HAZİN BİR ÖYKÜ; HAZARALAR
Ağladığında sesi duyulmayan, mutluluğuna ortak bulmayan, kimsesiz evlat muamelesi gören, baskı altında yaşam mücadelesi veren, garip, kimsesiz ve masum bir halk olan Hazara Türkleri; Afganistan’da yaşayan, 35 milyonluk Afganistan nüfusunun yaklaşık % 9’unu oluşturan, haklarında pek fazla bilgi olmayan, Afganistan’ın en büyük Türk oymaklarından biridir. Kendilerine hiçbir zaman özgürlük şansı verilmeyen, dünya ile bağlantıları kesilen, Fars milliyetçiliğine maruz kalan, kültürlerini yaşamaları ve anlatmaları yasak olan, baskı altında yaşam savaşı veren, katliam ve soykırımların en kötüsüne maruz kalan bu insanlar, hak, adalet ve özgürlük özlemi çekmektedir. Afganistan nüfusunun çoğunluğunu oluşturan, Afgan adının bütün Afganistan halkı için kullanılmaya başlamasından önce Peştunlar diye bilinen halkın ağzında, Hazara ve Kızılbaş sözü aşağılayıcı bir anlam taşıdığından, birçok Hazara Türkü kendini gizlemiş ve başka isimlerle tanımlamışlardır. Bu durum Hazara nüfusunun az görünmesine yol açmıştır. XIX. Yüzyılın sonlarına doğru, Afgan yönetiminin, azınlıkları sünnileştirip, peştunlaştırma düşüncesinin ağırlık kazanması sonucu, Hazaralar, şiddetli bir baskı ve zulüm dönemi yaşamış, pek çoğu Pakistan ve İran’a gitmek zorunda kalmıştır.
İnsanlığın uzaya çıktığı, insan hak ve özgürlüklerinin tavan yaptığı bir dönemde, köle muamelesi gören, çocukları köle pazarlarında satılan, asimile edilen, okumalarına dahi izin verilmeyen, kendi dilini konuşamayan, gelenek ve görenekleri unutturulmaya çalışılan Hazaralar, cahil kabul edilmekte, bölgede yaşayan diğer halklara göre geri işlerde çalıştırılmakta, hamallık ve çobanlık yapmaktadırlar.
Şii inancına sahip olan Hazaralar, Farsça’nın bir lehçesi olan Dari Dili’ni konuşmakta ve genellikle Hazaracat veya Hazaristan Bölgesinde yaşamaktadırlar. Kökenleri ile ilgili kesin bir bilgi olmamakla birlikte, birçok görüş ortaya atılmıştır. Bu görüşlerden birinin sahibi olan Fransız Oryantalist J.P. Ferrier, Hazaraların İndo Aryanların bakiyeleri olduklarını, M.Ö. IV. Yüzyıldan beri bu ülkede yaşadıklarını, Afganistan’ın yerli ahalisi olduklarını ve Makedonyalı İskender’e karşı bölgeyi koruyanların, Hazaraların ataları olduklarını aktarmıştır.. Başka bir görüşe göre, dünya tarihinin bitişik sınırlara sahip en büyük imparatorluğu olan Moğol İmparatorluğunun kurucusu Cengiz Han’ın, Harzemşahlarla girmiş olduğu mücadele neticesinde, Afganistan topraklarına girdiği ve dönüşte Hindistan’a açılan geçitleri tutmak için ordusundan bir kısmını Afganistan’da bıraktığı, dolayısıyla Hazaralarında bu Moğol askerlerinden meydana geldikleri söylenmektedir. Cengiz Han’ın Hazaracat’ı istila etmeden önce bölgede, Halaç ve Karluk Türklerinin yaşadıkları bilinmektedir. Bölgede yaşayan Türkler Cengiz Han ile savaşmadıkları gibi, hem Moğollar hem de Türkler sarı ırka mensup olduklarından dolayı birbirlerine kaynaşmaları da çabuk olmuştur. Afgan tarihçisi Feyz Muhammed Han ise, Hazaraları Moğollardan ziyade Türklükle irtibatının oldukça güçlü olduğunu söylemekte, Halaç ve Karluk Türklerinin Hazaraların ataları olduğunu iddia etmektedir. Hazaralar konusunda önemli araştırmacılardan olan E.E. Bacon da, Hazaraların Türk-Moğol menşeli oldukları kanaatindedir. Bacon, Hazaraların sadece Moğolların bakiyesi olmadıkları, aynı zamanda Çağatay ve Timurlular zamanında bölgeye gelen Türklerle karıştıklarını söylemektedir. Diğer bir görüşe göre ise, tamamen Türk oldukları ve Mengi Han zamanında Hazaracat’a yerleşen bir Türk kavmi olduklarıdır. Hicri III. ve IV. yüzyıla ait tarih ve edebiyat metinlerinde Hazaralar, Garçe Türkleri olarak zikredilmektedir. Hazaralar, Türkmenlerden amca oğlu anlamında “Abaga” kelimesi ile, Özbeklerden teyze oğlu anlamında “Bole” kelimesi ile bahsederler.
Hazara Türkeri’ne Fars olduklarına dair propaganda yapılmaktadır. Türkçe konuşmaları yasaklanan, her türlü asimilasyona uğrayan, katledilip, vahşice öldürülen Hazara Türkleri, yasak olmasına rağmen, Türkçe kelimeleri ısrarla kullanmaya devam etmekte, kendi öz kimliklerini korumak için her türlü mücadeleyi vermekte, Türk olduklarını dosta düşmana, bütün dünyaya haykırmakta ve Türklükleri ile gurur duymaktadırlar.
Hazara Türklerinin yaşadığı ve Hazaracat olarak bilinen, Afganistan’ın kalbi olarak tarif edilen yer, Afganistan’ın tam ortasında olmasından dolayı, ülkenin bir tarafından diğer tarafına ulaşmak isteyen istilacıların akınlarına uğramıştır. İlk Afgan devletini Peştunlar kurmuş ve Abdurrahman Han dönemine kadar beylerbeyi şeklinde yönetilmiştir. Hazara hanları ve pirleri merkezi yönetime haraç vererek kendi devamlılıklarını sağlamışlardır. Hazara hanları ve mirleri Abdurrahman Han’ı desteklemesine rağmen, Abdurrahman Han kendisine karşı tek güç ve tehlike olarak gördüğü Hazaraların yaşadığı yer olan Hazaracat’ı istila etmiş, mezheplerinden dolayı kafir ve dinsiz olarak görmüş, sünni alimlerden Hazaralara karşı cihat fetvası çıkartmış, bütün otlaklarına ve verimli topraklarına el koymuş, binlerce insanı katletmiştir. Abdurrahman Han’ın 1901 yılında oğlu Habibullah Han tarafından öldürülmesinden sonra, Hazaralar için af çıkartılmış, göçebe Peştunlar’a verilen topraklar iade edilmiştir. 1929 yılından sonra Hazaralar Afganistan’ın siyasi, ekonomi ve kültürel alanlarında önemli rol oynamışlardır. 1978 yılında komünist hükümete karşı direnişe geçen Afganlara, 50’ye yakın grupla Hazaralar destek vermiştir. 1989 yılında Hazaralar bir araya gelerek Vahdet Partisi’ni kurmuş, 1991 yılında ilk kez Vahdet Partisi, Afganistan meselesi üzerinde uluslararası bir konferansa davet edilmiş, daha sonra İstanbul’da düzenlenen İslam Ülkeleri Dışişleri Bakanları konferansına katılmış, Afganistan’ın oluşumunda etkin rol almışlardır.
Hazara Türklerinin siyasi, sosyal ve kültürel alanda ilerlemesi en çok bölgedeki Peştunlar ve Tacikler’i tedirgin etmektedir. Peştunlar’ın yaptığı katliam ve soykırımlar karşısında dağılmanın eşiğine gelen Hazara Türkleri, birlik beraberlik ve dayanışmanın en güzel örneklerini göstermiş, yerleri ve yurtlarını terk etmemiş, en çok ta eğitime önem vererek pek çok başarıya imza atmışlardır. Hazara Türklerinin gösterdiği milli birlik, beraberlik ve dayanışma ülküsü bütün Afganistan’a örnek olmuştur.
Afganistan’da yaşamış ve şu anda yaşayan Hazaraların büyük kısmı, Hazara Karluk, Hazara Nayman, Hazara Kıpçak, Hazara Tatar, Hazara Türkmen, Hazara Çağatay adıyla anılırlar ve Türk asıllılardır. Hazara Türklerinin, en kalabalık ve en zengin boyu, ticaretle uğraşan ve genellikle Mezari Şerif, Kabil ve Bamyam gibi illerde yaşayan Hazara Türkmenleridir. Bölgede yaşayan Kızılbaşlar Türk oldukları halde, kendilerine Tacik diyorlar, Tatarlar Sünni olup, Karluklar ve Naymanlar Sünni ve İsmailidirler.
İsmaili; Şia’nın bir kolu ve fırkasıdır. Şiilikteki mutediller ile müfritler arasındaki ihtilafın bir ürünüdür. Büyük edebiyatçılar yetiştiren İsmaililer, Hz. Ali’nin İsmail yolu ile halefleri olan imamlar, ilahi ilhama sahip ve hatadan yoksun olup, kendilerine inanan insanların, kendilerine kayıt ve şartsız itaatini isterler. Bayram gibi günleri Astronomi ile hesaplarlar. İsmaili Hazara Türklerinde cem ayini yoktur. Aileden mutlaka bir Gıjak çalan olur. Hz. Ali ile ilgili ilahiler (gazel – beyit) okunur. Okunan parçaların hepsi İran kaynaklı ve Farsçadır. Pir kültürünün hakim olduğu İsmaililerde, Pir ölmeden önce adayını açıklar, adayı kız olamaz. Her İsmaili gelirinin % 10’unu Pir’e verir. Doğan çocuğa isim verileceği zaman Pir’e gidilir. Pir’in isminin başına mutlaka seyit kelimesi eklenirken, doğan çocuğun isminin sonuna muhakkak Ali ismi eklenir. Askere giderken, evlenirken, gurbete çıkarken, kan davaları ve diğer anlaşmazlıklarda sorunları Pir çözer. İsmaililerde sünnet adeti vardır. Pir’e eli boş gidilmez. Kısaca Pir kanundur, her dediği yapılır ve saygı duyulur. Hacı olmak için Kerbelaya değil, Mekke’ye gidilir.
Hazarlarda tek evlilik vardır. Ancak çocuğu olmayan tekrar evlenebilir. Her zaman söz büyük hanımdadır. İsmaililerde eşini boşamak çok zordur. Boşanmayı ancak Pir yapabilir. Kız kaçırma yoktur. Cem yapmakta yoktur. Cemaathane vardır. Cemaat hanede dini eğitim yapılır, dua edilir, nikâh kıyılır. Ancak namaz kılınmaz. Namaz ancak camii de kılınır.
Hazaraların gelenek ve göreneklerinde, bayram ve törenlerinde ve halk inançlarında eski Türk halk inançlarının izlerini görmek mümkündür. Halk inanışları çok önemli, yaptırım gücü çok kuvvetli ve etkilidir. Bir Hazaranın sorunu olduğunda ve karşı taraf da Hazara ise mahkemeye gitmez, töreleri sayesinde kendi aralarında çözerler.
Hazara halk inanışlarında, türbelerin önemli bir yeri vardır. Çocuğu olmayan kadınlar ve ağır hastalar türbelere götürülür. Şifa bulurlarsa her yıl türbeye gelir ve adak kesip herkese dağıtırlar. Hz. Peygamberin soyundan gelenlere seyit denir. Seyitlerin nefeslerinin hem temiz hem de etkili olduğuna inandıkları için, seyitlerden hem dua alınır hem de muska yaptırılır.
Hazara halk inançlarında buğday bereket, kurt dişi ve kemiği ise nazardan korunma sembolleridirler. Temiz ve akan su kötülüklerin giderilmesi için önemlidir. Kapının eşiği kutsaldır. Normal günlerinde bile kapının eşiğinde yemek yenilmez, kapının eşiğinde durarak konuşulmaz. Hazara halk inançlarında yaşlı veya aksakal çok önemli bir şahıstır. Yaşlının sözü dinlenir. Aile fertleri arasında sorun çıktığında yaşlı çözüm olarak ne söylerse herkes tarafından kabul edilir.
Çocuğa isim verilirken, çocuğun kulağına ezan okunur ve ismi söylenir. Çocuk, 12 imamın doğum günlerinde dünyaya gelmişse hangi imamın doğum günüyse o imamın ismi çocuğa konulur. Cuma Nevruz, Ramazan, Kurban, Gadir, Berat bayramlarında veya Recep, Şaban, Muharrem aylarında dünyaya gelmişse, bu gün ve ay adları bebeğin ismi olur. Allah sıfatları, peygamber ve oniki imamın adları tek başına verilmez. Mutlaka başına “Gulam” veya “Abdul” kelimeleri eklenir. Çocuk dünyaya geldikten sonra kırkıncı gününde adak olarak bir koyun kesilir.
Bizde olduğu gibi Hazaralarda da devletin temelini oluşturan aile ve evlilik kutsaldır. Ailenin devam etmesi devletin devam etmesi demektir. Kız isteme faslı, söz, nişan ve düğün bizimki ile aynıdır. Sadece erkek tarafı “Bizim oğlanı köleliğine kabul et” sözü ile kızı ister. Bütün Türk boylarında olduğu gibi Hazaralarda da “başlık parası” geleneği vardır. Nikâhı kıyılmış olan çiftler dini açıdan mahrem olmamalarına rağmen, gelinin yüzü, gerdek gecesine kadar damat için bir tabu olduğu için gelin ve damat düğüne kadar birbirlerini görmezler. Gelin, babasının evinden çıkmadan önce ayakkabısının içine bereket getirmesi için buğday konulur. Çıktıktan sonra arkasından su dökülür. Gelinin ilk çocuğu erkek olması için gelinin kucağına erkek bir çocuk verilir.
Hazaralar, ölümle birlikte hayatın bitmeyeceğini, ölümden sonra yeni bir hayatın başlayacağını kabul ederler. Bir evde cenaze varsa, hem yasın hem de cenazenin sembolü kabul edilen siyah bez, kapının başına bağlanır. Cenaze evinde yedi gün yemek pişirilmez. Akrabalar sıra ile evlerinde yemek pişirip cenaze evine getirirler. Ölü defnedildikten sonra üç gün ve gece boyunca ölen kimsenin mezarında çadır kurulur. Ölen kimsenin mezarı başında hatim indirilir. Yedinci gününde bir kurban kesilir. Taziyeye gelenlere yemek ikram edilir. Ölünün kırkında kurban kesilir, mezarına gidilir ve dua edilir. Ölü çıkan evde, bir yıla kadar yas tutulur. Dini bayramlarda önce bu eve gidilir. Cenaze çıkmış olan evde daha önce nişanı yapılmış olan erkek veya kızın düğünleri bir yıl sonra yapılır.
İran’ın, Afganistan’dan Hazaraları, Şii kutsal mekânları koruma bahanesiyle Devrim Muhafızları’na bağlı bir alt birim olarak faaliyet gösteren Kudüs Gücü vasıtasıyla Suriye’deki iç savaşa dahil ettiği bilinmektedir. Hizbullah’tan sonra Esed rejimine destek veren en büyük milis grup, sekiz ile onbin kişi arasında olduğu kabul edilen, Afgan Hazaralarından oluşan Fatimiyyun Tugayıdır. Şii savaşçıların Suriye’ye gelmelerinde maddi çıkar elde etmenin dışında, ideolojik ve mezhepsel nedenler önemli rol oynamaktadır. Şiileri etkileyen en önemli unsur, Hz. Ali ve Hz. Fatma’nın kızı Hz. Zeynep’in Şam yakınlarındaki türbesinin bulunmasıdır. Ayrıca fakir olan Şii Hazaraların, Esed rejimini korumak için aldıkları maaşlarla ailelerinin geçimini temin etmektedirler. Kudüs Gücü tarafından İran ve Irak’taki kamplarda eğitilen ve sonrasında Suriye’ye gönderilen Şii milisler, muhaliflere karşı önemli kazanımlar elde etmiş, Eset rejiminin ömrünü uzatmış, Suriye’nin geleceğinde, İran’ın söz sahibi olmasını sağlamıştır. Cenevre’de Suriye’nin geleceği ile ilgili yapılan iki toplantıya da davet edilmeyen İran, Şii milislerin Suriye’de başarılar elde etmesiyle, Kasım 2015’deki Viyana toplantısına davet edilmiştir. Ayrıca İran, 18 Aralık 2015’te BM Güvenlik Konseyi tarafından da kabul edilen Suriye’de geçiş için oluşturulan yol haritası ve ateşkes üzerinde etkili olmuştur.
Afganistan’ın 4. büyük şehri olan Mezar-ı Şerif, aynı zamanda Belh ilinin yönetim merkezidir. Özbekistan sınırının 56 Km. güneyinde, deniz seviyesinden 380 m yüksekte yer alır. Hz. Ali’nin mezarının burada bulunduğuna inanıldığı için şehre Mezar-ı Şerif ismi verilmiştir. Bölgedeki yaygın inanca göre, Hz. Ali Hicri 661 yılında 63 yaşında iken Küfe’de Ramazan ayında vefat etmiştir. Yakınları, düşmanlarının sağlığında yapamadığı saygısızlığı cesedine yapabilirler endişesi ile naaşını Irak’ın Necef şehrinden kaçırmaya karar verir. Beyaz bir deveye bindirerek, çölleri ve dağları aşarlar. Devenin durup, çöktüğü yere Hz. Ali’nin naaşını gömerler. Bu topraklara hâkim olan Özbek sultanları da türbenin etrafına gömülmeye başlanır. Zamanla türbenin bulunduğu yerleşim yeri büyür ve genişler, nüfusu artar, bir kent haline gelir. Dini kimliğinin yanında siyasi bir hüviyete sahip olan şehir kutsal bir yer olarak algılanır. Halk buraya Mezar-ı Şerif ismini verir. Mezar-ı Şerif şehrine en büyük değeri Hz. Ali’nin (r.a) türbesi kazandırıyor. Ali’nin gömülü olduğu söylenen yerde mavi çinili bir cami ve bir türbe yer alır. Ayrıca Mevlânâ Celaleddin-i Rumi 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan kuzey sınırları içerisinde yer alan Güney Türkistan’ın Belh şehrinde doğmuştur. Mevlâna’nın babası Belh Şehrinin ileri gelenlerinden olup, sağlığında “Bilginlerin Sultânı” ünvanını almış olan Hüseyin Hatibî oğlu Bahâeddin Veled’tir. Annesi ise, Belh Emiri Rükneddin’in kızı Mümine Hatundur.
Dünyadaki bütün Türk insanları ile bir araya gelmek, akraba ilişkilerimizi geliştirmek, sorunlarına çare olmak, mesafe olarak uzakta olsalar dahi, bir ve beraber olduğumuzu hissettirmek hepimizin en önemli insani görevidir. İşkence, zulmün ve soykırımın sona erdiği, kâbusların bittiği, birlik ve beraberliğin olduğu, güven ve mutluluğun hüküm sürdüğü, güneşli ve güzel günlerin yaşandığı, Adriyatik’ten Çin Seddine kadar hüküm süren Türk ve İslam birlikteliği hepimizin ortak inancı ve rüyasıdır.
Murat SEVİCİ
HAZİN BİR ÖYKÜ; HAZARALAR
1275 0