Şimdi yükleniyor

Yalçın Hatunoğlu: PKK MESELESİNİ ÜMMETÇİLİK FİKRİ ÇÖZER Mİ?

 

Yazıma İlkokul kitabımdan
Bir hikaye ile başlayayım;
“ALTIN YUMURTLAYAN TAVUK HİKAYESİ”

Altın Yumurtlayan Tavuk

İslamcı Aydınlara, bürokrat ve siyasetçilere önerim;
Yönettiğiniz modern Türkiye Cumhuriyetinin size sağladığı imkanların “altın yumurtlayan tavuğun” köylüye sunduğu zenginlikten farkı yok.
Aptal, tamahkar ve açgözlü köylü gibi hepsine birden sahip olacağım diye sakın tavuğu kesmeyin.

Modern devletlerin doğmasına sebebiyet veren, esas anlayış; sınıflar, etnik kimlikler,dinler, mezhepler, yerine sıradan insanı merkeze alan, yönetim felsefeleridir, bu yönetim felsefelerinin temel anlayışı, batı aydınlanma çağı sonrası, din ve tanrı buyruğu yerine, her insan için eşit hukuk uygulamaları anlayışına ulaşma çabası ve insanı merkeze alan yeni yönetim anlayışları yâda ideolojilerin doğmuş olmasıdır.
Aslında sekülerizme de ihtiyaç duyulmasına sebebiyet veren de bu zorunluluktur diyebiliriz.
Yani bu işin esas kazananı dünyanın tamamında, aslında bu işlerle hiç ilgilenmeyen ve hiç de farkında olmayan hiç çaba sarf etmeyen sıradan insanlardır.
Türkiye’de de bu işle ilgili tek bir fikri bile olmayan insanlar için bu sistem, aydınlar, bürokratlar, siyasetçiler tarafından bin bir zorluğa rağmen kurulmuş, halka bir kazanım olarak, hazır bir şekilde sunulmuştur.
Modern Türkiye’nin Doğuşu adlı kitabında BERNARD LEWİS’de Anadolu insanı için buna benzer bir analiz yapıyor sanki Avrupa halkları (Fransız burjuvasının tutumu hariç onları ayrı tutalım), farklı bir tutuma sahipmiş gibi.

Türkiye’de anayasal olarak vatandaşlık temelli bir “Türk Milleti” kimliği tanımlanıyor, özellikle 1924 Anayasası’ndan beri bu net.
Türk Devleti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk’tür. Bu, etnik bir Türklükten çok, ortak vatan ve vatandaşlık etrafında birleşen bir üst kimlik. 1982 Anayasası’nın 66. maddesinde de bu aynen korunuyor. Buradaki amaç, farklı etnik ve kültürel grupları tek bir ulusal kimlik altında birleştirmek, Osmanlı’daki dini millet sisteminden koparak seküler bir ulus-devlet inşa etmek.
Ancak, bu tanımın pratikteki algısı ve uygulaması, özellikle 1960’lardan sonra tartışma konusu olmuştur.
Şimdi, Avrupa Birliği (AB) uyum süreci ve PKK gibi terör örgütlerinin bu çerçeveye itirazları üzerinden soruna bakalım. AB ile ilişkiler, özellikle 1999’da Türkiye’nin aday ülke statüsü almasıyla, 2000’lerde anayasal kimlik tartışmalarını ateşledi. AB, insan hakları, azınlık hakları ve kültürel çeşitlilik gibi konularda daha çoğulcu bir yaklaşım talep etti. Bu, Türkiye’de “Türkiyelilik” gibi kavramların ortaya çıkmasına yol açtı; yani, etnik kimlikten bağımsız, sadece vatandaşlığa dayalı bir kimlik önerisi. Bu öneri, bazı akademik çevrelerde ve medyada destek buldu, çünkü daha kapsayıcı bir kimlik tanımı olarak görüldü. Ancak, bu tartışmalar, “Türk milleti” kavramının anayasal çerçevesine itiraz olarak algılandı ve milliyetçi kesimlerde tepkiye neden oldu. Çünkü “Türk” kimliği, anayasada etnik değil siyasi bir aidiyet olarak tanımlansa da, günlük hayatta ve bazı politik söylemlerde etnik bir vurgu gibi algılanabiliyor. Şimdi, PKK’nın bu konudaki pozisyonuna gelelim. PKK, 1980’lerden itibaren Kürt kimliğini öne çıkararak, anayasal “Türk Milleti” tanımına karşı çıkıyordu ve federal bir sistem ya da özerklik gibi taleplerle kendi etnik kimliklerini resmî olarak tanınmasını istiyordu.
Bu, sadece bir kimlik tartışması değildi, aynı zamanda devletin üniter yapısına meydan okuyan bir siyasi talepti.
PKK’nın söylemi, “Türk milleti” tanımının Kürt kimliğini dışladığını ve asimilasyona yol açtığını iddia ediyordu.
Bu söylem, özellikle 1990’lardan sonra, bazı akademik çevrelerde ve uluslararası medyada yankı buldu. Mesela, Kürtçe’nin kamusal alanda kullanımı, anadilde eğitim gibi talepler, AB’nin azınlık hakları vurgusuyla da kesişince, bu konular daha geniş tartışıldı. Peki, bu tartışmalar sadece PKK’nın propagandası yüzünden mi alevleniyor? Kısmen evet, ama mesele daha karmaşık. PKK, bu talepleri silahlı mücadeleyle ve propaganda yoluyla uluslararası platformlara taşıyarak, Türkiye’nin anayasal kimlik tanımını sorgulatan bir baskı oluşturuyordu. Akademik çevrelerde ve medyada bu tartışmaların yankı bulması, bazen PKK’nın söylemlerini meşrulaştırıyormuş gibi görünebiliyor, ama bu sadece onların propagandasıyla sınırlı değil. AB’nin demokratikleşme ve insan hakları baskısı, Türkiye’nin iç dinamikleri, Kürt meselesinin tarihsel arka planı ve küreselleşmenin getirdiği kimlik politikaları da bu tartışmayı besliyor.
Öte yandan, bazı kesimler, “Türkiyelilik” gibi önerilerin devletin üniter yapısını zayıflatabileceğini ve PKK gibi örgütlerin taleplerine dolaylı destek sağlayabileceğini haklı olarak dile getiriyorlar.
Bu, özellikle milliyetçi kesimlerde, anayasal kimliğin korunması gerektiği yönünde güçlü bir tepki yaratıyor.
Sonuç olarak, bu tartışma ne sadece PKK’nın propagandasına ne de sadece AB’nin etkisine bağlı. Her ikisi de katalizör, ama asıl mesele, Türkiye’nin çok etnili, çok kültürlü yapısını anayasal bir çerçevede nasıl tanımlayacağı ve bu tanımın nasıl algılanacağı.
Akademik çevreler ve medya, bu tartışmayı büyütse de, sorunun kökeni tarihsel, siyasi ve sosyolojik dinamiklerde yatıyor.

Sorunun kökenini tarihsel, siyasi ve sosyolojik dinamiklere bağladım, şimdi bunu açalım: Tartışmaların temelinde, Türkiye’de milletleşme sürecinin ve etnik grupların entegrasyonunun tam anlamıyla “tamamlanmamış” olması yatıyor mu, yoksa başka bir şey mi?

Öncelikle, “milletleşme süreci” dediğimiz şey, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte ulus-devlet inşa etme çabasının bir parçası. Cumhuriyet, farklı etnik ve kültürel grupları “Türk Milleti” üst kimliği altında birleştirmeyi hedefledi. 1924 ve 1982 Anayasaları’nda gördüğümüz gibi, bu kimlik vatandaşlık temelli tanımlandı: Türk Devleti’ne bağlı olan herkes Türk’tür. Teoride bu, kapsayıcı bir yaklaşım. Ama pratikte, bu üst kimliğin etnik ve kültürel olarak algılanışını, özellikle etnik kürt milliyetçiliğini savunan bazı grupların, bunu hep böyle lanse ederek muhalif islamcı guruplar arasında da ulus devlete direnç oluşturacak kadar ideolojik bir zemin yaratarak milli modern devlete karşı islamcı bir direnç yarattılar diyebiliriz.

Modern devletin olmazsa olmazı millettir, peki, Milletleşme süreci tamamlanmadı mı?;
Cumhuriyet’in ilk yıllarında, milletleşme, ortak bir tarih, dil ve vatan bilinci yaratmaya odaklandı. Türkçe’nin resmi dil olması, eğitim sistemi, Türk Tarih Tezi gibi politikalar, bu süreci hızlandırmayı amaçladı. Ancak, bu süreç, Osmanlı’dan miras kalan çok etnili yapıyı tamamen homojen bir ulusa dönüştüremedi. Çünkü milletleşme, sadece anayasal bir tanım veya devlet politikalarıyla değil, toplumun da bu kimliği içselleştirmesiyle tamamlanır.
Özellikle etnik kürt milliyetçiliğinin bu kadar yaygınlaşması, bu sürecin tamamlanmadığını gösteriyor. Kürtler, tarihsel olarak kendilerini ümmet üst kimliğin içinde tanımladıkları için üst milli kimliği önceleyen, bilişsel eğitimle bir evrim ve entegrasyonla tanışmadıkları için üst milli kimliğin dışındaymışlar gibi hissedebildi, çünkü Türkçe dışındaki dillerin kamusal alan dışında da kısıtlanması, kültürel haklar, çok faklı kültürler varmış ve yeterince tanınmıyormuş gibi argümanların sıkça medya ve akademik kesimde gündeme getirilmesi, tam bir entegrasyon yerine tamamen ayrışmayı körükleyen propagandalara dönüştü.
Yani, evet, milletleşme süreci hâlâ tartışmalı ve bazı açılardan “tamamlanmamış” diyebiliriz.
Etnik entegrasyon yetersiz mi kaldı?Entegrasyon, farklı etnik grupların ortak bir siyasi ve kültürel çerçevede bir arada yaşaması demek. Türkiye’de, Çerkesler, Lazlar, Boşnaklar gibi bazı gruplar, bu üst kimlik altında daha kolay entegre olmuş görünüyor. Ama Kürtler, nüfuslarının büyüklüğü, coğrafi yoğunlukları ve coğrafyadan da kaynaklanan koşullar nedeniyle, entegrasyon sürecine daha daha geç dahil oldular.
1980’lerden itibaren PKK’nın ortaya çıkışı ve Kürt kimliğini siyasi bir talep olarak öne sürmesi, bu entegrasyonun eksik kaldığını gösterdi. Devletin asimilasyon odaklı politikaları, özellikle 1930’lar ve 1980’lerdeki sert uygulamalar, entegrasyonu kolaylaştırmak yerine, kimlik taleplerini daha da keskinleştirdi. Mesela, Kürtçe’nin yasaklanması ya da köy isimlerinin Türkçeleştirilmesi gibi adımlar, bazı Kürtlerde aidiyet hissini zayıflattı.
Peki Tartışmaların asıl sebebi nedir?
Bence ikisi de birbiriyle iç içe. Milletleşme süreci, tam anlamıyla herkesin kendini “Türk milleti” kimliğinde eşit ve aidiyet hisseden bir şekilde görmesini sağlayamadı, çünkü entegrasyon politikaları genellikle kültürel çeşitliliği kucaklayacak eğitim ve kültürel zenginliğin ortak zeminini yaratacak şartları hiç bir zaman sağlayamadı, tek bir yönelişe vurgu yaptı, eğitimde üretim de modernleşme yerine daha çok kültürel anlamda batılılaşmayı öncüllemesi de, özellikle Kürt meselesinde, etnik farklılaşmayı sosyal hayat üzerinden derinleştirdi. Bölge ile ilgili bilimsel çalışma yapan herkesin göreceği şey İzmir ile Hakkari arasındaki fark Paris ile kabil arasındaki farka benzer.
PKK gibi örgütlerin bu konuya itirazları ve AB’nin azınlık hakları konusundaki baskıları, bu eksikliği daha görünür hale getirdi. Akademik çevreler ve medya da, bu tartışmayı büyüttü, ama bu sadece propaganda değil; tarihsel olarak biriken sorunların bir yansıması.
Sonuçta sorunun özü, milletleşme sürecinin kapsayıcılığının ve etnik entegrasyonun yeterince esnek ve çok yönlü bir programa sahip olamamasıdır. Devlet, üniter yapıyı koruma kaygısıyla, kültürel farklılıkların yarattığı yeni etnik dayanışma modellerinin önünü kesme konusunda çekinceli davrandı.
Bu da, bazı grupların kendilerini dışlanmış gibi sunmalarına ve bölgedeki sosyolojik zemini kullanarak yeni etnik dayanışma yöntemleri ile etnisite üzerinden problemler ve analizlerle etnik kimlik mücadelelerinin meşruiyetine yol açtı ki bu iddia tek teraflı etnik ideolojik bir iddiadır ve bugün temel problem bu iddianın islamcı aydınlar tarafından da kabul görüyor olmasıdır.
İşte tam burda islamcı aydınlar devlet kurumları üzerinde ki hakimiyetlerine ve iktidar güçlerine güvenerek geçmişten gelen ezber bir ideolojik tavırla tüm sorunların çözümü için realiteden uzak ve yapısı gereği anakronik bir sistem olan ümmetçiliği önermekte bir beis görmüyorlar.

İLGİLİSİNE NOT:
İlkokul kitabımdan
“ALTIN YUMURTLAYAN TAVUK HİKAYESİ”
Yalçın Hatunoğlu 

Share this content:

Yorum gönder