutHastanesinde genel servise yatırılmıştı. Kısa süre sonra yan yataklarda yatan diğer hastalar, ardından feldsher ve yönetici, birkaç gün sonra ise hastanenin başhekimi Dr. M. N. Khudyakov hastalandı; Khudyakov uzun süredir Hadrut’tagörev yapıyor ve burada halkın sevgisi ve saygısını kazanmıştı.
Tüm hastalara zatürree tanısı konmuştu; ancak balgamın kanlı olduğu belirtiliyordu. Bu durum neredeyse her zaman pnömonik vebaya özgü olup, nadiren sıradan zatürreye rastlanır. Fakat hiç kimse vebayı düşünmüyordu.
Dr. Khudyakov hastalandığında, Hadrut yakınlarındaki bir askeri birimden askeri Doktor Margolin çağrıldı. Henüz üç-dört yıl deneyimi olan genç doktor, Khudyakov’un veba hastalığına yakalandığını fark etti ve durumu Bakü’ye telgrafla bildirdi.
Hadrut halkı arasında, hastane ile doğrudan ilişkisi olmayan hastalar da vardı. İlk öncelik, tüm hastaları izole etmek; ardından onlarla temas edenleri (birincil temas) ve son olarak bunlarla temas edenleri (ikincil temas) tecrit etmekti. Biz derhal bu çalışmaya başladık ve durumu değerlendirmek ve gerekli önlemleri almak için diğer köylere de doktorlar gönderdik.
Geldiğimiz gün bir hasta yaşamını yitirdi ve ben, Prof. Şirokogorov’dan otopsi yapmasını istedim. O ve ekibi otopsi için gerekli tüm malzemeleri hazırladığında, yanlarında lastik eldiven getirmeyi unuttukları ortaya çıktı. Benim elimde de çok az sayıda vardı (o dönemde lastik eldivenler oldukça kıt bulunuyordu); sahip olduğum eldivenleri onlara verdim ve kendim için yalnızca bir çift ayırdım. Otopsiden hemen sonra, materyali – akciğer ve lenf düğümü parçalarını – bakteriyolojik inceleme için göndermelerini rica ettim.
Materyal birkaç saat içinde ulaştı. Bu sırada biz tüm bakteriyolojik ekipmanları açmış ve incelemeye hazır hâle getirmiştik. Neyse ki kendime bir çift lastik eldiven ayırmıştım. Akciğer parçalarının konduğu kapaklı cam kaplar kâğıda sarılmış ve tamamı veba mikrobuyla bulaşmıştı; bu kapları çıplak elle açmak hiç de uygun olmazdı.
Akciğer dokusundan hazırlanan “yaymalarda”, çok da büyük olmayan ve ortası yarıklı olan, veba basilinin şekline ve fotoğraflarına tam olarak uyan çok sayıda bakteri tespit edildi.
Ancak mikroskobik inceleme tek başına yeterli değildi. Zira, dış görünüş açısından veba basiline çok benzeyen başka bakteriler de vardı. Gönderilen materyalden veba kültürünü izole etmek gerekiyordu. Bunun için besiyerinde veba kültürü oluşturmak ve kobaylara (sıçana benzeyen evcilleştirilmiş bir kemirici) enfekte etmek gerekiyordu. Bu işlem, yardımcı olmadan mümkün değildi.
Enstitüde sadece bir yıldır çalışan genç bakteriolog olan asistanımı aradım. Peki ya eldivenler? Sadece bir çift lastik eldiven vardı. Elbette onları asistanıma verecektim. Peki, kültürü risk alarak mı oluşturmalıydım?
“Peki, hasta kalmazsa, veba kültürü olmadan Bakü’ye mi dönelim? Ancak bir bakteriyologun veba kültürü olmadan geri dönmesi büyük bir utanç olur.”
Uzun yıllar önce V. A. Barikin, ülkemizin doğusunda veba odaklarını araştırırken çok önemli bir hipotez ortaya koymuştu: Yabani kemirgenler – tarbaganlar (Moğol marmotu, fare benzeri bir kemirgen) – veba ile enfekte oluyor ve bu hastalığın yayılmasında kritik rol oynuyordu. Ancak o, veba kültürünü bu hayvanlardan izole etmemişti ve kimse ona inanmamıştı. Daha sonra D. K. Zabolotny bunu gerçekleştirdi ve tüm ödüller ona verildi.
Hayır, veba kültürünü izole etmek gerekiyordu. Eldivenleri asistanıma verdim, yanımıza sübnima (civa klorür) çözeltisi içeren bir kap koyduk – bu çözeltinin bakterileri, veba bakterisi dahil, öldürdüğü biliniyordu – ve kobayları enfekte ettik. Bu işlem sırasında çıplak ellerimi birkaç kez sübnimaçözeltisine batırdım.
Kobaylar belirlenen sürede hastalandı. Veba kültürü hem akciğer materyalinden hem de kobaylardan izole edilmişti. Tanı açıktı: veba!
Sonraki günler yoğun bir çalışma temposunda geçti. Öncelikle, tüm hastaları belirlemek gerekiyordu. Bu ancak bütün sakinlerin evlerinde genel bir tarama yapılarak mümkün olabilirdi, çünkü hastalar saklanıyordu. Ancak nüfusun büyük çoğunluğu Rusça bilmiyordu ve bu işe yerel parti ve Komsomol aktivistlerini dahil etmek zorunda kaldık. Önce her birinin hastalarla temas edip etmediği kontrol edildi.
Veba hastaları için özel bir bina tahsis edildi. Hâlen hastanede bulunan tüm hastalar çıkarılarak izole edildi. Hastane binası kapsamlı şekilde dezenfekte edildi. Veba hastalarının tüm yakınları ve onlarla temas eden kişiler de izolasyona alındı. Tüm bu ve diğer önlemler Hadrut’ta çok hızlı ve sistematik bir şekilde uygulanıyordu.
Diğer üç köyde ise durum daha kötüydü. Her şeyin layıkıyla yerine getirilmesini güvenle teslim edebileceğim bir doktor bile yoktu. Halk Sağlığı Komiserine teleks çekerek deneyimli veba uzmanlarının gönderilmesini istedim. Kısa süre sonra Saratov’dan Prof. Suknev ve Rostov’dan Dr. Tinker geldi; bu uzmanlar Hadrut çevresindeki köylerde vebanın ortadan kaldırılmasında önemli katkı sağladılar.
Yelena İvanovna ve Vera Nikolaevna da arkamızdan gelerek tüm bakteriyolojik işleri yürütüyorlardı. Dört gün geçti. Ekibimiz her gün, günü değerlendirip ertesi günün planını netleştirmek için akşamları toplanıyordu. Toplantılar için okulun büyük salonunu kullanıyorduk; burası muhtemelen bir zamanlar askeri kulüp olarak kullanılıyordu. Duvarlarda tüfek ve tabanca parçaları, diyagramlar, hedefler, gaz maskeleri ve benzeri malzemeler vardı.
Aniden kapıya sert bir şekilde vuruldu ve cevap beklemeden genç bir askeri doktor odaya girdi.
Etrafa bakındı, dengesiz adımlarla sendeleyerek oturduğum masaya doğru ilerledi. Yüzü morarmış, gözleri endişe ve acı doluydu. Masaya yaklaşarak elini ona dayadı.
“Ben Marqolin, vebam var,” diye güçlükle seslendi ve ardından kusarak yere yığıldı. Kusmuğun bir kısmı masaya, bana ve çevremdekilere sıçradı. Hemen duvardaki gaz maskasını alıp taktım ve yerde yatan Marqolin’in üzerine eğildim.
O, bilinçsiz, yüzü morarmış, gözleri çökmüş, nabzı çok hızlı, solunumu boğuk ve hızlıydı. Sağlık görevlileri onu sedyeye yerleştirdi, yüzünü bezle sardım ve veba karantinasına götürdüler.
Hadrut’a ulaştığımda, Marqolin’e telefon ettim. Askeri birliğinin yakınlarda olduğunu söyledi. Kendini iyi hissettiğini belirtti ve Dr. Xudyakov ve diğerlerinin hastalığı hakkında bilgi verdi. Görünüşe göre hastalanan ilk genç, veba bulaşmış bir kemirgeni öldürmüş ve kışın sık görülen pnömoni ile komplike olan vebanın bubonik formuna yakalanmıştı. Dr. Xudyakov ona lobar pnömoni teşhisi koymuş ve genel koğuşa yerleştirmişti. Bu yanlış teşhis, hem onun hem de başkalarının hayatını tehlikeye atmıştı.
Marqolin’in izole edilmesini, odasından çıkmamasını ve günde iki kez ateşini ölçmesini rica etmiştim. Ateşi yükselirse hemen bana haber vermesini de emretmiştim. Üç gündür kendisi hakkında bilgi vermemişti, şimdi ise hastalanmış olarak bize gelmişti.
Derhal bölüm komutanını çağırdım. Komutan, Marqolin’inson günlerde odasından çıkmadığını, kimseyi içeri almadığını ve içeride kapıdan konuştuğunu söyledi. Ayrıca, Marqolin’inodadan çıkarken parti örgütünün sekreterine bir mektup bıraktığını belirtti. Ertesi gün bu mektup bana ulaştı. Mektubun metni şöyledir:
“Sevgili yoldaşlar!
Sanırım başladı. Ateşim 39.5. Başkalarına bulaştırmamak için buradan gidiyorum.
Sakin bir şekilde ölmeye gidiyorum, çünkü başka bir çıkış yolu yok. Sosyalist toplumun kurucuları neşeli ve sağlıklı kalın. Hoşça kalın.
Lev Marqolin.”
Rusya’da bulaşıcı hastalıkların araştırılması tarihinde, hekimlerin kahramanca davranışlarının birçok örneği bilinmektedir. Q. N. Minx, O. O. Moçutkovski ve İ. İ. Meçnikov, bu hastalıkları incelemek için defalarca tifüs ile kendilerini aşılamışlardır. E. I. Martsinovski ise kendini çiçekle aşılamıştır. Deneysel goferlerden vebaya yakalanan hekim Deminski, ekspedisyonun başkanına bir telgraf göndermiştir:
“Goferlerden pnömonik vebaya yakalandım. Elde edilen kültürleri alın, kayıtlar tamamen yerinde. Geri kalanını laboratuvar değerlendirecek. Cesedimi açın, deneysel olarak goferden insana bulaşma vakasını inceleyin.”
Ancak bunlar yaşam tecrübesine sahip olgun insanlar idi. Marqolin’in yaşı yalnızca yirmi dört idi. Arkadaşlarına bulaştırmamak için, ölümün yaklaşmakta olduğunu bilerek, bilinç kaybı eşiğinde ve büyük acı içinde, yüksek ateşle üç kilometreyi yaya olarak hastaneye gitmek için ne kadar cesaret ve irade gerektiği hayranlık uyandırıcıdır.
Marqolin’e maksimum dozda veba karşıtı serum uygulanmış, sağlık çalışanları gece gündüz onun yatağı başında nöbet tutmuş ve onu kurtarmak için mümkün olan her şey yapılmıştır.
Kırk saat sonra o hayatını kaybetti. Ölümü ağır oldu. Bilincine geldiğinde “ana” diye bağırdı. Ama yirmi dört yaşında birinin kolayca ölmesi mümkün değildi.
Pnömonik veba genellikle tüm aileleri etkiler. Bunun nedeni, ilk hastanın kendisini derhal izole etmemesi ve bütün aileyi enfekte etmesidir. Benzer bir durum Hadrut’ta da gözlemlenmiş ve yalnızca nadir durumlarda çocuklar sağ kalabilmiştir; muhtemelen çoğu zamanlarını ev dışında geçirdiklerinden etkilenmemişlerdir.
Hastalananların tamamı tipik pnömonik veba hastalığına yakalanmış ve hepsi ölmüştür. Ancak veba karantinasında görev yapan hekimler, bazı hastalarda tipik pnömonik vebaya ek olarak submandibular lenf düğümlerinde iltihap olduğunu tespit etmişlerdir. Bu durum daha önce tanımlanmamıştı. Muhtemelen, hastanın yanağından veya boynundan bir veba pire ısırmış olabilir; bu durumda çene altı bubolar oluşabilirdi. Ancak Hadrut’ta görülen pirelerin insanların yanağını ısırdığı kabul edilmesi güçtü.
Bu olguları kaydettik, ancak açıklayamadık. Üstelik, örgütsel işlerin yoğunluğu nedeniyle bu konuda düşünmeye zaman da yoktu.
Bir gece oldukça geç saatlerde NKVD (Halk İçişleri Komiserliği) temsilcisi evime geldi. Ben okuldan çok uzak olmayan küçük bir odada yaşıyordum.
“Mesele şu ki, çok güvenilir bilgiler aldık; burada, yurtdışından gönderilen provokatörlerin faaliyet gösterdiği iddia ediliyor. Vebalı cesetleri açıyor, kalplerini ve karaciğerlerini kesiyorlar ve bu parçalarla enfeksiyonu yayıyorlar. Bu bilgi tamamen doğru” – dedi, yüzümdeki şüpheyi görünce tekrar etti.
Cevap verdim ki, elimde olmayan kürek ve levye dışında her şey hazır olacak. Anlaştık ki, bir saat içinde o, beş silahlı Kızıl Ordu askeriyle (kendi ifadesine göre, olası risklere karşı güvenlik için) kürek ve diğer malzemelerle okul binasının yanına gelecek.
Bütün bunlar bana bir tür fantazi gibi görünüyordu. Sonuçta cesetleri açıp kalp ve karaciğerlerini kesen provokatörler ister istemez vebaya yakalanırdı; eğer bakterioloji veya enfeksiyondan korunma bilgisine sahip değillerse. Burada veba olduğunu nereden bilebilirlerdi? Eğer bunu yanlarında getirselerdi, bunu veba mikroplarıyla yapmak zorunda kalırlardı. Bu da demek oluyordu ki, ellerinde zaten bu mikrop vardı ve cesetleri açıp hayatlarını riske atmalarına gerek yoktu. Hayır, burada bir yanlışlık vardı! Küçük ekibimizi hazırlayana kadar tüm bu düşünceler kafamdan geçti.
NKVD’nin yetkili temsilcisi, Azerbaycan’ın merkezi organlarının veba salgınının yaşandığı bölgede bizzat bulunan tek temsilcisiydi (Azerbaycan Halk Sağlığı Komiserliği ve Merkezî İcra Komitesi’nin yetkili temsilcileri demiryolu garında kalıyor ve sürekli çeşitli raporların verilmesini talep ederek bizleri rahatsız ediyorlardı). Veba karşıtı çalışmaların organizasyonu konusunda kendisine defalarca yardım talebinde bulunmak zorunda kaldım ve o da her zaman bize çok hızlı destek sağladı. Ziyalı ve ciddi bir insan izlenimi veriyordu. Acaba, tamamen fantastik görünen bu hikâyeyegerçekten inanıyor muydu?
