UKRAYNA KRİZİNDE RUSYA’NIN ÇÖZÜM MODELİNE DOĞRU
Rusya’nın askerî müdahalesini takiben Suriye’de gelinen nokta Batı dünyası ile Moskova arasında zorunlu bir diyaloğu ortaya çıkarırken, Ukrayna krizinin çözümünde de tarafların pozisyonlarında bir yıl öncesine nazaran önemli ölçüde yakınsama sağlıyor. Her ne kadar AB ile ABD arasında Ukrayna konusunda Rusya’ya karşı izlenen politikalarda tonlamalar farklılık arz etse de, AB içerisinde özellikle Birliğe yönelik ‘şüpheci’ siyasi akımların etkisinin fazla olduğu ülkelerde, yaptırımların kaldırılması ve Moskova’yla iş birliği yapılması eksenli söylemlerde son dönemde artış gözleniyor. Mülteci kriziyle kendi içerisinde ciddi meydan okumalarla karşılaşan AB’nin, mültecilerin büyük kısmının geldikleri Ortadoğu bölgesinde nüfuzunu artırma yolunda ilerleyen Rusya’yla ilişkilerini yeniden gündeme alması anlaşılabilir. Öte yandan, bir türlü siyasi ve ekonomik istikrarın sağlanamadığı Ukrayna’nın yeniden hükümet krizleri sarmalı içerisine girmesi Rusya’nın ayrılıkçı bölgeler Donetsk ve Lugansk’a (Donbas) yönelik argümanlarının AB nezdinde daha fazla kabul görmesini netice veriyor.
Minsk-2’yle pekişen ‘dondurulmuş çatışma’
11-12 Şubat 2015 tarihlerinde Almanya, Fransa, Rusya ve Ukrayna liderlerinin katıldığı Normandiya Formatı’ndaki müzakerelerde varılan sonuç Minsk-2 protokolü olarak kayda geçmişti. Eylül 2014’te imzalanan Minsk-1 memorandumunun devamı olan ve 13 maddeden oluşan Minsk-2 protokolünde, ayrılıkçılarla Kiev güçleri arasında sağlanacak ateşkesten ağır silahların cephe gerisine çekilmesine, ayrılıkçıların kontrolü altındaki bölgelerde seçimlerin düzenlenmesinden bu bölgelere yönelik Ukrayna parlamentosunca geçici yerel öz yönetim kanununun çıkarılmasına ve adem-i merkeziyetçiliği esas alan yeni anayasa yapımına kadar birçok kritik husus yer almıştı. Yine Donbas’taki yabancı askerî güçlerin ülkeyi terk etmesi, Ukrayna-Rusya sınırının Kiev’in kontrolüne geçmesi ve ayrılıkçılara yönelik af kanunu da protokolün üzerinde durduğu konular arasındaydı.
Protokolün belki de en belirsiz yanı ise söz konusu maddelerin hayata geçirilmesinde izlenecek yol, yöntem ve sıralama idi. Krizin çözümünde siyasi ve askerî önlemlerin yer aldığı protokolün, ayrılıkçı liderleri meşru aktörler olarak müzakerelerde Kiev’in karşısına çıkarması ve söz konusu önlemlerin ayrılıkçı bölgelerle ortaklaşa alınmasını gerektirmesi ilerleyen süreçte Kiev yönetimini zorlayan hususların başında geldi. Örneğin, Donbas’taki yerel seçimlerin yeni kanun veya anayasa kabulü öncesinde mi yoksa sonrasında mı yapılacağı, bu seçimlerin Rusya sınırı tamamen Kiev’in kontrolü altına geçtikten sonra mı yoksa geçmeden önce mi gerçekleştirileceği, ayrılıkçı liderlerle anlaşılarak hayata geçirilmesi gereken geçici yerel öz yönetim kanunu müzakerelerinin ne şekilde yürütüleceği, yeni anayasadaki adem-i merkeziyetçiliğin sınırları gibi netameli konular kısa süre içerisinde Kiev yönetiminin elini kolunu bağlayan hususlara dönüştü.
