KAFKASSAM – Kafkasya Stratejik Araştırmalar Merkezi

  1. Anasayfa
  2. »
  3. Gündem
  4. »
  5. UYGARLIK – MEDENİYET KİMLİĞİ VE ETNİKLİK

UYGARLIK – MEDENİYET KİMLİĞİ VE ETNİKLİK

Kafkassam Editör Kafkassam Editör - - 59 dk okuma süresi
428 0

Uygar ve uygarlık kelimelerinin, Türkçe olması nedeniyle kelimenin kökenine bakarsak, yerleşik hayata ilk geçen Oğuz grubuna dahil olan Uygurlardan geldiğini görüyoruz. Uygurlar bu gruba mensup olanlara ‘‘uygar’’, onların her alanda ortaya koydukları üretimlerine ise ‘‘uygarlık’’ demişlerdir. Biz İslam inancını kabul ettikten sonra, Arapça kökenli olan ‘‘medeniyet’’ kelimesini de kullanmaya başladık. Medeniyet ve uygarlık kavramlarını çoğunlukla aynı anlamda kullanmaktayız. Medeniyet kelimesinin ise Medine’den geldiğini belirtelim. Yani şehirleşme temelli bir ifadedir. Uygarlık kelimesinin ise daha geniş bir anlam taşıdığını ifade etmek gerekir.
Medeniyetin tarifini yapanlar, medeniyetin tanımını belirli bir insan topluluğu veya topluluklarının belirli bir coğrafya üzerinde ve belirli bir zaman içinde ortaya koydukları değerlerle sınırlamalarına karşın, biz de ise biraz da medeniyet kavramını uygarlık yerine kullandığımız için; medeniyet kavramına bir toplumun devlet olabilme yeteneğini kazandıktan sonra binlerce yıl devam eden gelişmeler sonunda, insan aklının, bilim ve teknolojiye katkısı ile ortaya çıkan ve tüm insanlığa katkı yapacak nitelikte eserler sunabilme yeteneği kazanmış olması diyenler de vardır. Uygarlık veya medeniyetin doğuşuna ve yükselişine bu günkü Çin devletinin kazanılmış topraklar diye nitelendirdiği, Doğu Türkistan Uygur Özerk bölgesinden başlayan ve bütün Türkistan’ı kapsayan Türklerin öncülük ettiği, bir Türk uygarlığından ve medeniyetinden söz etmek gerekiyor. Bununla birlikte Çin, Hindistan, Mısır, Roma ve Batı Avrupa’da aydınlanma çağını yaratan, sanayi inkılabı ile başka bir merhale kazanan ve milletleri aşarak yeni keşfedilen Amerika’ya uzanan ve aynı zamanda Uzak Doğu’daki Japonlar ve Korelileri de içine alan farklı uygarlıklar ve medeniyetlerden söz edebiliriz. Tarih boyunca çeşitli uygarlık ve medeniyetlerin birbirine katkısı olmuş, biri diğerini etkilemiştir. Bu böyle olmaya da devam etmektedir.
Bir toplumun devlet organizasyonunu kurabilmesi için gerekli kurumsal yapıları ve kültürel birikimi oluşturarak kurumsal devlet yapısını ortaya çıkarabilmiş ve devlet dediğimiz yapının ortaya çıkışında belli özgürlük alanları tanımlanmış bu organizasyona gönüllü olarak varlığını devredecek vatandaşları varsa bu toplum bir devlet kurabilmiş demektir. Bunun ortaya çıkmasıyla birlikte toplumsal yaşayışı tamamlamış demektir. Birlikte yaşama kültürünün bir göstergesi olan kentsel gelişme ve yaşama, ekonomik, sosyal ve kültürel alanda özgün bir yapısal sürecin adı diye tarif edilebilir. Oluşan bu yapı kendine özgü olan fikir, öğrenme, davranış ve üretimi kendi insanına empoze eder. Bu durum bir insan tipini de ortaya çıkarır. Yani uygarlık ve medeniyetin kodları, aynı zamanda farklı bir insanı ortaya çıkarır.
Uygarlık ve medeniyet, kendine özgü kavramsal yaklaşımları ve okumaları ortaya koyar. Türk medeniyetinde sosyal sınıflaşma, iletişimle ilgili sembolik sistemler ve doğal çevreden ayrı olma ve üzerinde hükmetme algısı ile karakterize edilen karmaşık yapısı ile özgündür. Her medeniyetin, bilimi, ilmi, mimarisi, müziği, estetiği, üretim biçimi ve üretim ilişkileri, kendine has özellikler taşır. Ancak toplum bunu böyle algılamaz.
Bir başka konu ise Türklerin uygarlık ve medeniyet bakışında insana ve toplumsal yapıya yaklaşımıdır. Bu yaklaşıma göre; İnsanın, benzeri üstünde doğal bir yetkisi yoktur ve kaba güç bir hak yaratmaz. “Hakan dahil herkes gücünü ‘töreden’ alır.” Töre, Hakana şan, şeref ve aç gözlülük hırsına dayalı kırıcı olma, savaşa girme hakkı vermez. Bunu şöyle özetliyorlar; yaşananlar toplumu derin üzüntülere sokar, onlara bolluk değil kıtlık yokluk getirirse, bunda kazanç yoktur. “İnsan sessizlik istiyor diye zindanı özlemez. Biz savaşı düğün görürüz ama bu kanı özlediğimiz anlamına gelmez.” Öte yandan bugün bile anlamlı sözler vardır; “Bir insanı bağlayabilirsiniz ama her çocuk özgür doğar.” Bir yönetimin sadece istenmesi yetmez, milletin onu töreye uygun görerek kabul etmesi gerekir. Bu kabul yönetime meşruluk sıfatını kazandırır.
Özgürlüğünden vazgeçmek, insan olma niteliğinden vazgeçmek anlamına gelir. Bugünkü anlamda ise ‘‘insan’’ olmaktan, haklarından ve ödevlerinden vazgeçmek demektir. İnsanın bunu kabul etmesi, hiçbir bedelle izah edilemez, karşılanamaz. Yaradılışına aykırı olarak, insandan her türlü özgürlüğü almak, medeniyet değerlerinin ürettiği ahlak düşüncesini kaldırmak anlamına gelir. Türk medeniyetine bir yandan mutlak bir otorite, öte yandan sınırsız boyun eğme şartı koşmak sağlıklı bir yönetim anlayışı değildir. Bunun yanlışlığı; “Varı yoğu benim olan bir kölemin, hedefi ve gayesi olmaz” sözünde açıklanmaktadır. Burada özgür insan iradesi öne çıkarılmıştır.
Yeniden uygarlık ve medeniyet tarifine dönecek olursak; bir toplumun veya daha genelleyerek zeki ve tarih bilinci olan canlı türlerinin, maddi ve manevi varlıklarının, düşünce, sanat, bilim, teknoloji ürünlerinin tamamını ‘‘uygarlık ve medeniyet’’ diye tarif edebiliriz.

Batı Medeniyeti ve Uygarlık

Batı Uygarlığının (Medeniyetinin) bu konuda düşüncesine bakmak gerekir. Almancada zivilisation, Fransızcada civilisation, İngilizcede civilization olarak ifade edilen medeniyet kavramı günümüzde batılı milletlerde memleketleri îmâr ederek, insanları sosyal, ekonomik, kültürel ve ahlâkî yönden refah ve huzûra kavuşturmak anlamına gelmektedir. Burada İspanyol filozof Unamuno’nun şu sözünü hatırlamak gerekir: “Üniversite hocalığına başladığım kırk yıl önce kültür ve medeniyet kelimelerinden ne kast edildiğini az çok seziyordum. Şimdi bu iki kavramı ayıramıyor, altında da eziliyorum.” Bu cümlelerde gördüğümüz gibi kültür, uygarlık ve medeniyet gibi kavramları birbirinden ayırmak kolay değildir.

Uygarlık ve medeniyet konusunda çok çeşitli târif ve îzâh yapılabilir.
İnsanlık târihi boyunca yeryüzünde milletler ve onların inançları temelli mücadelelerine ilişkin değerlendirmeler de yapılmaktadır. İfade etmeye çalıştığımız gibi uygarlık ve medeniyet yaklaşımlarının ilkini ilâhî dinlere inanan cemiyetlerin ortaya koyduğu medeniyetler, diğerini ise inançsız insan topluluklarının medeniyet yaklaşımları oluşturur. Bilinen eski Türk medeniyetini tek tanırı anlayışı olarak kabul edersek; Hint, Asur, Mısır, Yunan ve Roma medeniyetlerini ve putperest toplumların hayat anlayışları ve bunların ürettiklerini çok tanrılı kabul ederiz. Bu toplumlar birçok tanrıya inanır, bu tanrılar insan gibi düşünülür bunların heykelleri yapılırdı. Veya tapınaklar yaparlar orada törenler yapılır, adaklar sunulurdu. Bu törenlerin ve adak sunumu yapılan mekanların kendine özgü bir dizaynı vardı. Buralara sunak deniliyordu. Bu günkü inanç sisteminde pek olmayan, insanı kutsayan anlayışla bilhassa krallar; Firavun, Nemrud, Prometheus, Afrodit vs. gibi hulûl ettiklerinden bu krallar yarı tanrı kabul edilirdi. Türk uygarlık ve medeniyet anlayışında hiç yer almamış bir biçimde günlük hayat; asiller, aristokratlar, plepler, köylüler, köleler ve çeşitli isimler altında sınıflandırılmıştı. Hâkim sınıflar diğerlerini dini, ekonomik ve beşerî bakımından sömürürler ve zulmederlerdi. Bu farklılık öldükten sonra mezarda da kendini gösterir; üstün sınıflar için piramitler, kral mezarları gibi büyük mezarlar yapılırdı. Çoğunda kadınlar ikinci sınıf insan muâmelesi görür ve bâzılarında orta malı şeklinde düşünülürdü.

Zevkleriyse Atina’daki hipodromlarda insanları çırılçıplak spor müsâbakalarına sokmak; çeşitli adlar altında tertipledikleri eğlencelerde bol bol şarap içerek her türlü çılgınlığı yapmak ve Roma’daki hipodromlarda köle yapıp “gladyatör” dedikleri insanları birbirleriyle ölümüne dövüştürmek ve günlerce aç bırakılmış aslanlara parçalattırmak ve bu vahşetle eğlenmek, aynı cinsler arasında sapık münâsebetlerde bulunanları seyretmek şeklinde tezâhür etmiştir. Böyle toplumsal yapılara, bizim bakışımızla ‘‘medenî-medeniyet’’ veya ‘‘uygar-uygarlık’’ denilemeyeceği ortadadır.

İlâhî dinlerin ortaya çıkışıyla birlikte, Hristiyan Avrupa başta olmak üzere, Hristiyanlık dînine bağlı olanların ortaya koydukları medeniyet ise Hristiyan milletlerin eski inanç, örf, âdet ve anlayışlarıyla karışarak yarı putperest bir medeniyet ve uygarlık olmuştur. Hristiyanlık, felsefecilerin, papaların ve Avrupa krallarının müdâhaleleriyle daha çok bozulmaya başlamış, izah edilemez geçmiş kültürlerinin etkin olduğu karmakarışık merâsimlerden ibâret bir din hâline gelmiş ve bu toplumsal bedellere neden olmuştur. Bu hâliyle ilerletecek bir dinamizmden mahrum, sosyal hayâtı düzenleyici prensiplerden uzak, insanlığı olgunlaşıp yükseltici yol ve usûllerden habersiz olarak cihanşümul bir medeniyeti doğurucu ve besleyici bir niteliğe sahip olamamıştır. Her türlü fenni, ziraî, sınaî, sıhhî, pedagojik ve diğer ilerlemelerin de en büyük mânisi oldu. Böylece Ortaçağ Avrupası; puthâneye döndürülmüş kiliselerle zâlim derebey ve kralların şatoları ve sarayları etrafında binbir çeşit hurâfeyle doldurulmuş kafalar; adâlet, merhamet, sevgi, saygı, cömertlik ve yardımseverlikten mahrum katı kalpler ve cehâletin kararttığı daracık ufukları içinde kaba, görgüsüz, pis ve yarı vahşî insanlarla doldu. İlim, fen, teknoloji ve teknik âletler asırlar boyunca olduğu yerde kaldı, hattâ geriye gitti. Hastalıklar çâresiz, hastalar bakımsız, fakirler ve köylüler hor ve zelil; ilim adamları, düşünen insanlar tehlikeli ve büyülü; kadınlar her türlü hakâret ve zilletin hedefi idi.

Berberiler, Bedevi Araplar ve zenci Müslümanlar İspanya’yı fethederek kendi kavmi kimliklerinin çok ötesinde, İslâm temelli bir medeniyet kurdular. Ortadan kaldırmak için çeşitli entrikalar ve fiziki savaşa kadar her türlü yöntem kullandıkları medeniyet karşısında etkilenen o dönemki Haçlı Seferini düzenleyen Avrupalılar, önce şaşkınlık ve hayranlık içinde bocaladılar. Sonra yavaş yavaş uyanarak çocuklarına Endülüs Üniversitelerinde fen bilgileri tahsil ettirmeye; İslâm âlimlerinin yazdığı fen bilgileri kitaplarını kendi dillerine çevirmeye ve Müslümanlarda gördükleri teknik âletleri yapmaya başladılar. Bu arada İslâm âlimlerini eski Yunan filozoflarının bozuk kitaplarına verdikleri ilmî, inandırıcı cevapları okuyarak içine düştükleri bataklıklardan kurtulmağa çalıştılar. Bu hal, İslâmiyetin üstünlüğü karşısında ezilen ve papazların aforoz tehdidiyle suskunluk içinde olan Avrupalıları bu defâ eski Yunan mitolojisini incelemeye, öğrenmeye sevk ettirdi. Bu süreç onlara dine soru sorma bilinci ve cesareti kazandırdı. Öğrendiklerini resim, heykel, felsefe ve edebiyat eseri, müzik bestesi olarak kendilerine göre tekrar yazıp yayarak yeni bir yol tuttular. Bunlara “rönesans”, Hristiyanlık dininde yaptıkları yeni değişikliklere de “reform” adını verdiler.