Mezarlık sessiz ve karanlıktı. Yanımızda getirdiğimiz “yarasa feneri” küçük bir alanı zar zor aydınlatıyordu. Mezarlıktaki ışığın köy tarafından görünmemesi için feneri tek taraflı olarak örttük. Zemin henüz hafifçe donmuştu; kazmaya gerek kalmadı. Mezar oldukça sığdı ve tabut kapağı kısa sürede ortaya çıktı. Bu sırada ay bulutların arkasından çıktı ve çevre tamamen aydınlandı. Tabutun içinde orta yaşlı bir kadın yatıyordu. Yanında ve ayaklarının dibinde yarı çürümüş meyveler ve diğer yiyecekler bulunuyordu.
Kadın bir bluz ve etek giymişti ve defin işlemini bozan herhangi bir işaret yoktu.
Gömleğin düğmeleri açıldı, eteği ve iç gömleği kesildi. Artık çürümeye başlamış zayıf beden bütün hâliyle ortaya çıkmıştı. Ölenin dayanılmaz kokusu midemi bulandırdı.
Temiz hava almak için biraz geri çekildim. Ay, tuhaf bir manzarayı aydınlatıyordu. Reçineli çizmeler giymiş, eldivenli, beyaz önlüklü, göz kapaklarını sıkıca kapatan gözlük takmış, ağız ve burnunu bezle sarmış bir kişi, tabutun üzerine eğilmiş, kapağı ölenin üzerine indirdi. Parlak ay ışığında tüm bu manzara, bir tür vahşi kâbusu anımsatan sahne olarak görünüyordu.
Bir sonraki mezarı açtığımızda da benzer bir manzara ile karşılaştık: ceset bütün hâliyle duruyordu. Üçüncü mezarın açılmasına başladığımızda ay tekrar kayboldu ve biz “yarasa fenerimizi” tekrar devreye aldık. Tabut kapağını kaldırır kaldırmaz herkes hayretle bağırdı. Cesedin başı gövdeden ayrılmış ve yana doğru eğilmiş durumdaydı. Giysiler kesilmişti, göğüs yarılmış, kalp yerinde yoktu. Karın açılmış, karaciğer bulunamamıştı. Kesilmiş başın alt dudağı tuhaf bir şekilde aşağıya sarkmıştı. Sarı sakallı, maviye yakın neredeyse siyah lekelerle kaplı bu yüz, sanki bir tür gülümseme içeriyordu. Baş, sanki hepimize gülümsüyordu.
Hiç kimse tek kelime etmedi.
Bir sonraki mezarın açılmasına geçildi. O gece açılan on mezardan üçünde başları kesilmiş, kalpleri ve karaciğerleri olmayan cesetler vardı. Manzara dehşet vericiydi; yalnızca sıradışılığıyla değil, aynı zamanda olası ağır sonuçlarıyla da korkutucuydu. Kurumuş dokularda veba mikrobu yıllarca canlı kalabilirdi. Eğer halk arasında vebalı organ parçaları kalmışsa, bunları zararsız hâle getirmek için nasıl tespit edilebilirdi? Böyle bir salgın nasıl ortadan kaldırılabilirdi? Dünyadaki veba epidemileri tarihine bakıldığında, böyle bir durumla daha önce karşılaşılmamıştı ve hiçbir ders kitabında bu konuda gerekli bir reçete yoktu.
Tüm geceyi uykusuz geçirdim. Bir plan diğerinin yerine geçti, eleştirildi, reddedildi. Sabahın yaklaşmasıyla uygulanabilir görünen bir tedbirler sistemi ortaya çıktı. Bu tedbirleri Halk Sağlığı Komiseri’ne telgrafla ilettim. Birkaç saat sonra Bakü’ye, Halk Komiserleri Sovyeti toplantısına rapor vermek üzere çağrıldım.
Planım şöyleydi:
Halk Komiserleri Sovyeti toplantısında bu öneriler detaylı olarak tartışıldı ve kabul edildi.
Bu toplantıda, ayrıca, Azerbaycan NKVD’sinin başkanı, başarısız şifreleme nedeniyle sağlık bakanını sert bir şekilde eleştirdi:
Buna rağmen, tüm belgelerde “filiz” ibaresi görünmeye devam ediyordu.
Ben Hadrut’a geri döndüm ve vebalı cesetlerin yakılmasını organize etmeye başladım. Tam o sırada, cesetlerin yakıldığı çukurdaki Doktor Xudyakov’un cesedi tam üstte kalmıştı. Odun alevlendiğinde, duman ve ateş bulutları çukurdan yükselmeye başlayınca, aniden Xudyakov’un bir eli kalktı, birkaç saniye durdu ve ardından düştü. Duman ve dumanın etkisiyle kararmış olan bu el, karlı dağların beyaz fonunda keskin bir şekilde seçiliyordu.
Yerli halktan görevliler, cesetlerin yakılmasına katılmayı kesinlikle reddettiler:
Halk Komiserleri Sovyeti’nin kararları çok hızlı bir şekilde uygulanıyordu. Çok sayıda hekim ve diğer personel gönderildi. Kimyasal dezenfeksiyon ekipleri görevlerini o kadar titizlikle yerine getirdiler ki, dezenfekte ettikleri evlerin çevresindeki tüm yeşillikleri yok ettiler.
Tüm bunlarla o kadar meşguldüm ki, salgının “sabotaj” niteliği üzerine neredeyse hiç düşünmüyordum. Ancak sonradan aklıma geldikçe içim rahat etmiyordu. Olayın gerçekliği tartışılmaz görünüyordu: Cesetler açılıyor, organlar kayboluyor, fakat sabote edeni yakalamak mümkün olmuyordu.
Tüm hastaların listeleri kontrol ediliyordu; aralarında Hadrut’da yaşamayan yabancı kişiler var mı diye bakılıyordu. Oysa hastaların tamamı Hadrut sakinleriydi. Hastalığın görüldüğü diğer köylerde de aynı durum yaşanıyordu. Bu, gerçekten esrarengiz bir olaydı!
Çözüm ise tamamen beklenmedik bir şekilde geldi.
Epidemiye karşı alınan önlemlerin uygulanmasını denetlemek için düzenli olarak hasta insanların bulunduğu diğer köylere gidiyordum. İtiraf etmeliyim ki, bu seferler benim için oldukça çekiciydi. Dağlık Karabağ’da at sevgisi büyüktü ve yerel yönetim, veba ekibimiz için mükemmel binek atlar sağlamıştı. Ben, görkemli ve iri bir gaçağan yorğasından güzel bir at seçtim. Yol biraz yükseldiğinde at hemen koşuya geçiyor, dağ yollarındaki yarğan ve dere kenarlarını kullanarak ilerliyordu – dönemeçlerde düşmemek için yenkeye sıkı oturmak gerekiyordu. Ben oldukça deneyimli bir biniciydim ve böyle bir atla on kilometrelik bir koşu gerçek bir zevkti.
Çocukluğundan beri at sürmeye alışkın olan Ural Kazaklarından olan Profesör Suknev, bazen bana yoldaşlık ediyordu. Hatta bir kez yarışımız bile oldu.
Bu tür seferlerden birinde, Bulatan köyünde yerel bir öğretmenin evinde konakladım. Bu yaşlı adam hayatı boyunca burada yaşamıştı. Öğretmen, Rusçayı yavaş konuşuyordu. Akşam çay sofrasında bana yerel geleneklerden, inanışlardan ve efsanelerden söz etti; anlatılanlar son derece ilginçti. Elbette, sohbet doğal olarak vebaya da yöneldi.
Ona veba epidemisinin bazı özelliklerinden bahsettim ve diğer konuların yanında, bütün ailelerin sık sık pnömonik vebadan öldüğünü belirttim.
Ben, elbette, bilmiyordum.
Öğretmenin anlattıkları, bir trafik ışığı gibi, hastalığın yayılmasının tüm manzarasını aydınlattı. Her şey netleşmişti!
Ertesi sabah erkenden Hadrut şehrine koştum. Vardıktan hemen sonra NKVD’nin yetkili temsilcisini aradım ve öğretmenden öğrendiğim her şeyi ona aktardım.
İki-üç saat içinde komiser yeniden yanıma geldi:
Hazırlanıp veba kampına gittik. Ne yazık ki, artık çok geçti. Sağlık yetkilisi ölüm döşeğindeydi ve ondan hiçbir soruya cevap almak mümkün olmadı.
Olay nihayete yaklaşmıştı. Altı gün boyunca hiçbir yeni vaka kaydedilmemişti. Vebanın kuluçka dönemi (enfeksiyon ile hastalığın başlaması arasındaki süre) 5 gündü.
Bu durum, enfekte olan herkesin zaten hastalandığı ve yeni bir bulaşın olmadığı anlamına geliyordu. Artık sakinleşme ve işin sonlandırılması zamanı gelmişti.
Halk Sağlık Komiserliğine gönderdiğim telgrafa yanıt olarak, beklenmedik bir şekilde ilk vakaların görüldüğü Hadruthastanesinin yakılması emri aldım. Hastaneyi yakmaya hiç gerek yoktu. Taş ve iyi inşa edilmiş bina, üç kez – bunakloropikrinle dezenfeksiyon da dahildi – dezenfekte edilmiş ve hiçbir tehlike oluşmamıştı. Bu durumu komisyona bildirdim, ancak yanıt olarak hastanenin derhal yakılması ve bunun yerine getirildiğine dair rapor verilmesi konusunda kesin bir emir aldım.
Ülkemizin onayladığı uluslararası anlaşmalara dayanarak ikinci kez bir telgraf gönderdim: Bu anlaşmalara göre yalnızca vebaya yakalanmış ve dezenfekte edilmesi güç binalar, örneğin Çin fanları, kulübeler vb., yakılmalıdır.
Yanıt olarak, emrin “bugün icra edilecek ve rapor edilecek” şeklinde acil bir telgraf geldi.
Durum korkunçtu. Halk için gerekli olan iyi bir hastane binasını boş yere yakamazdım. Peki ya yenisini ne zaman inşa edeceklerdi? Bu emrin tamamen anlamsız olduğunu biliyordum. Ancak ne yapabilirdim? Reddedersem, yakma işlemi yerel yetkililere bırakılacaktı ve muhtemelen bunu yapacaklardı; doğal olarak ben de büyük sıkıntı çekecektim.
Bütün bakteriyoloji ekibimi topladım ve acil olarak hastaneye taşınmayı önerdim. Hiç kimse itiraz etmedi; herkes önerimi hevesle destekledi. Taşıma işlemi başladı.
Akşam, Halk Sağlık Komiserliğine aşağı yukarı şu içerikte bir telgraf gönderdim:
“Bakü ekibi, binanın tam güvenliğini kanıtlamak için hastaneye taşındı. Lütfen yakılması emrini iptal edin.”
Bu telgrafa yanıt almadım.
Böylece hastane kurtarılmış oldu.
Önümüzde hâlâ çözülmesi gereken bir zor görev vardı. Hastalığın başlamasından itibaren Hadrut’a en yakın demiryolu hattı durdurulmuştu ve bu durum bölgeye büyük maddi zarar vermişti. Sadece epideminin ortadan kaldırılmasına hizmet eden trenler çalışıyordu; bunlar, doktorları, ekipmanları, gıda ve benzeri malzemeleri taşıyordu.
Bu aşırı tedbire gerek yoktu. Demiryolu hattında tek bir hastalık vakası bile yoktu ve hat, salgının yaşandığı bölgeden onlarca kilometre uzaktaydı. Maksimum ihtiyat önlemi, Hadrut’a en yakın istasyon ve komşu istasyonlarda trenlerin durmasının engellenmesi olabilirdi. Ancak bu konuda Azerbaycan yetkililerine yaptığım tüm öneriler sonuç vermedi.
Bunun üzerine Tiflis’teki Tüm Birlik Komünist Partisi (Bolşevikler) Transkafkasya Komitesi katibine, demiryolu trafiğinin yeniden başlatılmasının zorunluluğunu detaylı şekilde gerekçelendiren 250 kelimelik acil bir telgrafgönderdim. Birkaç gün içinde ulaşım yeniden sağlandı.
Tahıl sevkiyatı konusu ise daha karmaşıktı. Veba taşıyıcı kemirgenler tahıl ile birlikte taşınabilirdi. Uzun tartışmalar sonucunda, yalnızca ayıklanmış ve kemirgenlerden arındırılmış tahılın sevkiyatına izin verildi. Benzer pek çok sorun vardı ve her birinin çözümü büyük önem taşıyordu.
Veba salgını ortadan kaldırıldıktan sonra, nüks vakalarını gözlemlemek amacıyla iki hafta boyunca bölgede bir ekip bırakılması gerekiyordu; ancak bu, pnömonik veba hastalığında neredeyse hiç gerçekleşmez.
Bu iki hafta boyunca, salgının kökenini belirlemeye çalıştık. Konu büyük önem taşıyordu. Cesetleri açıp vebayı yayan sabotajcıların olmadığı kesinleşmiş olsa da, hastalığın bu sınır bölgesine dışarıdan getirilmiş olma ihtimali tamamen göz ardı edilmedi. Daha olası bir alternatif ise, bölgedeki endemik veba odaklarının varlığı, kemirgenlerin vebaya yakalanması, ancak halkın kemirgenlerle sık temas etmemesi nedeniyle salgınların meydana gelmemesi ihtimaliydi.
Bölgedeki bir yerel ziraat uzmanı, o yıl oldukça fazla miktarda tahılın toplanmadığını ve bunun kemirgenlerin çoğalmasına, hatta muhtemelen başka bölgelerden buraya göç etmelerine sebep olmuş olabileceğini belirtti. Ancak bu teoriyi doğrudan kanıtlayacak elimizde veri yoktu. Bunu doğrulamak için veba taşıyan kemirgenleri tespit etmek gerekiyordu.
Kemirgenlerin yakalanması için av düzenlendi ve yüzlerce yakalanmış kemirgen incelendi. Ancak hiçbir şekilde veba kültürünü izole etmek mümkün olmadı.
Gitmeden iki gün önce akşam laboratuvara gittim. Elena İvanovna ve Vera Nikolaevna, küçük bir gaz lambasının ışığında kobayları parçalıyorlardı.
– Gerçekten böyle bir karanlıkta veba materyali ile çalışabilir misiniz? – diye yaklaştım.
– Büyük lambanın camı kırıldı, başka bulamadık. Yakında bitireceğiz, – dediler.
Bunlar, ölen son hastadan bulaşmış kobaylardı ve aslında onları bulaştırıp kültürü izole etmeye gerek yoktu, çünkü elimde zaten birkaç veba kültürü vardı ve onları ek araştırma için Bakü’ye götürmem gerekiyordu. Ben laboratuvarda önlük, eldiven ve tülbent maske giydim ve araştırmayı tamamlamalarına yardımcı oldum.
Yelena İvanovna kültürleri metal bir kutuya yerleştirdi ve sürekli gözetimi altında olan bir valize koydu. Yerel yetkililer, bize gösterdikleri resmi teşekkür konuşmalarıyla bizi uğurladılar ve yanımıza götürmemiz için bir kova yerel şarap hediye ettiler.
O akşam tren vagonları istasyonda bizi bekliyordu. Yaklaşık yüz metre uzaklıkta, Azerbaycan Halk Sağlığı Komiserliği ve Merkezi İcra Komitesi’nin yetkili temsilcilerinin bulunduğu iki vagon duruyordu. Hemen yanlarına gidip gelişimizi bildirdim. Beni çok sıcak karşıladılar, çalışmaları yakından takip ettiklerini gösterdiler, ancak salgının kaynağı konusunun hâlâ onları ciddi şekilde düşündüğü belliydi.
Azerbaycan Merkezi İcra Komitesi’nin temsilcisi, daha önce Halk Sağlığı Komiseri’nin ifade ettiği görüşü neredeyse kelimesi kelimesine bana tekrar etti:
Vagona döndüğümde, Vera Nikolaevna bana kendini kötü hissettiğini söyledi. Termometreyi koyduk; sıcaklığı yaklaşık 38° çıktı. Bu durum ciddi bir endişe yaratıyordu.
Veba salgını üzerinde çalışan bir bakteriyologda ani ateş ortaya çıkarsa, derhal izole edilmeli ve olay yetkili makamlara bildirilmeliydi. Vera Nikolaevna yüksek nitelikli bir uzmandı, onu sürekli denetlemek mümkün değildi ve hastalarla hiçbir teması yoktu. Yine de gerekli önlemleri almak zorundaydık. Tüm personeli başka bir araca taşıdım. Yelena İvanovna ile ben, Vera Nikolaevna’nın yanında kaldık.
Son birkaç gündür yoğun yağışlı hava ve sert soğuk rüzgarlar vardı; belki soğuk algınlığı olmuştu. Sabahta kadar bekleyelim dedik. Üçümüz de muhtemelen geceyi çok az uyuyarak geçirdik. Tüm ısrarlarıma rağmen, Yelena İvanovna, Vera Nikolaevna ile aynı kompartımanda kaldı.
Sabah saat beşte ateşini tekrar ölçtük: yaklaşık 39°. Hafif öksürük ortaya çıkmıştı ve hasta göğüs ağrısından şikayetçiydi. Durum kötüydü, her şey kötü görünüyordu. Başım şiddetle ağrıyordu, piramidon aldım ve uyumaya çalıştım; ancak mümkün olmadı. Vera Nikolaevna gerçekten veba hastalığına mı yakalanmıştı? Bu düşünce dayanılmazdı.
Başım giderek daha çok ağrıyordu. Sıcaklığımı tekrar ölçtüm: 38.2°.
Bu da neydi? Acaba biz, son domuzları çok zayıf ışık altında parçalayarak mı enfekte olmuştuk? O anın her dakikasını zihnimde tekrar tekrar gözden geçiriyordum. Her şey doğru şekilde yapılmıştı. Peki bu neydi? Yelena Ivanovna’nın ateşi normaldi ve yüzündeki yorgunluk yalnızca uykusuz gecenin etkisiydi. Belki ikimiz de soğuk algınlığına yakalanmıştık; ama neden sadece biz, kültürlerle çalışanlar? Ekibin diğer üyelerinin hepsi sağlıklıydı.
Sabah saat sekizde, Sağlık Bakanlığı’nın yetkili temsilcisine hastalık durumumuz hakkında bir rapor sundum ve bir doktor gönderilmesini talep ettim. Yaklaşık iki saat sonra doktor geldi. Başım oldukça dönüyordu, fakat onunla görüşmek için ayağa kalktım.
Pencereden baktım; vagonlarımız askeri muhafızlar tarafından çevrelenmişti. Doktor uygun şekilde giyinmişti, fakat ağzını ve burnunu örten tıbbi bez maskası ıslaktı. Ona, maskayıtakmasının sebebinin kirli havayı filtrelemek olduğunu söyledim. Eğer maske herhangi bir dezenfektan solüsyonla ıslatılmışsa, kirli hava maskenin kenarından geçebilirdi. Ona hemen gitmesini ve maskasını değiştirmesini istedim. Doktor oldukça korktu ve derhal vagondan dışarı fırladı. Yarım saat geçti; kimse görünmedi. Halk Sağlığı Komiserliği’nin yetkili temsilcisine doktorun gelişini hızlandırması için not bıraktım. Ancak vagon çıkışında bekleyen Kızıl Ordu askeri, ona bizden hiçbir şey kabul etmemesi talimatı verilmiş olduğunu söyledi.
Bir süre sonra, gerekli önlemleri almış şekilde giyinmiş doktor geldi. Vera Nikolaevna’yı kısa bir muayeneden geçirdi ve şimdiye kadar sadece hafif bir bronşit olduğunu, yüksek ateşten şaşkınlık duyduğunu söyledi. Beni muayene ettikten sonra da aynı ifadeyi kullandı. Herhangi bir sonuç çıkarmak mümkün değildi. Doktor ertesi gün tekrar geleceğine söz verdi. Ona, Komiserin dikkatine iletilmesi için, Bulatan’dakigecikmiş Profesör Suknev’in çağrılması gerektiğini ilettim; eğer veba varsa, onun burada mutlaka gerekli olacağını vurguladım. Ayrıca hastalık durumumuz hakkında şimdilik Bakü’ye bilgi verilmemesini talep ettim, çünkü bunun muhtemelen gereksiz bir paniğe yol açacağını düşündüm. Doktor, tüm bunları yetkililere ileteceğine söz verdi.
Sonraki iki gün zorluydu. Umut yerini şüpheye bıraktı. Kaygı bir an bile beni terk etmedi.
— Elena Ivanovna! Sizden bir ricam var, inşallah reddetmezsiniz. İşte biraz morfin, — ona küçük bir paket uzattım, — eğer gerçekten acı çekiyorsam, bana verin. Burada beşten fazla ölümcül doz var. Acı çekmeden ölmek yeterli olacak.
Elena Ivanovna sessizce gözlerimin içine baktı. Dudakları sadece hafifçe titredi.
Çok sevdiğim küçük kardeşime bir mektup yazdım. Sakin bir şekilde yazmaya çalıştım. Ekspedisyondan birkaç kelime anlattım. Annemi korumalarını rica ettim. Bir veda kucaklaması ekledim.
Mektubu zarfa koydum ve bunu başka bir zarfın içine yerleştirip, oraya Suknev’e kardeşime ulaştırmasını rica eden bir not ekledim. Bu zarfın üzerine şunu yazmıştım: “Mektup lastik eldivenlerle ve maske ile yazılmıştır.” Bu ifadenin altını çizdim. Korkarım mektubu yakıp vermesinler diye.
Bizim vagonumuzda bir şarap fıçısı kalmıştı. Aklıma geldi ki, D. K. Zabolotny, Mançurya salgını sırasında tüm hasta doktorlara şampanya veriyordu. Ne yazık ki, Marqolinhastalanınca bunu hatırlamadım! Bizim şarabımız her şampanyadan daha iyiydi. Ben de azar azar içtim. Vera Nikolaevna şarap içmek istemedi. Ateşi yaklaşık 40 dereceydi. Biraz öksürdü ve akşama doğru eklem ağrılarından şikâyetetmeye başladı. Bu artık taun gibi görünmüyordu.
Elbette, taun teşhisinin karşısında olacak her semptomu hevesle not ettim. Yine bir kadeh şarap içtim, yüksek dozda uyku ilacı aldım ve uyudum.
Sabah ter içinde uyandım, bütün iç çamaşırlarım ıslaktı. Korkunç bir halsizlik vardı. Termometreye zorla elimle dokundum. Ateşim 37 derecenin biraz altına düşmüştü. Yaşasın! Bu, taunla olmaz.
Vera Nikolaevna’nın ateşi devam etti, ama eklemleri belirgin şekilde şişti, öksürüğü artmadı. Olumlu sonuca olan umut güçlendi. Akşam doktor geldi ve ateşi kendisi ölçtü.
Benim ateşim normaldi, Vera Nikolaevna’nınki 37 derecenin üzerindeydi, eklemleri şişmiş, keskin bronşit vardı; akciğerleri temiz, lenf düğümleri normaldi. Taun teşhisi dışlandı. Yine de bizi beş gün daha karantinada tuttular.
Halk Sağlığı Komiseri beni çok nazikçe karşıladı. Elimi sıktı, teşekkür etti. Dedi ki, beni Kızıl Bayrak Nişanı’na aday göstermişler ve Azerbaycan Merkezi İcra Komitesi’ne aday seçilmişim. Ama o, taunun dışarıdan geldiğini iddia etmeye devam etti. Bu konu bölge için büyük önem taşıyordu. Eğer taun lokal ve epidemik nitelikteyse, gözlem istasyonu kurmak, kemirgenlerde epizooti’ye göz kulak olmak gerekir. Eğer dışarıdan gelmişse, sınırın sağlık denetimini güçlendirmek gerekir.
Kütüphanede yalnızca tıbbi dergilere değil, son elli yılda çeşitli tıp derneklerinin, hastanelerin, sağlık hekimlerinin ve diğer kurumların raporlarını da inceledim. Ne çıktı? Devrimden önce çok yakın bir bölgede taun hastalığının görüldüğü ortaya çıktı. Birinci Dünya Savaşı yıllarında, Bakü hastanesine yakın bir bölgeden bubonik taunlu hasta getirilmişti.
Yani Hadrut yakınlarında önceden veba görülmüştü ve sadece unutulmuştu. Hadrut’ta salgının ortaya çıkması muhtemelen o yıl tahıl ürününün tam olarak toplanamamasından kaynaklanıyordu ve komşu bölgeden kemirgenler topluca buraya göç etmişti.
Halk Sağlığı Komiserliği sonunda bu argümanları kabul etti. Gözlem istasyonu kuruldu ve o bölgede bir daha taun çıkmadı.
Kaderin yazdığı gibi, vaat edilen nişanı sadece otuz beş yıl sonra, yetmiş yaşımda aldım ve “halk düşmanı” olarak Azerbaycan Merkezi İcra Komitesi’nden kısa sürede çıkarıldım. Ama Hadrut’tan getirilen mucizevi şarabın akıbeti bana bilinmedi.
Журнал Наука и жизнь (Jurnal Elm ve Hayat), 1966, № 12.
(“Bilim ve Hayat Dergisi, 1966, Sayı 12”)
Share this content:
Yorum gönder