Daha ziyade Donbas’ta özellikle 2015 başında artan şiddetli çatışmaları krizin kritik aktörlerinden Moskova’nın da kabul edebileceği şartlardaki bir sözleşmeyle sonlandırmanın hedeflendiği Minsk-2 protokolünde Kırım’a hiçbir şekilde atıf yapılmayarak da bir anlamda yarımadanın Rusya tarafından ilhakı AB liderleri tarafından üstü kapalı meşrulaştırılmıştı. İlhak sonrası Kırım’ı artık kendi iç meselesi çerçevesinde değerlendiren Rusya’nın protokollerde herhangi bir şekilde yarımadanın anılmasını içişlerine müdahale olarak yorumlayacağı ve bu nedenle müzakere masasında yer almayacağı düşünüldüğünde, AB liderlerinin Minsk-2’de pragmatik ve gerçekçi bir tutum sergilediği söylenebilir. Ancak Rusya’nın Karadeniz’den Hazar ve Akdeniz’e artarak uzanan askerî hareketliliği/mevcudiyeti dikkate alındığında, ilerleyen yıllarda Kırım konusundaki Batı’nın bu pragmatik tutumunun bölgesel askerî/stratejik dengelere ve yine enerji denklemine muhtemel yansımalarının sancılı olabileceğini belirtmek gerekiyor.
Moskova-AB hattındaki yakınsama
Minsk-2’nin uygulanması noktasında Moskova, geçen bu bir yıl içerisinde pozisyonunda değişikliğe gitmedi. Kiev’in ayrılıkçı bölge liderleriyle doğrudan temasa geçmesi ve bu bölgelerin statüsü konusunda gerekli yasa değişikliklerinin bir an önce yapılması gerektiği üzerinde durup öncelikle siyasi önlemlerin alınması vurgusu yapıyor. Kiev yönetimi ise ilk etapta yabancı savaşçıların ülkeden çıkması, ayrılıkçıların silahlarını bırakması, sınır kontrolü gibi askerî sorunların halledilmesi ve ancak bu aşamadan sonra Donbas’ta ayrılıkçı bölgelerdeki seçimler ve bu bölgelerin statüsü, adem-i merkeziyetçilik temelinde yeni anayasa gibi konularda siyasi düzenlemelere gidilmesi gerektiği tutumunu benimsiyor.
Kiev ve Moskova arasında Minsk-2 protokolünün içeriğinin yorumlanmasına dair yaşanan bu ayrışmaya Ukrayna parlamentosundaki partiler arası ciddi görüş ayrılıkları da eklenince, Cumhurbaşkanı Poroşenko yönetiminin protokolün maddelerini hayata geçirme konusunda daha ziyade zaman kazanmaya çalıştığı söylenebilir. Rusya destekli ayrılıkçı bölgeler ise Kiev’in kontrolü dışında yerel seçimlerin düzenlenmesi seçeneğini sürekli gündemde tutarak istedikleri şartlarda Kiev’i masaya çekmenin çabası içerisine girdiler. Kiev’e karşı Moskova’nın daha güçlü bir şekilde devreye sokmaya çalıştığı enerji (doğalgaz) ve ticari yaptırım kartlarıyla da bu anlamda Poroşenko yönetiminin ekonomik kıskaca alınarak Minsk-2 protokolünün siyasi maddelerinde ilerleme sağlanması amaçlandı.
Donbas’taki çatışmalara göre Suriye’deki iç savaşın tetiklediği mülteci meselesi ve terörizm gibi sorunlarla ilgili kendi içerisinde daha çetin bir meydan okumayla karşılaşan AB ise Ukrayna krizinde 2015 yılının ilerleyen aylarında odak kayması yaşadı. Kiev yönetimine cesaret gerektirici siyasi adımlar atma konusunda teşvikçi tutumunu gevşeten AB, daha ziyade yaptırımların sürdürülmesini sağlayarak Rusya’nın katı tavrında yumuşama hedefledi. Minsk-2 protokolüyle Donbas’taki durumun bir ölçüde ‘dondurulmuş çatışma’ya evrilmesi de AB’nin, Kiev ya da Moskova’dan herhangi birinin önemli tavizler vermeden hayata geçirilmesi oldukça zor gözüken protokol maddeleri üzerinde durmaktan ziyade en azından şimdilik bölgede sağlanmış nispi bir istikrarı öncelemesini kolaylaştırdı.
Gelinen noktada, yaptırımların süresini son olarak Temmuz 2016’ya uzatan AB, Kiev açısından Minsk-2’nin ‘yumuşatılmış’ yeni bir versiyonunu veya daha doğru bir ifadeyle protokoldeki askerî önlemlerin siyasi düzenlemelere öncelenmiş hâlini bir şekilde Rusya’ya kabul ettirme gayretinde. Ancak Kiev’de baş gösteren yeni hükümet kriziyle beraber AB’nin bu konuda elinin zayıfladığını not etmek gerekiyor. Ayrıca, AB’nin kurumsal anlamdaki pozisyonunda değişiklik olmasa da Rusya karşıtı yaptırımların kaldırılması gerektiği yönünde açıklama yapan Birlik üyesi ülkelerin sayısındaki artış dikkate alındığında, 2016 ortalarından itibaren yaptırımların ‘otomatik’ bir şekilde uzatılmasının kolay olmayacağı veya yaptırımlarda nispeten hafiflemeye gidilebileceği söylenebilir. Putin’in ise yakın çevresinden ve Rusya’nın önemli siyasetçilerinden Boris Grizlov’u Aralık sonunda Ukrayna, Rusya, AGİT ve ayrılıkçı bölge temsilcilerinin yer aldığı Temas Grubu’na resmi temsilci olarak atayarak Ukrayna krizi müzakerelerinde Moskova’nın temsil düzeyini yükseltmesi Kremlin’in 2016’da krize yönelik çalışmalarını hızlandıracağı anlamına geliyor. Söz konusu bu atamanın Rusya açısından tavizlerle sonuçlanacağını söylemek ise şu aşamada erken olacaktır. Ukrayna’da kendi çözüm modeline doğru yaklaşıldığını fark eden Rusya’nın bir yandan Suriye kaynaklı mülteci krizini AB üzerinde baskı aracına dönüştürüp, diğer yandan da AB içinde özellikle hükümetlerin kararlarında her geçen gün etkisinin daha fazla hissedildiği yükselişteki milliyetçi ve ‘şüpheci’ siyasi akımlarla ikili angajmanlarını artırarak Birliğin yaptırımlar konusundaki kurumsal tutumunda değişim hedeflediği gözüküyor.
Son tahlilde, AB içerisinde Rusya’ya karşı geliştirilen yaptırım odaklı bütüncül tepkinin son dönemde parçalanma ihtimaline evrilmesi ve Kiev’de yeniden baş gösteren siyasi istikrarsızlık, 2016’da Moskova ile AB’nin pozisyonlarında Kremlin’in şartlarını önceleyici biçimde Ukrayna krizinin çözümüne yönelik bir yakınsamanın oluşmasına yol açabilir. AB açısından büyük ölçüde Donbas’ta ‘dondurulmuş çatışma’ durumunun pekişmesi anlamına gelebilecek bu çözüm modelinin temel hedefi ayrılıkçı bölgeleri Ukrayna’nın geri kalanına eklemlemekten ziyade bölgede şiddetin tırmanması sonucu doğabilecek güvenlik risklerinin minimizasyonu olacaktır. Zamanın Kiev yönetimi aleyhine işlediği düşüncesinde olan Moskova açısından ise yaptırım engeli atlatıldığı takdirde söz konusu senaryo AB’yle ilişkilerinin yeniden tamirinin yanı sıra ‘özel nüfuz alanlarına’ ilişkin ileri sürdüğü kırmızı çizgilerinin AB/Batı tarafından resmen kabulü anlamına gelecek. Kerim Has/usak