Böylece Avrupa’da; gün geçtikçe tesiri azalan ve bir süs unsuru hâline gelen bir kilise hayâtı ortaya çıkarken, öte yandan, rûhî açıklarını tatmin için sık sık değiştirdikleri sanat ve estetik anlayışlarıyla maddî refahı hedef alan bir ilim, teknoloji ve sanâyileşme başladı. Fransızların dünyâya övündükleri Versay (Versailles) Sarayı’nda bir hamam bile yoktu. Su ve temizlik düşmanlığı, papazlardan sonra, krallarda, asillerde ve halkta da yaygındı. Hattâ papazlar yıkanmaya karşı gelerek sırtlarındaki kir kalınlığına göre birbirlerini derecelendirirlerdi. Müslüman milletlerden ve bilhassa Osmanlılardan görüp öğrendiklerini tatbik ederek, üzerinde asırlar boyu çalışıp geliştirerek bugünkü ilmî ve teknolojik seviyelerine ve ihtilâllerle yerleştirilen rejimlere ulaştılar.

Günümüzde bir Hristiyan medeniyetinden bahsederken bu medeniyetleri toplumsal yaşayıştan daha çok, ortaya çıkardıkları, bilim, sanat, öğrenme, öğretme, bilgi ve bilimsel çalışmaları ile değerlendirmek gerekiyor. Şarap ve kilise korolarından türemiş çılgın bir batı müziği ve süratle artan ahlâkî çöküntüye medeniyet dediğimiz düşünülmesin.

Türk Uygarlığı (Medeniyeti)

Türk Uygarlığı veya Medeniyetinden bahsetmeye başlarken bir şehirle başlamak isteriz: Siriderya nehrinin kıyısında Kazakistan’ın güneyinde yer alan, ‘‘Türk İslam Medeniyeti’’nin en önemli bilim adamı Farabi’nin doğduğu Otrar şehrinden bahsetmek doğru olur diye düşünüyorum. Otrar ipek yolu bölgesel yapısının merkeziydi. Çingiz’in yerle bir ettiği Otrar’ın kalıntıları geniş bir alana yayılmaktadır.
Ben ne Cengiz Han’ın yaptıklarından, ne de 1405’te Çin seferine çıkan Timur’un Otrar’da öldüğünden bahsedeceğim ama Otrar vahasının, arkeolojik kalıntılarında, Orta Çağ yerleşim yerleri ve sulama yapıları ile 200 km² bir alanı kapsayan bir bölgesel yerleşim olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. Hakimiyetinin var olduğu 7. yüzyılda, Otrar bölgesinde 10 müstahkem kale olduğu, 7. – 9. yüzyıl arasında bu kalelerin sayısı 14’e çıkmış. 10. – 12. yüzyıl arasındaysa bu bölge büyük bir gelişim dönemine girmiş, kale sayısı 24’e erişmiş. 13. yüzyılda dağılma dönemi başlamış ve içinde insan yaşayan yalnızca 4 yerleşim yeri kalmıştı.[2] Aynı bölgede 10.-12. yüzyıla ait 13 kervansaray saptanmışken 13. yüzyılda bunlardan ancak ikisi sağ idi.[2] Prof. Dr. Mehmed Bahaeddin Ögel’in yukarıdaki verilerden yaptığı çıkarım şöyledir:”Bu rakamlar bize göstermektedir ki, bu bölge Kara-Hıtay Devletinin kuruluşu ve bilhassa Çingiz istilası ile boşalmaya yüz tutmuştu. Bu yerlerden bazıları, 12. asrın sonlarında insanlar tarafından terkedilmiş ve bazıları da zamanımıza kadar büyük veya küçük birer iskân yeri olarak gelmişti.”[2]
Otrar kenti, Oğuz döneminde “Yengi-Kent”(yani Yeni Kent, Yeni Şehir) adıyla anılmaktaydı.[2] Aynı dönemde Oğuz Yabgularının da kışlağıydı.[2] Ak-Hunlar çağındaysa çok önemsiz bir yerdi. Burada daha önceki çağlara ait bulgular ele geçmemiştir.[3]
Kentin gelişim çağı, 5.-8. yüzyıl arasına yani GökTürk ve Türgeş çağına denk gelir.[3]
Otrar’ın 400×300 metrekare büyüklüğünde bir iç kalesi ve oldukça da geniş duvarları vardır.[3]
813-818’de Arap istilasına uğrayan kent, 10. yüzyılda yeniden yükselmiş ve öyle anlaşılıyor ki en gönenç dönemini Karahanlılar çağında yaşamıştır.[3]
Burada Doğu Türkistan da Uygur Türklerinin inşa ettiği Doğu Türkistan’ın Turfan bölgesinde yapılmış bir yer altı su şebekesi sistemi olan Karız Kanalları, dünya uygarlık tarihinin en önemli eserlerinden biri 2 bin 200 yıl önce Türkler tarafından Tanrı Dağlarında eriyen karları, taraçalarla bir kanalda toplayarak, yazın buharlaşmaması, kışın donmaması için çölün altından toplam 6000 km yapılan kanalla tarım alanlarına taşıyan Türk medeniyetin çocukları ne kadar gururlansa azdır.
Milletlerin İnanç temelli yapılan tasnifler içinde, her bakımdan mükemmelliğe erişmiş, yüksek ve bütün olgunlukları içinde bulunduran tasnif hiç kusursuz Türk İslâm medeniyetinin tasnifidir. Bu medeniyet, İslâmiyetin vâzettiği îmân, îtikâd, amel ve ahlâk esasları, cemiyet hayâtı, idâre prensipleri ve dünyâ nîmetlerinden insanın yaratılış maksadına uygun olarak faydalanma erginliği ile bütün dünyâya hitâbeden, her türlü görüş, düşünce ve fikirlerin doğru ve iyi taraflarını varlığında bulunduran ve zamânı (çağları) peşinde sürükleyen, insanlık târihi boyunca yaşanmış en ileri ve parlak bir medeniyet olarak tarihe damgasını vurmuştur. Türk – İslam Medeniyeti ve Uygarlığı’nın bu günkü çocukları; tarihsel imbikten, kavmi ve dini inanç değerlerimizle imbiklenmiş vizyonu olan, “Aleme Nizam” verme iddia ve idealiyle ‘‘Kızılelmasına’’ kararlılıkla yürüyor. Türkün beş bin yıllık tarihi için de elde ettiği birikimi insanlığın yücelmesi ve barış içinde yönetilmesi için nefer olan Türk İslam Ülküsü’ne inananlar, dün olduğu gibi bu gün de İslam’ın sancaktarlığını devam ettirecektir. Bunu iyi anlamak için İslâmiyet’i doğru bilgilerle iyi öğrenmek ve tanımak şarttır. Türk Milleti İslam’ın sancaktarlığını yapmadan önce, Peygamber efendimizin soyuna zulmeden Arapların Emevi anlayışı, Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin’i katletmiştir. Daha sonra gelenler ise Peygamber efendimizin sünnetine zulmetmişlerdir. Türkler İslam Sancağını kaldırdıktan sonra, Peygamber Efendimiz’in soyuna ve sünnetine en büyük hürmeti göstermişlerdir. Bir taraftan İmam-ı Buhariyle, İmamı Tirmizi ile hadislerine ve sünnetine, öte yandan soyuna Seyit ve Şerif makamları ile baş tacı etmiştir.
Türk İslâm âlimleri medeniyeti, “tâmir-i bilâd, terfîh-i ibâd” şeklinde târif etmişlerdir. Bu târif kısaca: “Beldelerin îmâr edilerek insanlığın ihtiyaçlarını karşılayacak rahat ve huzur içinde yaşayacak şekle sokulması; insanların da rûh, madde, fikir ve ahlâk bakımından yükselmesidir.” İslâmiyet, medenî insanın ve medeniyet sâhibi toplulukların îmân, ibâdet, iş, ahlâk ve cemiyet hayâtında uyması gereken her şeyi bildirmiştir. Bunlar, Allahü teâlânın bildirdikleri, Resûlullah’ın öğrettikleri, Eshâb-ı kirâmın naklettikleri ve mezhep imâmlarının açıkladıklarıdır. İnsanlığın bunaldığı her şeyin çözüm ve çâresi bakış açımızı doğru bir noktaya taşımamız halinde onların içinde mevcuttur.

Türk İslam anlayışı rahmetli Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu’nun “Türk-İslam Sentezi’’ adlı eserindeki ifadesiyle;“Bedenle zırh ilişkisine sahiptir. Zırh için de bir insan olmaz ise öylece durur. İnsanın da üzerinde zırh yoksa saldırılarla yok olur. Ancak İslam zırhına Türk’ün bedeniyle buluştuğu ve İslam sancaktarı olduğunda bu güne çırpındığı ötelerin ötesindeki nurlu idealleri ulaşır.” Harzemşahlar gibi meşhur Müslüman milletler ve Müslüman Türkler, bugün bile gıpta edilen, imrenilen medeniyetlerine bu yolla ulaşmışlardır. İslâmiyet, belli milletlere değil, bütün insanlığa her devirde en yüksek medenî seviyeye ulaşmak için lâzım olan temelleri ortaya koymuştur. Bu bakımdan Türklerin İslâm sancağını taşıması medeniyet anlamında cihânşümûl bir medeniyet anlayışıdır. Cihanşümûl medeniyet anlayışında ‘‘İslam – felsefe – bilim’’ ilişkisini dün olduğu gibi bu günde iyi kurmak gerekir. Türk-İslâm medeniyetinin sembol şehri de İstanbul’dur.

Günümüzde bütün dünyâ milletleri bu medeniyete hayranlığını dile getirmekte, dünyadaki pek çok ilim adamı, vakıf, yayınevi, araştırma teşkilâtları insanlığın günlük hayâtından en girift meselesine kadar içine düştüğü buhranlara çâre bulmak için, Türk-İslam medeniyetinin bu dönemini incelemektedir. Anlayabildiklerini başta Amerika olmak üzere, tatbik ederek ilerlemekte, sıkıntılarını azaltmaktadır. Medeniyeti, ne sâdece gelişmiş ve ileri bir teknoloji olarak ele almak ne de sanat, edebiyat, estetik duygu ve düşüncede yükselmişlik olarak kabul etmek doğru değildir. Geçmişte ve günümüzde de her iki vasfa sâhip cemiyetler vardır. Medeniyet için her iki unsurun varlığı geremektedir ve ölçülü bir şekilde mevcudiyeti şarttır. İlim ve teknikte çok ileri olan memleketlere bunları ne yönde kullandıklarına bakmadan medenî demek büyük bir yanlışlıktır. Bunlar medeniyeti göstermez. Bunları medeniyet sanmak her silâhlıyı gâzi, mücâhid sanmak olur. Halbuki bunlara sâhip olan eşkiyâlık da yapabilir.

İnsanoğlu giderek dünyâyı ve tabiatı daha çok kontrol altına almakta, ancak rahatı, refahı ve huzuru sağlamak konusunda aynı başarıyı gösterememektedir. Bilimi insanlığın hizmetine sunmak yerine insanı bilimin emrine veren bir anlayışa bizleri evirmek istiyorlar. Yaşadığımız buhranın kaynağında da bu yanlış bakış açısı yatmaktadır. Bütün dünyada inançların giderek unutulmaya yüz tutması sebebiyle, mânevî değerlerin zayıflaması, çeşitli buhranlara ve sıkıntılara sebep olmaktadır. Medeniyetlerin güçlenmesi ve yaygınlaşması teknolojiyle inancın birbiriyle çok iyi bir şekilde telif edilmesine bağlıdır. Maddî sahadaki gelişmeler gibi sâdece mânevî sahadaki gelişmeler de kâfi değildir. Aztek medeniyeti, İspanyolların silâhlarına tahta kılıçla mukâbele etmesi sebebiyle çökmüştür. Kezâ “hamam medeniyeti” diye de tâbir edilen Roma medeniyetinin yıkılışı da ahlâksızlığı sebebiyle olmuştur. Müslümanlar, İslâmiyeti götürdükleri yerlere, İslâmiyetin gereği olan medeniyeti de berâber taşımışlar, insanlarının refah, huzur içerisinde kardeşçe yaşamasını sağlamışlardır. Bu medeniyetin bir parçası olan sanat dalında o bölgelere yollar, köprüler, hamamlar, kervansaraylar, ibadethaneler, çeşmeler, su kanalları yapmışlardır. Türklerin İslâm’ı tanıdıktan sonra diğer inanan kavimleri de etkileyen ortak sanat haline dönüşmüş güzel sanatlar alanları da vardır. İslâmiyet, insanın dünya ve âhirette huzur içinde yaşamasını isterken ondaki güzellik duygularını ve sanat merâkını da ortaya çıkarır. İslâm sanatları içerisinde mîmârî, edebiyat, minyatür, kitap süsleme, tezhip, el sanatları, hüsn-i hat, ağaç ve mâden sanatları, çinicilik, kakma, oyma gibi Türk uygarlığının, İslam medeniyetinin ortak kullanıma sunduğu alanlar gibi. Türk – İslam uygarlığı ve medeniyeti her gittiği yere mîmârî eserler yaptırmışlardır. Türkler Semerkant’ta, Buhara da ayrı, Türkistan’da Hoca Ahmet Yesevi Türbesiyle ayrı, Hindistan-Türk mîmârî sanatlarıyla da Şah Cihan’ın yaptırdığı Taç Mahal ile ayrı olarak muhteşem eserler bırakmıştır. İslâm sanatına dair Emevîler ve Abbasiler zamânında bazı örnekler var ise de, Türklerin yönettiği Fâtimî, Eyyûbî, Memlûk, Selçuklu’dan sonra daha da gelişerek nihâyet Osmanlı’nın Doğu sanatlarıyla Batı sanatlarını sentez etmesiyle yüksek ve geniş kubbeli direksiz câmiler, yüksek kemerli köprülerle zirveye ulaşılmıştır. İstanbul’daki Süleymâniye, Edirne’deki Selimiye câmileri İslâm mîmârî sanatının bir şâheseridir. İspanya’daki Kurtuba Câmii, işgal altında bulunan Mescid-i Aksa Câmii, Bugünkü modern mîmârî sanatı, Osmanlı mîmârî sanatını örnek almıştır. Osmanlı mîmârî sanatına paralel olarak İslâm dünyasında yetişen âlimler de, birçok ilmin kurulmasına önderlik yapmışlardır.

Modern bilimin atası kabul edilen Farabi, ‘‘hava ve ses titreşim sistemi’’ni bulmuş, ilk Birleşmiş Milletler fikrini ortaya atmış ve ilk modern müzik kitabını yazmıştır. Ayrıca Newton’dan önce yer çekiminden bahseden ilk kişi olup Dünyanın kendi ekseni etrafında döndüğünü savunan da ilk kişidir. Dünyanın çapını çok az bir yanılma ile hesaplamıştır.. Aristoteles’in sistemli bir şekilde yazdığı mantığı şerh edip, Arapça’da baştan yazması sebebiyle “ikinci mantıkçı” manasında Muallim-i Sani adıyla da tanınmaktadır

El-Burini Ekvatorun uzunluğunu çok az bir yanılma ile hesaplamıştır, Eserleri Avrupa’da ders kitabı olarak okutulan alimlerdendir.

İbn-i Sina ise, dünyada ilk mide ameliyatı gerçekleştiren kişidir. Farmakolojinin kurucusu kabul edilir. “Tıbbın Hükümdarı” olarak anılmıştır. Mikrobu tarif etmiştir

Harezmi, Cebrin kurucusudur. Astronomi ile uğraşmıştır. Dünyada “0” rakamını kullanan ilk kişidir. Bağdat’ta kurulan “Beytü’l Hikme”de yöneticilik yapmış

Timur’un torunu olan Uluğ Bey, hem hem devlet adamı hem de bilim insanıdır. Semerkant’ta kendi adına rasathane yaptırmıştır. Devrin önemli bilginlerinden Matamatiğin ve Astronominin babası Ali Kuşçu’nun öğrencisidir Uluğ Bey, , İbn-i Heysem fizik ve optik kısmının, Harezmî cebirin, Cezeri sibernetiğin temellerini atmışlardır. , İbn-i Heysem fizik ve optik kısmının, Cezeri sibernetiğin temellerini atmışlardır.

İmâm-ı Azam Abu Hanife din-insan ilişkisini, İmam-ı Maturidi İman-insan ilişkisini tanımlarken, İmâm-ı Muhammed devletler hukûkunun, İbn-i Haldûn târih sosyolojisinin ve yine yetişen binlerce âlimin yazdığı sayısız kitaplar, asırlarca ilim âlemine ışık tutmuş medeniyetin yükselmesine yardımcı olmuş hattâ Avrupa bunlara sâhip çıkmış ve kendi adamlarına mâletmiştir.

Türk İslam Uygarlığı (medeniyeti) tarihin bir çok zamanın da, diğer uygarlıklardan (medeniyetlerden) farklı özelliğe sahip olmuştur. Bunun en önemlisi, aynı zaman diliminde birden çok devlet sahibi olarak aynı medeniyete farklı bakışlarla, farklı altlık oluşturma imkanı bulmasıdır. Türk Uygarlığının Müslüman diğer milletlerden bir başka farkı da dinin bize emrettiği şeyleri anlamak için neden niçin sorularını sormasıdır.

Sözcük anlamıyla uygarlık (medeniyet), “bir ulusun, bir toplumun düşün ve sanat yaşamıyla eriştiği düzey, maddi ve manevi varlıkların tümü.” olarak ifade edilebilir demek mümkün sanırım. Bilindiği gibi uygarlık anlamında Batı Avrupa dillerinde kullanılan sözcük civilisatıon, Türk dünyasında uygarlık, Doğu İslam dünyasında ise medeniyettir. Yunan Mitolojisinde Prometheus, tanrılara karşı bir silah olarak kullansınlar diye ateşi insanlara armağan etmişti. İnsanlar da bu tanrısal gücü, Prometheus’un öcünü almada, yani insanı köle durumuna düşüren bağlardan kurtarmada, aklın ışığıyla doğayı yenmede, yeniyi, sonsuz yeniyi aramada kullandılar, kullanıyorlar da. Bu bağlamda, her yaratıcı insan bir ateş yakıcıdır. Konfüçyüs, İsa, Solon, Hz. Muhammed, Copernicus, Newton, Gandi, Darwin, Einstein, Freud, Marx gibi insanların söyleyecek sözü verilecek mesajı vardır. Ancak bu mesajların kimi tanrısaldır, kimisi ise dünyalı olmasına karşın tanrısal güçler giydirilmiş niteliktedir.

Böyle tanımlamamızın sebebi, insanlık için her mesaj bir başlangıç niteliğindedir. Mesajdan önce ve sonraki zaman diye tanımlarız. Ancak gidişatı değiştiren yaratıcı atılımlar da, yeni başlangıçlar da bu mesajlardan sonra ortaya çıkar. İsa Platondan, Rönesans düşünürleri ise Eski Yunan’dan, Roma’dan ve İslamiyet’ten, onların düşünce ve davranışlarını etkileyecek mesajlar almışlardır.

Atın evcilleştirilerek, insan taşımacılığında kullanılması ile birlikte, iletişim hızlanmıştır. Daha önce bir ömür boyu haberdar olmadan veya içinde bulunduğumuz uygarlık onu keşfetmeden, bizim kullanımımıza veya bilgimize sunmadan ölüp gidiyorduk. Yani atın kullanımından 5G teknolojisi ile zaman ve mekan kavramında değişim geçiren insanlık, bu gün ve yarını aydınlatacak yeni bir ışık oluşturmuştur. İnsanlık sınırlar ötesinde, zaman ve mekan kavramını dünya ölçeğine taşımış, iletişim platformunda kalmaya dayalı olar beslenip gelişmiş ve gelişmektedir.

Bu günkü verilere dayalı olarak, dünyada yaşananları; millet merkezli sermaye merkezli, sınıf merkezli olarak okuyabiliriz. Ama giden nice uygarlıklar, dinler bu okumaya örnek gösterilebilir. Yalnız her uygarlık kendini inşa ederken, bilinen doğruların yanlış olduğunu delilerle göstererek, yeni doğrular ve bunlara dayalı kavramsal yüklemeler yapar. Yani geçmişte ve bugün var olan uygarlık ve medeniyet için ufukta yeni bir bakış varsa bu durum bir taraftan eski düzen için tehdit anlamı taşır, bir taraftan da bu durum insanlığın yeni gelişmelere yelken açacağının göstergesidir.

Böyle durumlar, insanların tehdit, haz kavramlarını, eğitim ve yaşama dair yeni öğrenme süreçlerini de getirir. Öğretilen yeni mutluluk yollarıyla birlikte, dünyamız birbirine sadece içgüdüleriyle, biyolojik özellikleriyle bağlanan, güdük bir insan soyundan bahsedebiliriz. Bu durum dünyanın gereksiz kalabalığıyla birlikte dünya için anlamsız bir yük olurdu.

Uygarlık ve medeniyet denilince, barbarlık karşıtı olan anlamıyla, bu daire de yer alan insanlardan oluşan, insanlığın var olan bilgileri ile gelişme yolunda hayli ilerlemiş, ideal ölçülere hayli yaklaşmış bir topluluk şeklinde anlaşılmalıdır. Uygarlıkların ve medeniyetlerin farklılığını, “bir toplumu başka toplumlardan ayıran, onun özgün yanını ortaya koyan yaşam biçimleri, kullandıkları alet ve teknolojileri, çalışma biçim ve yöntemleri, inançları, düşünsel ve sanatsal faaliyetleri, siyasal ve sosyal örgütlenme biçimleri ortaya koyar.” Belki de günümüz de buna da şöyle bir sınıflandırma eklemek gerekiyor; “insanları öldürmek için mermi mi yoksa sinyal veya ışın mı kullanılıyor?”

Bir başka anlamıyla ise uygarlık ve medeniyet; antropolojik olarak ele alındığında, “Bir toplumun ya da toplumların birikimi ve kültürü” olarak ifade edilebilir. Buradan da görüleceği üzere; yaşamı, adeta hiçbir unsurunu dışarıda bırakmamacasına tamamen örten bir kavram, insanlığın varoluş ve yaşam biçimi diye adlandırılabilir.

Her toplum kendi doğal uygarlığını yaşadığına göre; uygarlıkları birbirleri ile mukayese etmek ve hangisinin daha üstün olduğuna karar vermek, gökyüzüne bakıp bu gece çok güzel demeye benzer. Bana güzel gelen gökyüzü bir bakası için kötü olabilir. Yani böyle bir karşılaştırma bu kadar anlamsızdır. Türk–İslam uygarlık ve medeniyet anlayışı başka bazı uygarlıklarda olduğu gibi, bir toplumun kendi mayasını, benlik ve kimliğini kaybetmeden, diğer ulusların da mayalarını öğrenmek, anlamak ve kullanmayı reddetmez. Bizim dışımızdan gelenlere kim olduğuna bakılmaksızın içimize kabul edilerek ihtiyacı sorulur. Önce talep karşılanır, daha sonra kim olduğu, kimlerden olduğu, inancı, mesleği sorulur. Bu bizi ve bize benzeyenleri zenginleştirmiştir. Yani farklı olanı yaşamına bir tehdit olarak görme anlayışından daha çok kendisi için bir zenginlik olarak görme anlayışına sahip bir medeniyetiz. O nedenle bizim uygarlık ve medeniyet coğrafyamızda, hiçbir kavim hiçbir inanç asimilasyona ve bir yok edilişe tabi tutulmamıştır. Böyle yapanlar bizim uygarlığımıza, medeniyet havzamıza dahil değildir.

Dünyada tek başına yaşanmaz. Diğer toplumlarla alış-veriş yapmak zorundayız. Bu alış-veriş, yalnız ticari ve sınai alanda da kalamaz. Toplumlar dünyada bağımsız yaşayabilmek için, ticaret yarışına olduğu kadar, uygarlık ve medeniyet yarışına da katılmak zorundadırlar. Dünya topluluğu içinde, bir toplumun mayasını kaybetmeden ve özerk olarak yaşayabilmesi, diğer toplumların “maya”larını öğrenmeyi ve bilmeyi gerektirir. Öte yandan, “İnsan Hakları” evrensel olmakla birlikte yereldir. Ortaya çıkan uygarlık ve medeniyet, bir milletin veya inancın eseri olduğu kadar, dünya toplumlarının genel anlamda uygarlığın ve medeniyetin yani büyük bütünün parçasıdır

Uygarlık ve medeniyet kavramına: “Değişik insan toplumlarının uzun süre içinde edindikleri evrensel bilgilerin, düzenli yoldan ilerletilmesi, inceltilmesi ve paylaşılmasıdır.” denilebilir. İnsan beyni, gövdenin adaleleri gibi olup, belirli bir eğitimden geçmez ise, gelişemez. Japon örneği, benliğini kaybetmeden bir toplumun çağdaş uygarlığa yalnız ayak uydurması değil, önderlerinden biri olabilmesinin de mümkün olduğunu ortaya koyar. İngilizler, çiçek hastalığına karşı aşıyı Türkistan coğrafyasında hayvanlarda yaşadığı tecrübelerle insana taşımış, biz Türk’lerden 18’nci Yüzyılda öğrenerek geliştirmiş ve bütün dünya uygarlığının malı haline getirmişlerdir. Bunun gibi, domates, hindi patates, mısır gibi yiyecek maddeleri (ve tütün), Kuzey Amerika kıtasından 1491 yılı sonrası bütün dünyaya yayılmıştır. Diğer toplumların mayalarını öğrenmek yolu ile bir toplum uluslararası ortamda sağlıklı yaşama ve yücelme yarışına katılabilir. ABD toplumu, yoğurt mayasını ve yoğurdu günümüzden ortalama yirmi yıl önce (ticari tanıtma yolu ile) öğrenip, severek gündelik gıda maddeleri arasına katmıştır. Bu yoldan da ABD toplumu sağlıklı ve besleyici bir yiyecek maddesine kavuşmuştur. Ancak, bu durum, ABD toplumunu Türk’e çevirmemiştir. Japonya, elektronik bilimini ikinci dünya savaşı sonrası Batı Avrupa ve ABD’den öğrenerek, bu sanayi dalında dünya önderi olmuştur. Ama, kendi mayasını, benliğini kaybetmemiş, dünya uygarlığına adım uydurmakla, Japon toplumu Amerikalı ya da Avrupalı olmamıştır. Japon kalarak uygarlık ve medeniyet yarışında ben de varım diyebilmiştir.

Uygarlığı veya Medeniyet İnşasını gerçekleştiren nelerdir?

Yazımın başında belirttiğim gibi her insan topluluğu da uygarlığa, medeniyet oluşumuna yol açmaz. Bir topluluğun uygarlık aşamasına vardığını söyleyebilmek için, kendinde bazı koşul ve nitelikleri toplamış olması gerekir. Nedir o koşullar ve nitelikler?

Modern zamanlarda yapılan tanımlamalarda, bir topluluğun uygarlık ve medeniyet başlangıcı yapabilmesi için devlet için gerekli olan kurumları oluşturması ve işlevsel hale getirmesi gerekir. Bunun için belli bir iktisadi yapının biçimlendirdiği bir değerler sistemine, ihtiyaç vardır. Bu uygarlığa, kendine özgü bir nitelik kazandıran karakter de olmalıdır. İktisadi yapı, insanların “doğa” ile mücadelesini ve o mücadelenin ortaya çıkardığı ilişkileri de içine alır. İşte insanların üretim faaliyetlerinde kullandıkları maddesel araçlar ve teknik, bu üretim faaliyetinin doğurduğu ilişkiler, giderek bütün bunları kapsayan ”üretim biçimi”, uygarlıkların tanımında önemli rol oynamakta ve giderek uygarlıkların “temel yapısını” oluşturmaktadır.

Ne var ki, bir uygarlığı ve medeniyeti oluşturan yalnızca iktisadi yapı olmayıp, aynı zamanda temel yapının üzerine kurulan, bir yerde onun biçimlendirdiği, onu yansıtan bir “değerler sistemine” ihtiyaç vardır. Bu sistemde, siyasal ve hukuksal kurumlar, din, ahlak, felsefe, edebiyat, sanat, özetle bir “kültür” temelli bütün öğeler vardır.Bunun yanı sıra din, tek başına bir uygarlık yaratamaz ama uygarlıklarda önemli rollerden birini oynadığı da yok sayılamayacak bir gerçektir. Fransız tarihçisi Fustel de Coulanges antik toplumu din ile açıklamaya kalkmıştır. “İsrail’in eski tarihi, kutsal bir tarihtir” derken, dinin o uygarlıkta gerçekten oynadığı büyük rolü belirtmek istemiştir aslında. Modern çağda, Batı’da, ağırlığı gitgide artan bir “laikleşme” olayı o uygarlığın niteliklerinden biri olagelmiştir. Ama her şeye karşın, bugün bile, örneğin İtalya’da Katolikliğin, İngiltere’de ve ABD.’ de ise Protestanlığın etkisi dikkate alınmadan, o toplumların bazı olayları izah edilemez.

Müslümanlığın yaygın olduğu ülkelerde, o milletlerin oluşturduğu uygarlıklar ve medeniyetler, İslamiyetin izini taşımıyor mu? Bugün biz İslam’a inandığımız günden itibaren kendi medeniyetimize ‘‘Türk İslam Uygarlığı-Medeniyeti’’ diyoruz.

Uygarlığı ve medeniyeti oluşturan diğer önemli etmen de, düşünce, sanat ve yaşam faaliyetleridir. Bu düşünce, sanat ve yaşam faaliyetlerinin biçimi ve içeriği, uygarlıkları bir birinden ayırmada çok kez en başta gelen ölçülerden biri olmaktadır.

Uygarlıkların etkileşimi ve değişimi

Uygarlık (medeniyet), evrensel kültürün temel kaynağı olup, insanlığın çağdaş ölçüsünü temsil eder. Bunu oluşturan medeniyetlere bakan etnik guruplar, erişmeleri gereken hedefi belirler. Ortaya çıkan Türk İslam Uygarlığı (medeniyeti), bütün yüksek uygarlıklar (medeniyet) da oldu gibi homojen (türdeş) değildir. Bir uygarlık, (medeniyet) başka uygarlık (medeniyet) ya da uygarlıklarla(medeniyetlerle) mutlaka ilişki içindedir. Böyle bir ilişki doğar doğmaz da, o uygarlık (medeniyet) etkileşmeye ve değişmeye başlar. İnsanlık tarihi, uygarlıklar (medeniyetler) arasındaki bu etkileşimin ve değişimin tarihidir bir yerde.
İlk Çağda Asurlular, Babil uygarlığının(medeniyetinin) üzerine inşa oldular. Roma uygarlığı (medeniyeti) da aslında Yunan uygarlığının altlığı ile ortaya çıktı. Savaşlarda karşı karşıya gelen sadece ordular değildir. Aynı zaman da uygarlıkların(medeniyetlerin) karşılaşmasına şahit oluruz. Örneğin Haçlı seferlerinde de karşılaşan yalnızca ordular mıdır? Tabi ki değil. Aynı zamanda iki ayrı uygarlığın, (medeniyetin) Türk İslam İslam Uygarlığı ile Batı Hristiyan Uygarlığının (medeniyetinin) karşılaşmasıdır. Bu temas sadece şiddet, kan, gözyaşı ve ölüm içermez. Aynı zamanda farklı iki gurubun, savaş alet ve edevatlarından kıyafetlere, varıncaya kadar bir çok alanda birbirleri ile etkileşim içine girdikleri sonraki zamanlarda, gözlemlenebilir bir gerçek olarak ortadadır. Bu karşılaşmanın Batı Uygarlığının doğuşundaki payını kim yadsıyabilir ki?

Uygarlıklar (medeniyetler) yaşadıkları süreç içinde etkiler veya etkilenir. Ancak hemen belirmeliyiz ki canlı bir organizmaya benzeyen bu yapılar, bu süreçlerden koptuğu anda bölünür ve ölürler. İbni Haldun ve Vico Spengler, kültürlerin organizmalar gibi doğup, büyüyüp geliştiklerini ve sonunda öldüklerini belirtirler. Doğma, büyüme, gelişme ve ölüm, tüm kültürlerin zorunlu aşamaları gibi ve kaderleri gibidir. Bu döngüyü kırabilen, sürekli etkileşen ve değişen Uygarlıklar (medeniyetler) vardır. Tamamen iç döngüsüyle yaşamayı tercih edenler Uygarlıklar (medeniyetler) yok olmaktan kurtulamaz. Kültürler farklı olabilirler; hattâ onları belli tipler altında gruplandırmak da olanaklıdır (Spengler’de 8, Toynbee’de 24 kültür tipi sıralanır); ama her biri kendi içlerinde yukarıdaki aşamaları yaşarlar ve son aşama olarak ölürler. Tarihin karanlık sayfalarında böyle göçüp gitmiş nice uygarlıkları hatırlayalım. Büyük Fransız şairi ve yazarı Paul Valery, uygarlıkların ölümlü olduğu gerçeğini 1.Dünya Savaşı’nın sonunda söylediği şu özlü sözlerle bir kez daha dile getirir: “Biz uygarlıklar, artık ölümlü olduğumuzu biliyoruz.” Ama nasıl bir ölümdür bu? Yüzyıllar ve binyıllar süresince, çeşitli uygarlıkların, kireçli topraklardaki kaynaklar gibi uzun süre kaybolduktan sonra–bir ölçüde- yeniden ortaya çıktığını görüyoruz. Örneğin tarihçiler, “Kelt uygarlığı”nın hâlâ yaşayan kalıntılarına rastlıyorlar. (Keltler aynı zaman da bu günkü yaşadığımız topraklara, kendi başkentlerinin adı olan “Türkiye” adını veren bir millettir.)

Siyasal kopuşlar, büyük felaketler ve teknoloji değişimler, bilinenin ötesinde, uygarlıklar için zamandan ve mekândan farklı değişimlere neden olur. Örneğin Batı Avrupa’da, Rönesans adı verilen “uyanış”, uzun süre ölmüş bilinen bir uygarlığın, Yunan ve Roma uygarlıklarının tekrar ortaya çıkışını, teknolojideki değişim tetiklemiştir. 15.ve 16.yüzyıllarda bir Yunan ve Roma uygarlığından söz edilemez: O yüzyıllarda Avrupa’daki uygarlık bir İtalyan uygarlığıdır, bir Fransız, bir İngiliz, bir İspanyol … uygarlığıdır. Ama bir Avrupa ve Hıristiyan inancından daha çok milletleşme referanslıdır. Daha çok antik kaynaklardan beslenmektedir. Hristiyanlığın, 18.yüzyıl Hıristiyanlığıyla, ya da bu günkü Hıristiyanlıkla benzeşmediğini de söylemeliyiz.

Çağdaş İngiliz tarihçisi ve kültüroloğu Arnold Toynbee (1889-1975), “Uygarlıktan ne anlıyoruz?” sorusunu; “Uygarlıktan insan toplumlarının, Batı, İslam, Uzakdoğu ve Hint Uygarlığı diye sınıflandırılmasını anlıyoruz. Bu isimler aklımıza din, mimari, üslup ve gelenek açısından farklı şeyler çağrıştırmaktadır” diyerek cevaplamaktadır. Toynbee, tarihte devletlerden çok, uygarlığı esas almıştır. İnsanlık tarihindeki ilk uygarlık olan Sümerler’den bu yana yeryüzünde yirmi bir uygarlık ortaya çıkmıştır. Bunlardan sadece beşi günümüzde varlıklarını sürdürmektedir. Toynbee, “Tarihin İrdelenmesi” adlı başyapıtında, uygarlıkların gelişme ve başarısında, ırk ya da coğrafi koşulların rol oynamadığı görüşünü savunur. Uygarlığı yaratan büyük ırklar değildir, insanları yaratan büyük uygarlıklardır. Toynbee; “uygarlıkların gelişmesinde rol oynayan temel etmenin, bir toplumun karşılaştığı sorunlara verdiği cevap, daha doğrusu, ortaya çıkan sorunla ona verilen karşılık arasındaki diyalektik ilişki olduğunu” ileri sürer. Bu süreç içinde çevre koşulları zorlaştıkça, toplumun önüne çıkan sorunlar büyüyüp, onları alt etmek için verilen mücadele yoğunlaştıkça, toplum daha başarılı ve sağlıklı bir uygarlık kurar. Bunun en iyi örneği Afrika’ da görülür. Uygarlığın, doğanın zengin ve yaşamın kolay olduğu tropikal bölgelerde değil de Nil deltasındaki bataklık ve ormanlık bölgelere yerleşip, ormanları temizleyip, bataklıkları kurutarak, sulama kanalları açan eski Mısırlılar tarafından kurulmuş olması çarpıcıdır. Bunun gibi, Çin’de de ilk uygarlık verimli topraklarda değil, Sarı Irmak’ın bataklık bölgelerinde ortaya çıkmıştır. Avrupa’da kuzeye doğru iklim koşulları sertleştikçe kurulan uygarlıklar daha sağlıklı olmuştur. Toynbee gözlemlerinde; Anadolu Selçuklu Devleti’nin dağılmasından sonra ortaya çıkan bir dizi beylik arasında, sadece Osmanlılar’ın güçlü bir devlet kurabilmelerini, bu beyliğin Bizans sınırında olmasına ve sürekli mücadele etmek zorunda olmalarına bağlar.

Dış tehlikenin büyüklüğü, iç dinamizmini zamanın koşullarına göre yaratıcı biçimde kanalize etmeyi başaran toplumları sarsmaz, aksine onların güçlenmesine yol açar.

Dış tehlike, hatta askeri yenilgiler bile, devletleri yıkamadığına göre, uygarlıkların yok olmasının temel nedeni içeriden kaynaklanır. İç çelişkilerini çözemeyen, kendilerini yenilemeyen, dinamizmlerini yaratıcı yollara kanalize edemeyen, maddi üretimin temelini oluşturan fikirsel üretim gerçekleşmeyen toplumlar çözülüp, dağılmaktan kurtulamazlar. Örneğin; Bizans’ı Osmanlılar, Osmanlıları da Avrupa yıkmamıştır. Kendi iç çelişkilerini çözemeyen bu toplumlar, zaten can çekişme sürecine girmişlerdi. Aynı biçimde Sovyetler Birliği’nin dağılmasının temel nedeni, batı emperyalizmi ya da ABD ile silahlanma yarışı değil, bu ülkenin çelişkilerini çözememiş olmasıdır.

Çağımızın büyük düşünürlerinden biri olan Levi-Strauss, “ilkel” toplum ile “uygar” toplum arasında bir ilerilik ya da gerilik ayrımından söz edilemeyeceğini ortaya koymuştur. Ona göre, “ilkel insanlar, en az bizim kadar uygardırlar; değişiklik, her iki uygarlıktaki düşüncenin birbirinden farklı semboller sistemiyle dile getirilmesinedir.” Montaigne’nin dediği gibi “Aklın kurallarına uyarak barbar diyebiliriz yamyamlara ama bize benzemiyorlar diye barbar diyemeyiz.”

Etnik Kimlik ve Uygarlık (Medeniyet)
Bir kültür, kendi doğal gelişimi ve oluşmuş iç dinamikleri ile baskın kültürlerle veya komşu kültürlerle iletişim içindedir. Bu durum bir yandan kültürel değişime sebep olurken, öte yandan etnik kimliğin değişimini de ortaya çıkarır.
Burada hemen anlatmamız gereken, Etnik kimlikleşme kişisel veya grup kimliği biçiminde ortaya çıkar. 1. Kişinin veya Etnik gurubun kendini tanımladığı kimliği 2.Başkalarının o kişi veya Etnik gurubu tanımladığı şeklin de ayırt etmek gerekir.
Türkiye ye 19 – 20. Y.Y. da gelmiş olan Kafkasya da yaşayan Kıpçak grubuna dahil olan insanlarımızın Çerkez kardeşlerimizin kimliği ile toplum tarafından kimliklenmesi, Karadeniz bölgesinde yaşayan, ağırlıklı olarak Kıpçak, Çepni gurubuna dahil olan bütün insanımızın, 40 ila 50 bin kişi oldukları söylenen Laz kardeşlerimizin kimliği ile toplum tarafından kimliklenmesi; Türkmen, Terekeme, Arap, Yezidi, Zaza gibi değişik guruptan insanımızın yaşadığı Güney Doğu insanımıza toptancı bir bakışla Kürt denmesi gibi.
Yüzyıllardır aynı bölgede yaşayan, aynı medeniyeti birlikte inşa ettiğimiz insanlar, asılları, medeniyetleri yok sayılarak, uzun süre birlikte yaşadıkları coğrafya, demografik etkileşim, mensup olduğu medeniyet kimliğimizden izole olması farklı tanımlamaları ortaya çıkarıyor.
Küçük bir halk olsa bile temas halindeki diğer guruplarla yoğun bir kültürel etkileşim içine girebilir. Bir süre sonra küçük bir etnik kimlik, büyük grubu da kimlikleyebilir. İlerleyen zamanda aynı bölgede yaşayanlar kimlikleri konusunda problem yaşar.
Türkiye’de milletini oluşturan medeniyet kimliği Türklüğü alt kültür gurubu içinde sayarak alt kültürlerde tanımlanmaktadır. Kimliğin oluşumu ve değişimi ile kültürel değerler arasındaki ilişkiye, kültürlerarası iletişim sürecine de dikkate almayarak, tanımlamaya çalışmaktadır.
Kültürler arası iletişim süreci içinde, yeniden kültürleşme yaşayarak diğer kültürlerinki ile ortak karakteristikler kazanmış bir Medeniyet kimliği olarak Türklük kendine özgün niteliklerini bugüne kadar getirmiştir.
Kültürel ortam, sosyal, kurumsal yapılar üzerinden sürekli bir etkileşim içindedir. Bunun farklı düzeylerde olduğu; dilde, geleneklerde, aile yapısında, evlilik, kutsallık anlayışında, toplumsal rollerde, ekonomik üretimde, müziklerde, seramonilerde, dil ve inanç yapılarında gözlemlenebilir.

Etnik kimliğe sahip kültürün kimlik olgusunu, izole bir kavram olarak, birlikte yaşadığı kültürlerden ayrılıp incelenmesi mümkün değildir. Birlikte yaşayan kimliklerin, birlikte yaşayan her etnik kimliğin diğeri üzerin de izlerinin olduğu kabul edilir. Etraflı bir kültür analizi yapılması halin de medeniyet kimliği ile etnik kimliği sağlıklı olarak ayırmak gerekir. Bu bağlamda, etnik kültürün orijinal yapısının tanımlanması ve esaslarının açıklığa kavuşturularak, kimlik kavramının etnik kültüründeki karşılığının ortaya konulması sağlıklı olur.
Ülke içinde seyahatin artması sayesinde homojen ve nüfus yoğunluğunun yüksek olduğu bölgeler de kültürel öğelerin korunduğu süreç sona ermiştir. Ortak medeniyetimizi oluşturan etnik gurupların, ülke dışında ki akrabaları ile ortak medeniyet çatısı içinde yaşayan insanların ortak noktaları incelendiğinde, içinde yaşadığı Milletin kodları ile daha fazla ortaklığı ortaya çıkmaktadır.
Bunu Rus hâkimiyeti altına giren Kafkas halkları ile yıllar önce çeşitli nedenlerle Türk topraklarına gelmiş olan aynı gurupların, yüz yıl sonra aynı etnik gurubun toplumsal analizleri yapıldığında toplumsal yaşam ve kültürlerinde önemli değişimlerin oluştuğu beklenir. Türkiye’de yaşanan değişimin, Kafkasya’da kendi isimlerini taşıyan bir cumhuriyette yaşayan guruplara kıyasla daha büyük ölçülerde yaşadıkları ana guruplarla daha fazla etkileşim için de oldukları görünüyor.
Doğru ve eksiksiz bir fotoğrafını çekmek için, sosyo-kültürel durumunu tam olarak etnik ve medeniyet kimliğini göz ardı etmeden analiz etmek gerekir.
Dr. Abdullah Buksur

İlgili Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir