KAFKASSAM – Kafkasya Stratejik Araştırmalar Merkezi

  1. Anasayfa
  2. »
  3. Gündem
  4. »
  5. Zekeriya Kurşun hocadan Suudilere reddiye

Zekeriya Kurşun hocadan Suudilere reddiye

Kafkassam Editör Kafkassam Editör - - 34 dk okuma süresi
367 0

Suudilere Reddiye: Haremeyn ve Sultanlar-1

Eve kapanmadan kısa bir sure önce bu sütunda kaleme aldığım bir yazıda, bu yıl haccın iptal edilmesinin gündeme gelme ihtimalinden söz etmiştim. Yaşanan gelişmeler bu sonuca doğru gidildiğini göstermektedir. İslam dünyasının ve Müslümanların her yıl dört gözle bekledikleri ömürlük ibadetlerini bu yıl yapamayacakları endişesi koronavirüsün oluşturduğu tehditten büyük olduğu bir gerçektir. Lakin bu konuda ciddi bir hazırlığın olmaması, bu yıl haccın erteleneceğinin göstermektedir. Veya en azından buruk bir hac mevsiminin yaşanacağına işarettir.

Diğer taraftan ekonomisi eksiye doğru giden Suudi Arabistan da 12 milyar dolarlık bir hac gelirinden mahrum kalacaktır. Petrol fiyatlarının gerilemesiyle bütçe dengeleri alt üst olan ülkenin maliye bakanı da halkın önüne çıkarak, bu güne kadar yaşanmamış acı bir reçetenin uygulanacağı ilan etmiştir. Bu görüntü bir yana, 2030 vizyonun ile gündeme gelen ve inşası hızla süren MBS’nın saplantısı Neom kenti etrafındaki tartışmalar; hatta mücavir alanda arazisini vermeyen bir aşiret mensubunun öldürülmesi gibi haberler Suudi halkı üzerinde olumsuz etkiler meydana getirmiştir.

Taha Kılınç’ın dünkü yazısında dile getirdiği ve bugünlerde Suudi Sosyal medyasını işgal etmeye başlayan “Osmanlı Revakları” meselesinin arka planında yatan gerçek; yaşanan memnuniyetsizlik ve aslında SA’nın bir yol ayrımında olmasından ibarettir. Nitekim revakların Osmanlılara değil; Hz. Osman’a ait olduğu iddiası da kamuoyunun dikkatlerinin başka yöne çevrilerek gerçek sorunların ötelenmek istenmesinden başka bir şey değildir.

Uzun zamandır Türkiye ile yaşanan bölgesel rekabette kullanılan Osmanlı aleyhtarlığı yeni bir boyuta taşınmıştır. Öyle ki, dünyamızın geçtiği bu karanlık tünelde, başka hiç bir konu yokmuş gibi, Selahhadin-i Eyyubi’den sonra Hadimulharemeyn (İki kutsal beldenin hizmetçisi) ünvanını kullanan Osmanlı Sultanları’nın Kabe’ye hizmetleri tartışma konusu yapılmaya başlanmıştır. Oysa, Suudilerin bizzat kendi araştırmaları ile de bu hizmetler defalarca tescil edilmiştir. Bu konuda son yıllarda resmi tarih kurumları olan Daretül Melik Abdülaziz tarafından hazırlanmakta olan Hac Ansiklopedisi’nde -zorunlu olarak- en çok bu hizmetlere yer verilmiştir.

Bu konuda Türk araştırmacıların dışında, hem Arapların ve hem de diğer gayrimüslim tarihçilerin ciddi çalışmaları vardır. Ayrıca danışmanlığımda yapılmış yüksek lisans ve doktora tezleri de bulunmaktadır. Başka bir ifade ile Osmanlıların Haremeyn’e hizmetlerini tarih tescil etmiştir. Sosyal medya rüzgarı bu hakikati değiştiremeyecektir. Ancak zihinlerin bulandırılması ve tarih üzerinden iki ülke arasına sokulan husumetin tamiri uzun yıllar alacaktır. Mesela; bir çok dilde bulunan Suraiya Faroqhi’nin (Süreyye Faruki) Hacılar ve Sultanlar adlı eseri Osmanlı Sultanları’nın hac ve Haremeyn hizmetlerini yıllarca önce ortaya koyarak bugünkü hezeyanlara cevapları hazırlamıştır. Yine benim bir çok yazım dışında 2017 yılında Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi İlmi Araştırmalar Dergisi’nde yayımladığım, “Hac ve İktidar: Haremeyn’de Erken Dönem Osmanlı İmar Faaliyetleri” başlıklı geniş makalem de bu hizmetleri belgeleriyle ortaya koyaktadır.

Madem böyle bir tartışma başlamıştır ben de üstüme düşeni yaparak burada yayımlayacağım bir kaç yazıyla bu hizmetleri bir kere daha hatırlatacağım. Osmanlıdan günümüze kalan miras tartışmalarını ve sonunda Suudi Arabistan’ın kurucusu Abdülaziz b. Suud’un vadettiği “hac idaresi” meselesini ele alacağım.

Yavuz Sultan Selim’in 1517 yılındaki Mısır Seferi sırasında Mekke ve Medine’yi (Haremeyn) içine alan Hicaz bölgesi de Osmanlı idaresine girmiştir. O sıradaki Mekke Şerifi II. Berekat, oğlu Ebu Numey ile bir heyeti Kahire’de bulunan Sultan’a gönderip gönüllü olarak Osmanlı Devleti’ne bağlılığını bildirmiştir. Hatta bugün yine sık sık gündeme getirilen kutsal emanetlere konu olan emanetler de bizzat Ebu Numey tarafından Sultan’a hediye edilmiştir.

Bu tarihten sonra Osmanlı Devleti Haremeyn ile sadece Müslümanların kıblesi olduğu için ilgilenmemiş; bilakis idaresindeki bir yerin ve halkının sorumlusu olarak davranmışlardır. Yavuz Sultan Selim daha Mısır’da iken yaptığı düzenlemeler ve yardımlar ile Haremeyn’in iktisadi kalkınmasına önemli katkılar sağlamıştır. Ayrıca bugün çoğu tahrip edilen Mekke’nin tarihi alt yapısıyla Kabe ve çevresinin yeniden imarını başlatmıştır. Osmanlı Sultanı, Hicaz’ın Osmanlı idaresine girmesinin hemen ardından, eskiden var olan vakıflara ilave olarak, yenilerini kurup Mısır’daki bazı gelirleri de bu vakıflara tahsis etmiştir. Mesela, Sultan Mısır seferinden dönmeden önce sadece Kâbe’nin kisvesi (örtüsü) için dokuz köyün gelirlerini vakfetmiştir. Kendisinden önceki adil sultanlar gibi Haremeyn’e hizmet etmeye başlayan Yavuz Sultan Selim, aynı zamanda Hadimü’l Haremeyni’ş-Şerifeyn ünvanını kullanan ilk Osmanlı padişahıdır. Yavuz Sultan Selim’den itibaren de Haremeyn’e hizmet ve hac islerini düzenini sağlamak sultanlığın mutlak görevleri arasına girmiştir.

Yavuz Sultan Selim, Hicaz’dan Kahire’ye gelen biat heyetini, Haremeyn ahalisine hediye olarak dağıtılacak 200 bin altın dinar verip geri göndermiştir. Nitekim o yıl 12 bin kişiye dağıtılan yardımlar ile Hicaz halkının ve hacıların gönlünü kazandığı gibi Haremeyn’e hizmeti de bir miras olarak bırakmıştır.
Suudilere reddiye: Haremeyn ve sultanlar 2
Tarih, ulus devletlerin oluşturulmasında kullanılan en önemli araçlardan biridir. Özellikle 18. yüzyıldan itibaren keşfedilen bu sihirli yöntem, yani tarihin araçsallaştırılması, 19. yüzyılda zirveye ulaşmıştır. Batı’da ve Doğu’da, dünyanın hemen her yerinde; tarihi olmayanlar bile, kendilerini mümkünse uzak bir geçmişe bağlamak için ellerinden geleni yapmışlardır. 20. Yüzyıl’da tarih araştırmalarının bu denli artması, büyük fonlarla desteklenmesi ve hemen hemen her ülkede kurumsallaştırılması da bundadır.

Eski Osmanlı coğrafyasının bu gelişmeden uzak kalması mümkün değildi. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarındaki tarih tartışmaları ve Türk Tarih Kurumu’nun varlığı da bunun bariz bir göstergesidir. Bir istisna dışında, Osmanlı sonrası kurulan diğer Arap devletleri de benzeri arayışlara girmişlerdir. Mesela doğu Arap dünyasının en küçük devletlerinden biri olan Lübnan, geçmiş olarak, Fenikelileri keşfederken; Batı Arap dünyasında yine küçük bir devlet olan Tunus da Kartacalılar üzerinden kimlik inşa etmeye çalışmıştır.

Suudi Arabistan’da bu durum, tam tersine işlemiştir. Suud hanedanlığı kendi varlığını tarihi tespiti yerine; tarihin inkarı üzerine bina etmiştir. Kuşkusuz bunun iki temel nedeni vardı. Birincisi bedevi kültür anlayışının medeni hayatın tesisine yarayan tarihi reddetmesidir. İkincisi ve daha önemlisi ise Vehhabiliğin tarih telakkisidir.

Muhammed bin Abdülvehhab öncesini, küfür, dalalet ve cahiliye olarak niteleyen Vehhabilik, 18. yüzyıla kadar yaşanan bütün tarihi birikimi reddederek işe başlamıştır. İnançlarının merkezine oturttukları “tevhid” anlayışına göre; kıymet verilen, kutsanan veya vesile kılınan her şeyi “bid’at” olarak görmelerine sebep olmuştur. Bid’at ise şirk, yani Tanrı’ya ortak koşmak anlamına geldiğinden; kime ait olursa olsun, geçmişe ait her hatıra; dolayısıyla tarih topyekûn reddedilmiştir. Muhammed b. Abdülvehhab’ın öğretisinin ortaya çıktığı ilk yıllarda, yaşadığı Hureymila civarında sahabiden Zeyd bin Hattab’ın kabrini, şirke vesile oluyor diye tahrip ettirmesi de bu anlayışın sembolü olmuştur. Nitekim hakimiyetlerine geçirdikleri her yerde, mezarların üstündeki türbe ve işaretleri tahrip ve buraları ziyaretten men ederek, sözde şirki ortadan kaldırdıklarına inanmışlardır. Buna Mekke ve Medine’deki sahabe kabirleri de dahildir.

Suudiler, özellikle 1960’lı yıllardan sonra tarihin kullanılabileceğini keşfetmişlerdir. Ancak tarihe yoğunlaşmaları büyük ölçüde son çeyrek asırda olmuştur. Fakat bu dönüşüm, beraberinde farklı bir sorun daha getirmiştir. Suudi hanedanının çıktığı Necid coğrafyasının genellikle bedevi, yani yerleşik olmayan kültürü temsil etmesi ve orada yerleşik Hicaz bölgesinde veya Yemen taraflarındaki kadar tarihi birikimin olmaması, zihinlerinde bir ikilemi doğurmuştur. 1980’li yıllarda Mekke’de, Ummulkura Üniversitesinde başlayan Hac ve Haremeyn araştırmaları, İslâm tarihinin değişik devrelerine ama özellikle Osmanlı asırlarına dikkatleri çekmesi, hanedanın doğduğu coğrafyalardaki mutaassıp çevreleri rahatsız etmiştir. Diğer taraftan Medine’de, Davudiye bölgesinde eski bir Osmanlı Valisinin (Davud Paşa’nın) vakfı üzerine kurulmuş olan Medine Araştırmaları Merkezi’nin çalışmaları da aynı hassasiyeti doğurmuştur.

İyi bir tarih okuyucusu olan ve tarihin araçsallaştırılabileceğini keşfeden Kral Selman, veliahtlığı zamanında bir atılım yaparak, Riyad’da Daretül Melik Abdulaziz’i (Kral Abdülaziz Araştırma Merkezi) kurarak, dikkatleri Hicaz bölgesinden Riyad’a çekmeye çalışmıştır. Tabii olarak tarihi geçmiş ve birikim üzerine kurulan Hac ve Medine Araştırmaları merkezlerinin önce faaliyetleri yavaşlatılmış, ardından tamamıyla Riyad’daki merkezin idaresi altına alınmıştır. Böylece, ülkedeki tarih yazımının tamamı bir yerden idare edilir hale gelmiştir.

Bunda yadırganacak bir şey olmadığı açıktır. Tarih araştırmalarının bir merkezden idare edilmesi hem tarih araştırmalarına kaynak aktarma bakımından ve hem de geliştirme bakımından pek çok ülkenin benimsediği bir yöntemdir. Ancak buradaki asıl siyaset, dikkatlerin tamamen Riyad ve çevresine (Necid bölgesine) çekilip tarihin Muhammed bin Abdulvehhap ile başlatılmasıdır. Vehhabi ulemasının tarihi ihya konusundaki dirençlerine rağmen, Selman’ın kurduğu merkez, 2002 yılından itibaren ciddi bir atak yaparak genç nesilleri tarihin Necid’den başladığına inandırmıştır. Bu yeni yaklaşım, Hicaz bölgesindeki kadim tarihi ortadan kaldırma siyasetini de beraberinde getirmiştir.

Hicaz, Hz. Peygamber’den sonra bütün Müslüman devletler tarafından önemsenen ve imarına önem verilen bir bölge olduğu için burada her dönemin eserine, vakıflarına rastlamak mümkündür. Ancak en son ve en çok görünen Osmanlı eserleridir. Bu yüzden öncelikle onlar hedef alınmıştır.

Mekke, Medine ve özellikle Kabe’de Suud kralları adına yapılan genişletmeler ve ilaveler bir taraftan ihtiyaç duyulan hac hizmetlerinin geliştirilmesi olarak sunulurken; diğer taraftan da tarihi izlerin silinerek Haremeyn’e Necid damgasının vurulmasını sağlamıştır. Nitekim daha sonraki yazılarımızda ele alacağımız Osmanlı eserleri etrafındaki son tartışmalar da aslında, Suudileştirme veya Necidleştirme faaliyetlerinin bir yansımasıdır. Aynı zamanda tarih üzerinden Türkiye’ye açılan anlamsız ve umutsuz bir savaştır.
Suudilere reddiye-3
Suudi hanedanı, tarih üzerinden Türkiye’ye savaş açmıştır. Aslında bu savaş, nerdeyse yüz yıldan beri farklı cephelerde sürmektedir. Eski Osmanlı vilayetlerini işgal edip önce manda yönetimleri, sonra da uydu hükümetler kuran İngiltere, Fransa ve İtalya; Müslüman halkın dikkatlerini kendi sömürü düzenlerinden uzaklaştırmak için bu savaşı bilinçli olarak başlatmışlardır. Kendilerini meşrulaştırmak için uydu hükümetlerine dikte ettirdikleri eğitim müfredatlarına, Osmanlı asırlarını, sömürge devri olarak yerleştirmişlerdir. Özellikle Suriye, Lübnan ve Mısır tarih ders kitaplarında Batılılar hakkında olumsuz yargılara yer verilmezken; Osmanlı’nın işgalci olduğu iddiaları tekrar edilegelmiştir.

Her ne kadar resmi müfredatlar böyle söylese de bu bölgelerde yetişen bağımsız tarihçiler ve akademideki insaflı araştırmacılar ise bunun tam aksini ortaya koyan pek çok çalışmaya imza atmışlardır. İrtibat içinde olduğumuz ve her yıl birlikte kongreler düzenlediğimiz yüzlerce akademisyen, bugünkü resmi müfredatı reddetmektedir. Bir kaç ay önce Lübnan Cumhurbaşkanı’nın Osmanlı geçmişleri hakkındaki uygunsuz sözlerine ilk karşı gelenler de tanınmış Lübnanlı tarihçiler olmuştur.

Şimdi de ilginç olan husus, tarih üzerinden Türkiye’ye savaşı, Suudi Arabistan’ın gönüllü olarak üstlenmesidir. Oysa bu konuda konuşacak en son ülke SA olmalıdır. Zira, doğrudan bir manda geçmişi olmadığı gibi; Osmanlı sultanlarından miras olarak aldıkları Hadimülharemeyn unvanını iftiharla kullanan Suud krallarına sorulacak en can alıcı soru şudur: Küfrettiğiniz Osmanlı sultanları olmasaydı, bugün size meşruiyet sağlayan bu unvanı kullanabilecek miydiniz?

Pek çok Arap tarihçinin itiraf ettiği gibi asla bu mümkün olmayacaktı. Zira basit bir mantıkla, Osmanlılar devreye girmeseydi, belki hizmet edebileceğiniz Haremeyn de olmayacaktı. Osmanlı tarihine aşırı tenkitler getirenler dahil, Arap tarihçilerinin çoğunluğu bir konuda müttefiktirler. O da, on altıncı yüzyılda genel olarak Arap dünyasının ama özellikle Haremeyn’in Portekiz tehdidi ile karşı karşıya olmasıdır. Osmanlı Devleti, mesele ile yakından ilgilenip Arap topraklarını idaresine alarak bu tehdidi ortadan kaldırırken, aynı zamanda hizmet edilecek iki kutsal beldenin de ayakta kalmasını sağlamıştır. Başka bir ifade ile Yavuz’un Hadimülharemeyn unvanı geçmişten devralınmış bir miras değil, hakedilmiş gerçek bir unvandır. Şimdi, aynı unvanı iftiharla taşıyan bir hanedanlığın, hem kutsal mekanları ve hem de Müslüman olarak kalmalarını sağlayan Osmanlılara düşmanlığı tuhaf bulunmaktadır. Bu hamasi bir iddia değildir. Sadece Endülüs tarihine bakılsa bile bu hakikat kolayca anlaşılacaktır.

Ne yapılırsa yapılsın, nasıl anlatılırsa anlatılsın; Arap coğrafyasının tamamı ama özellikle Hicaz bölgesinden Osmanlı damgası silinemeyecektir. Osmanlı eserleri ortadan kaldırılsa bile hatıralarda bıraktığı izlerin yok edilmesi mümkün olamayacaktır. Hanedan, unutturmaya çalışsa da toplumsal hafıza Osmanlı hizmetlerini hatırlamaya devam edecektir. Suudi hanedanı tıpkı Yemen’de olduğu gibi burada da yanlış ve umutsuz bir savaşa girmiştir.

Osmanlı Devleti’nin Haremeyn halkı ve etrafında yaşayanlara gösterdiği ilgi ve gönderdiği yardımlar, bölgenin idare altına alınmasından önce başlamıştır. İstanbul’un fethinden sonra Haremeyn ahalisine dağıtılmak üzere gönderdiği 200 bin duka altın dışında yine Fatih Sultan Mehmet 1461 yılında Hicaz için Balkan topraklarında vakıf tesis etmiş ve bu gelenek, Osmanlının sonuna kadar devam etmiştir. Haremeyn için kurulmuş vakıfların listesini yazmaya kalksak bu sütün yetmeyecek; Osmanlıların Haremeyn’e ve ahalisine hizmet ve katkılarını anlatmak mümkün olmayacaktır.

Osmanlılar, Kabe’yi yıkmak, Hz. Peygamber’in kabrini ortadan kaldırmak motivasyonu ile hareket eden Portekiz tehlikesini ortadan kaldırınca, Haremeyn için tehdit teşkil eden başka bir hususu keşfetmişlerdir. Yerleşik hayatı ve medeniyeti temsil eden Hicaz bölgesine yönelmiş en büyük dahili tehdit civarında yaşayan bedevi unsurların olduğunu görmüşlerdir. Özellikle hac yolları etrafında, varlıklarını yağmacılıkla sürdüren bedevilerin durdurulmamasının en az Portekizliler kadar tehlikeli olacağının farkına varmışlardır.

Osmanlılar, Çelebi Sultan Mehmet döneminde (1413) Haremeyn’e göndermeye başladıkları aynî ve nakdî yardımlara (surre) bir de bedevi (urban) sürresi eklemek zorunda kalmışlardır. Bugün Suudi yönetiminin dayandığı ve bağlılıklarından şüphe duymadığı bedevi kabilelerin hafızası her yıl Osmanlıdan aldıkları bu ihsanlar ve atiyyeler ile doludur. Bu onların zihinlerine öyle kazınmıştır ki; zamanla kendi isimlerini terk edip aldıkları ihsanlara nispeten Beni Atiyye yani “İhsanoğulları” diye anılacaklardır. Şimdi her biri sosyal medyada varlık gösteren, hanedana yaranmak için sitelerinde Osmanlı’ya saldıran bu kabilelerin kayıtları, atalarının mühür ve imzaları, Osmanlı Arşivleri’ndeki urban sürre defterlerinde yer almaktadır.

Hülasa; Osmanlı izlerinin Haremeyn’den silinmeye çalışılması; kayda geçmiş bu hakikati ve inkârı mümkün olmayan tarihi hafızayı ortadan kaldırmaya yetmeyecektir. Suudi hanedanı, kendi bünyesinin dahi kabul etmeyeceği umutsuz bir savaşa girmiştir.
Suudilere Reddiye 4 Arşivler bize ne söyler
Bu yazı dizisinin başlamasına, bazı tarih bilmezlerin Osmanlıların Haremeyn’e hizmetlerini inkar etmeleri sebep olmuştur. Bariz bir gerçeğin körü körüne inkarının bedevi davranışı olduğunu ve bunun ne kadar zor değiştiğini akl-i selim sahipleri bilmektedir. Bu gerçeği, Kur’an’ın bizzat kendisi söylerken; bütün Arapların iftihar duydukları İbn-i Haldun da sosyolojik olarak ortaya koymuştur. Yazdığım yazılarda bedeviler dahil, hiç kimsenin geçmişini veya tarihini tezyif etmeme konusunda hassas davrandığımı okuyucularım bilir. Ancak geçmiş ile geleceği temsil eden Haremeyn’deki vakıf eserlerin, Osmanlı’dan kalan tarihi mekanların; hedef alınmasının da müsamaha edilir bir tarafı yoktur.

Yeni Şafak Arapça kısmında yayınlanan yazılarım ciddi tepkiler almıştır. Takdir edenler özel olarak yazıyla veya arayarak tebrik ederken; bedevi aklı ile hareket edenler de sosyal medya hesaplarından, Osmanlı asırlarına, Türkiye’ye ve tabii ki bana öğretilmiş kinlerini kusmuşlardır. Oysa yazdığım her kelimenin tarihte mutlaka karşılığı ve arşivlerde yığınla belgeleri bulunmaktadır. Aslında yazılarımda anlatılanlar bir Osmanlı müdafaası değildir. Bir bakıma Hicaz, Haremeyn ve bugünkü Suudi Arabistan tarihinin belgelenmesidir.

Arap tarihinde kesintisiz belgelenebilen en uzun süresi, dört asırlık Osmanlı dönemidir. Osmanlı Arşivleri’nde milyonlarca sahifeye varan belgeler, neredeyse Arap tarihinin yegane kaynağıdır. Veya en önemli kaynakları arasındadır. Bunun bilincinde olan bazı Suudi Araştırma merkezleri ama özellikle Kral Abdülaziz Araştırma Merkezi (Daret Melik Abdülaziz) istihdam ettiği kişiler aracılığıyla Osmanlı Arşivleri’nden yüzbinlerce fotokopiyi ülkelerine taşımışlardır. Arşivin talep formları ve fotokopi alanların kayıtları bu iddiamızı ispatlamak için yeterlidir. Arap tarihi ve kültürünü, oradaki Osmanlı hizmetlerini belgeleyen diğer yazmalar ile Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi’ndeki kayıtların da kanunların verdiği izinler doğrultusunda Suudi Arabistan’a taşındığı bir gerçektir.

Peki bu kadar belgenin alınmasına rağmen, hala inkârın gerekçesi nedir? Zaten mesele de bu sorunun cevabında düğümlenmektedir. Maalesef sözde, ülkelerinin tarihini belgelemek isteyen bu resmi kurumlar, bu belgeleri kendi araştırmacılarından saklamaktadır. Zira kendilerinden menkul bir anlatımla, halklarına, tarihin Suud hanedanı ile başladığına inandıranlar, gerçeklerin ortaya çıkmasını istememektedirler. Nitekim benim yazılarıma hücum edenler de bu hanedan müminleridir.

Türkiye’de rahatça ulaşılabilen, orada ise fotokopileri şifreli kasalara kilitlenen belgeler; sadece Osmanlı hanedanının Haremeyn’e hizmetlerini değil, topyekûn bütün Müslümanların bölgeye yaptıkları katkıları anlatmaktadır. Yavuz’dan Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar, Haremeyn’e ulaştıran yolların yapımı, hayat kaynakları olan su isaleleri, Mekke ve Medine şehirlerinin imarı; ama en önemlisi Kabe ve etrafındaki düzenlemeler bu kayıtlarda mevcuttur. Yapılan her hizmete damga vurmayı edebe aykırı bulan Osmanlılar; ancak bunları arşivlemeyi ihmal etmemişlerdir.

Daha önceki yazılarda da söylediğim gibi; belgelerden sadece listeler yayınlasam sütunu yıllarca işgal etmiş olurum. Bu yüzden burada Türkiye ve Osmanlı tarihine haksız eleştiride bulunanlara bir hatırlatmada daha bulunacağım. Zira Haremeyn’de bir kısmı hala ayakta kalan eserleri görmeyenler ile ataları urban sürresinden tahsisat aldığı halde, şimdi küfredenlere meydanın bırakılmaması gerektiğine inanıyorum.

Hodri meydan. Bedevi inadı oradaysa, arşivler de buradadır.

Bu yazımda, Cidde-Mekke Medine güzergahında, “hacıları yağmalamama” karşılığında her yıl tahsisat alan Harb kabilesi ve kollarını deşifre etmekle yetineceğim. İhtiyaç görülürse hanedan dahil, tahsisat alan bütün isimleri açıklayacağım.

1788 tarihli urban sürresi kayıtlarında; Zevi Zahir grubundan, içinde şeyhleri Heza’ ve Şeyh İd’ın de bulunduğu 44 aile reisinin imzalarıyla yardım aldığı görülmektedir. Aynı şekilde, Zevî Mahmut gurubundan 19; Zevi Cibr’den Şeyh Cabir dahil 17 kişi; imza karşılığı sürrelerini teslim almışlardır. Zevi Hamed’ten 8, Havazim’dan 5; Saadin’den de 5 kişi sürre alırken; Cüdeyde ahalisinden de 24 aile nasiplenmiştir. Rihle ve Hacle taifelerinden 8; Mehamide ve Bedir ahalisinden de 5 er aile sürresini alıp defteri imzalamışlardır.

Gerçek acı ise de maksadımız kimseyi incitmek değildir. Zira bu hafta kutladığımız vakıf medeniyetimiz de buna manidir. Bu konu daha çok yazı kaldırsa da, beşincisini yazıp meseleyi insaf ehline bırakacağım.

Vakıflar Genel Müdürlüğü Kültür Tescil Dair Başkanı Mevlut Çam’ın sosyal medya hesabında paylaştığı bir vakıf kaydı ile yazımı bitireyim:

“Bir kimesneye bir an şîr (süt) ve şeker virüp son ucu kâse kâse zehirler içirmeye ve bir adamı bir nice gün bir menzil-i müferrahta ârâm itdirüb (ferah bir mekânda ağırlayıp) sonra nâlân (feryad eden, inleyen) ve giryân (gözü yaşlı) göndermeye.”

Adı kaba olsa da gönlü rakîk olan Öküz Mehmet Paşa’nın vakfiyesi şöyle devam eder:

Hazân zamanını fikret, bahara aldanma

Bahar-i ömrün oluser hâzan

Devlet ânın ki mazhar-i zikr-i cemil ola

Tevfik-i hak ve hidayet delil ola

Bu şiirin altındaki diğer bir not da şudur: “Gerçek zenginlik ve iktidar sahibi başı musallaya konulduğunda; Ümmeti Muhammed’in hayır sahibi ve iyi olduğuna şahadet ettiği kimsedir.”

Türkiye’nin ve Haremeyn ahalisinin Vakıflar Haftası kutlu olsun.

Suudilere reddiye-5 Kral Abdülaziz ve Hicaz’ın idaresi meselesi
Suudi Arabistan, geleceğini belirleyecek, tercihi zor bir yol ayrımındadır. Suud toplumunun da kabullenmekte zorlandığı değişimlerin başlatılması, dışarıda yazılmış 2030 vizyonunun açtığı kara delikler, Yemen Savaşı ve özellikle petrol fiyatlarındaki dalgalanmalar ülkeyi çıkmazlara sürüklemiştir. Güç ve para ile elde edilen sadakat devri bitmiştir.

Suudi Arabistan’ın kaderini değiştirecek geleceğine yön verecek iki yol vardır. Birincisi, tarihi ve dini müşterekleri olan topluluklar ve ülkeler ile yakınlaşmasıdır. İkincisi bütün Müslümanların gözbebeği olan haccı Müslümanların müşterek idaresine bırakmasıdır. Birincisi önerimiz, mezhebi sebepler ile Müslümanlar arasına sokulan tefrikaları ortadan kaldıracak; hatta Suudi Arabistan’a iç barışı getirecektir. Parayla elde edilen sadakatin yerine vatan sevgisini koyacaktır. İkinci önerimiz de, İslam dünyasında yeni bir dönemi başlatacak ve bugüne kadar Suudi Arabistan’ın Müslümanların nazarında elde edemediği gerçek meşruiyeti sağlayacaktır. Üstelik bu öneriler Suudi egemenliğini zayıflatmayacak, bilakis güçlendirecektir.

Biliyorum, hac idaresi ile ilgili bu yaklaşımım; Moğol, Safevi iddiası; İran’ın zaman zaman fesat fitilini yakmak için ortaya attığı fikrin uzantısı olarak görülecektir. Oysa bu doğru değildir. Beklentilerimin tamamının kendi tarihlerinde de karşılığı vardır.

Suudi Arabistan’ın oluşum yıllarına dönelim. Orada hem Türk-Suud ve hem de Suud ve diğer Müslüman topluluklar ile kurulmak istenen ilişkilerin ipuçları bulunmaktadır. Dahası Mekke’nin dünya Müslümanları tarafından müşterek idaresi fikri de kurucu liderleri olan Abdülaziz bin Suud’a aittir.

1920’lerde Türkiye basınında en popüler isim SA’nın kurucusu Abdulaziz b. Suud’tur. Şerif Hüseyin’e karşı Hicaz’daki başlattığı askeri harekatların haberleri Türkiye’de her gün ilgi ile okunuyordu. Bu haberler, Cumhuriyet gibi gazetelerin ilk sahifelerinde yayımlandığı gibi, Sebilürreşad gibi İslamî çizgide yayın yapan dergilerde dizi yazılarına dönüşüyordu. Dahası Mustafa Kemal ve Abdülaziz bin Suud arasında da önemli yakınlaşmalar yaşanıyordu. Abdülaziz bin Suud, Cumhuriyet Arşivlerinde yer alan mektuplarında; Mustafa Kemal’ı Batalu’l-İslam yani İslam kahramanı diye nitelendiriyordu. Bu yaklaşım onun siyasi temsilcisinin 1924’te Ankara’ya ulaşmasına imkan vermişti. Suudi hanedanı tarihinin en eski yazılı belgesi Osmanlı arşivlerinde olduğu gibi; Modern Suudi Arabistan’a ait ilk derli toplu kitapçık da Türkiye’de yazılmıştır.

Hicaz’a doğru askeri harekatlarının sürdüğü sırada, bir propaganda malzemesi olarak yazılan bu kitapçık, Ankara’da basılmıştır. Ankara’ya gelen Necid siyasi temsilcisi Futeyh’in kaleme aldığı ve 1924 yılında Türkiye’de yayımladığı kitabı esasında ilk resmi Suudi tarihidir. Kitapta; Abdülaziz bin Suud’un 1912 yılından beri oluşturup, bütün askeri harekatlarda ona başarı sağlayan İhvan gurubu ve sadakati konu edilmektedir. Her ne kadar 1930lu yıllarda muhalefetinden dolayı bu gurup hunharca ortadan kaldırıldıysa da tarih onları SA’nın ilk kurucuları olarak anacaktır. İki taraf arasındaki bu tarihi yaklaşım; 1926’da Türkiye’nin Cidde Maslahatgüzarlığının açılmasının; 1929 yılında da, Necid ve Hicaz Sultanlığı ile (o zamanki ismi) Türkiye arasında bir dostluk anlaşmasının imzalanmasının yolunu açmıştır.

Bu yazıda, yukarıdaki önerimizi ilgilendiren en önemli husus; Abdülaziz’in Hicaz’i ele geçirdikten sonra bütün Müslüman alemini rahatlatan açıklamalarıdır. Abdülaziz bin Suud, Mekke ve etrafında yaşayanlara hitaben yayımladığı ve Ummulkura gazetesinin 12 Aralık 1924 tarihli nüshasında yer alan beş maddelik beyannamede; haccın ve Mekke’nin idaresinin nasıl olacağını anlatıyordu. Mekke’nin idaresine bütün Müslüman toplulukların temsilcilerinin yapacağı kongrede karar verileceğini taahhüt ediyordu. Abdülaziz bin Suud’un Ummulkura’nın birinci sayısının ilk sahifesinde yayımlanan beyannamesinde; varislerinin unuttukları şu ifadelere yer veriyordu:

Mekke’ye Şerif Hüseyin ve taraftarlarının sebep oldukları haksızlıklara son vermek ve İslamiyet’in ahkâmını uygulatmak için girdiğini söyleyen Abdülaziz bin Suud; Mekke_i Mükerreme’nin bütün Müslümanlara ait olduğunu söylüyordu. Beyannamenin ikinci maddesi, kutsal beldenin idaresinin Müslümanlar arasında yapılacak istişareler ile sürdürüleceğini, daha katı ifadeler ile ilan ediyordu.

“Bundan sonra bu kutsal beldede işler, bütün Müslümanların meşvereti ile yürütülecektir. Dünyanın her tarafındaki Müslümanlara, İslam kongresi için davetler gönderdik. İslam kongresinden çıkacak karar göre bu temiz beldenin idare şekline kara verilecektir.”

Bütün İslam ülkelerinde büyük bir iyimserlik meydana getiren bu açıklamalar; Haziran 1926’da Mekke’de toplanan İslam Kongresi’ne de yansımıştır. Türkiye dahil, otuzdan fazla bölge ve ülke temsilcilerinin katıldığı kongre de çeşitli oturumlar yapılmış ve görüşme tutanakları Ummulkura gazetesinde de yayımlanmıştır.

Tarihi, hatırlatmak görevimdir. Beni hasım belleyenlere son sözüm şudur: Dost acı söyler, ama sözleri senin menfaatinedir. Eğer dostun sözünü dinlemezsen, düşmanların mutlaka daha acısını ve ağırını söyleyecektir. Ama o zaman iş, işten geçmiş olacaktır.
Prof Dr Zekeriya Kurşun

İlgili Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir