Prof. Dr. İrfan Kaya ÜLGER
Türkiye ile Yunanistan arasında siyasi ve hukuki anlaşmazlıkların sayısı bir düzineye yakın. Bunlardan Batı Trakya’da Yaşayan Türk Azınlığın Statüsü, Fener Rum Patrikhanesi ve Kıbrıs Sorunu dışında kalanlar genel olarak Ege denizi ile ilgili anlaşmazlıklardır. Başlıklar halinde sıralamak gerekirse en başta karasuları ve kıta sahanlığı sorunu gelmekte, bunları hava sahası, FIR hattı, Ege adalarının silahsızlandırılması ve son olarak da egemenliği belirsiz olan adacık ve kayacıklar sorunu takip etmektedir.
Ege denizindeki anlaşmazlık konularında Türkiye’nin resmi görüşü, sorunların tek başına ele almak yerine Türk –Yunan ilişkilerindeki genel genel perspektifin dikkate alınması suretiyle ve hakça ilkelere göre çözüme kavuşturulması ve müzakere yönteminin esas olmasıdır. Buna karşılık Yunanistan, Ege denizindeki anlaşmazlıkların Uluslararası Adalet Divanına taşınması ve 1982 tarihli BM Deniz Hukuku Sözleşmesi çerçevesinde çözümlenmesi görüşünü savunmaktadır.
Ege denizindeki anlaşmazlıkları daha da içinden çıkılmaz hale getiren hususlar da var kuşkusuz. Sorunların Türkiye- AB ilişkileri ile ilişkilendirilmesi bunlardan biri. Bir diğeri Türkiye’nin BM Deniz Hukuku Sözleşmesine taraf olmamasıdır. Türkiye, üçüncü deniz hukuku faaliyetlerine etkin biçimde katılmış, ulusal çıkarları temelinde sözleşmeyi imzalamamış ve taraf olmamıştır. Buna rağmen Türkiye’nin ihtilafların Uluslararası Adalet Divanına gitmesini isteme veya buna taraf olma hakkı bulunmaktadır. Bir diğer husus da, AB adaylık sürecinde Türkiye’nin Ege denizindeki anlaşmazlıkların Uluslararası Adalet Divanına taşınmasını, adaylığın ön koşulu yapan AB zirve kararını kabul etmesi, buna karşılık söz konusu karar mucibince Yunanistan’ın sorunu mahkemeye taşımaktan çekinmesidir. Bu konuyu daha açık biçimde ortaya koymak için Türkiye-AB ilişkilerinin son dönemine mercek tutmak gerekmektedir. AB Komisyonu tarafından 1997 yılında yayınlanan Gündem -2000 raporunda Türkiye’ye karşı ayrımcılık yapılmış, Varşova Paktı, SSCB ve Eski Yugoslavya kökenli ülkeler AB’ye aday ilan edilirken Türkiye dışlanmıştı. Aynı yılın Aralık ayında toplanan Devlet ve Hükümet Başkanları Lüksemburg zirvesinde söz konusu Gündem 2000 raporu, olduğu gibi onaylanınca, Türkiye bu duruma tepki gösterdi. Dönemin başbakanı Mesut Yılmaz, AB ile ilişkilerin dondurulduğunu açıkladı. Türkiye’nin bu tepkisi tepkisi son derece haklı gerekçelere dayanıyordu. Çünkü 1990’lı yıllar boyunca AB yetkilileri tarafından çeşitli platformlarda yapılan açıklamalarla ısrarla üzerinde durulan husus tüm başvuru yapan devletlere eşit muamele uygulama yapılacağı, Türkiye’ye karşı ayrımcı tutum izlenmeyeceği şeklindeydi. Lüksemburg zirvesinden üç yıl sonra, 1999 yılı Aralık ayında toplanan Helsinki zirvesinde Türkiye AB’ye aday ilan edildi. Bu zirvede AB, önceden yaptığı tüm taahhütlere rağmen Türkiye’nin adaylığını koşullara bağladı. AB zirvesi kararında Türkiye için öne sürülen koşullar, Kıbrıs Sorununda BM arabuluculuğu altında yürütülen müzakerelere güçlü destek verme, Ege denizindeki anlaşmazlıklar hakkında da ikili müzakerelerle netice alınmadığı taktirde 5 yıl sonra Uluslararası Adalet Divanı önüne taşınmasını kabul etme şeklindedir.
Helsinki zirvesi kararlarına uygun olarak Türkiye, Kıbrıs sorununda çözüm çabalarına güçlü destek vermiş ve eski BM Genel Sekreteri Kofi Annan tarafından hazırlanan. Annan Planı, Türkiye’nin de desteği ile KKTC’de onaylanmıştır. Söz konusu plan, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi tarafından reddedildiği için uygulamaya girmemiştir. Öte yandan, 2004 yılı sonu itibariyle Ege Denizinde Türkiye ile Yunanistan arasındaki anlaşmazlıklarda da bir ilerleme kaydedilmemiştir. Bu durumda Helsinki zirvesi sonuç bildirgesine göre, Ege denizindeki ihtilafların Uluslararası Adalet Divanına taşınması gerekiyordu. Ancak Yunanistan hükümeti bu noktada Türkiye’ye karşı yürüttüğü geleneksel dış politika paradigmasını değiştirdi ve anlaşmazlık Uluslararası Adalet Divanına götürmek için bir girişimde bulunmadı. Yunanistan’ın yaptığı değerlendirmeye göre, Ege denizindeki anlaşmazlıklar uluslararası yargıya taşınırsa bu durum Türkiye’nin Batı bağlantısının kopması ile sonuçlanacaktı. Batı ile köprüleri atan yeni Türkiye’nin yönetimi ya askerler, ya aşırı milliyetçiler yahut da İslamcıların kontrolü altına girecekti. Bu alternatiflerden her biri Yunanistan’ın ulusal çıkarları bakımından büyük tehlike anlamına geliyordu. Paradigma değişikliğinin etkisiyle Yunanistan hükümeti, Türkiye ile olan Ege denizindeki ihtilafları Uluslararası Adalet Divanına taşımadığı gibi, Türkiye’nin adaylık ve müzakere sürecine de engel çıkarmamış ve hatta Rum Kesiminin Türkiye’nin müzakereler başlamasını engelleme girişimlerini engellemişti. Bu tarihsel arka plan bilgisinin ardından bu analizde Ege denizinde Türkiye ile Yunanistan arasında temel anlaşmazlık konularının başında gelen karasuları ve kıta sahanlığı üzerinde durulacak ve ardından Münhasır Ekonomik Bölge ilan edilmesi seçeneği gündeme getirilecektir.
Türkiye ile Yunanistan arasında Karasuları ve Kıta Sahanlığı Anlaşmazlığı
Ege denizinde kadim anlaşmazlık konularının başında gelen karasuları, teknik olarak sahildar bir devletin deniz içerisinde münhasır egemenlik kullanabileceği deniz alanı, toprak altı ve üzerindeki hava sahası anlamına gelmektedir. BM Deniz Hukuku Sözleşmesine göre, devletlerin 12 mile kadar karasuları ilan etme hakları bulunmaktadır. Ege denizinde halen karasuları genişliği, hem Yunanistan, hem de Türkiye bakımından 6 mildir. 1990’lı yılların ortasında Yunanistan hükümeti karasularını 12 mile çıkarmak için girişim başlatmış, ancak Türkiye’nin bunu savaş sebebi (casus belli) sayacağını ifade etmesinin ardından geri adım atmıştır. Karasularının 12 mile çıkarılması halinde Ege denizi, tamamen Türkiye’ye kapanmakta, adalar arasındaki açık deniz alanları Yunanistan karasuları haline gelmektedir. Bir başka ifadeyle karasularının 12 mile çıkarılması halinde Ege denizi bir Yunanistan iç suları, bir başka ifadeyle Yunan görül haline gelmektedir.
Kıta Sahanlığı kavramı ise 1982 tarihli BM Deniz Hukuku Sözleşmesinde sahildar ülkenin deniz altındaki uzantısı olarak tanımlanmaktadır. Sözleşmeye göre, kıta sahanlığı, karasularının ölçülmeye başlandığı esas hatlardan itibaren 200 deniz mili mesafeye kadar olan bölgede kara ülkesinin doğal uzantısı olan denizaltı alanlarını deniz yatağı ve toprak altını içermektedir. Kıta sahanlığı dış sınırının 200 deniz milinden öteye uzanması halinde ise maksimum uzunluk 350 deniz mili olabilmektedir. 1982 Deniz Hukuku Sözleşmesi göre sahildar devletin kıta sahanlığı üzerindeki hakları kendiliğinden vardır (ipso facto) ve ilan edilmesine bağlı olmadan başlangıçtan beri (ab initio) sahildar devlet için hak doğurmaktadır. Kıta sahanlığı konusunda Yunanistan, adaların da kıta sahanlığı bulunduğu iddiasını öne sürmüştür. Türkiye ise Uluslararası Adalet Divanı içtihatlarını da dikkate alarak adaların kıta sahanlığına sahip olduğu görüşünü kabul etmemekte, sadece devletin tüm ülkesinin adalardan oluşması halinde (takımada rejimi) adaların kıta sahanlığının hukuki bakımdan kabul edilebilirliği görüşünü savunmaktadır. Dolayısıyla Ankara’nın resmi görüşüne göre, Türkiye ile Yunanistan arasında kıta sahanlığı sınırlandırmasında ana karalar esas alınmalıdır.
Münhasır Ekonomik Bölge Kavramı
İlk kez 1982 tarihli BM Deniz Hukuku Sözleşmesi ile gündeme gelen Münhasır Ekonomik Bölge kavramı esas itibariyle kıta sahanlığını da içermektedir. Münhasır ekonomik bölge, karasularının ölçülmeye başlandığı esas çizgiden itibaren 200 deniz mili genişliğindeki deniz alanlarında sahildar devletin deniz yatağı ve toprak altı ile üzerindeki canlı ve canlı olmayan varlıklar üzerinde ekonomik haklarını içermektedir. Kıta sahanlığı kendiliğinden var kabul edilirken, Münhasır Ekonomik Bölge için ilan edilme koşulu getirilmiştir. Münhasır Ekonomik Bölgenin ilan edilmesi ve coğrafi koordinatlarının belirlenerek, Birleşmiş Milletler teşkilatına bildirilmesi gerekmektedir. Münhasır Ekonomik Bölge, yan yana veya karşı karşıya olan devletler arasında yapılan deniz yetki alanlarını sınırlandırma anlaşması yoluyla veya tek taraflı olarak ilan edilebilmektedir. Sözleşmeye göre, bir devletin Münhasır Ekonomik Bölgesi üzerinde egemenlik hakkı vardır ve bu bölgede başka devletlerin boru ve kablo döşeme kategorisindeki faaliyetleri izne tabiidir.
Deniz Hukuku Sözleşmesinin 74’ncü maddesine göre Münhasır Ekonomik Bölge ilanı anlaşma yapmak suretiyle kazanılmaktadır. Bununla birlikte 75’inci madde hükümlerine göre, sahildar devlet harita yayınlayarak ve coğrafi koordinatları belirleyerek de kendi başına Münhasır Ekonomik Bölge ilan edebilme hakkına sahiptir.
Türkiye, Ege Denizinde Münhasır Ekonomik Bölge İlan Edebilir mi?
Türkiye ile Libya hükümeti arasında 27 Kasım 2019’da Libya’da BM tarafından tanınan Libya hükümeti ile deniz yetki alanlarının sınırlandırılması anlaşması imzalandı. Anlaşma metni, coğrafi sınırlar ve koordinatlar BM’ye gönderildi ve ardından anlaşma yürürlüğe girdi. Böylece Türkiye, KKTC ile 2011 yılında imzalanan deniz yetki alanları sınırlandırma anlaşmasının ardından benzer kategoride yeni bir anlaşma imzalamış oldu. Türkiye’yi Antalya körfezine hapseden 41 bin km2 genişliğindeki Sevilla haritası sınırlamaları ortadan kalktı. Akdeniz üzerindeki Türkiye’nin Münhasır Ekonomik Bölge alanının 186 bin km2 olduğu kamuoyuna coğrafi koordinatları verilmek suretiyle açıklandı.
Önümüzdeki yıllarda uluslararası siyasi konjonktüre göre Türkiye’nin Akdeniz’de sahildar devletlerle yeni Münhasır Ekonomik Bölge anlaşmaları imzalaması ihtimal dahilindedir. Siyasi ilişkilerin seyrine bağlı olarak Mısır ve İsrail ile benzer kategoride anlaşma yapılması mümkün gözükmektedir. Bununla birlikte yeni anlaşma yapılamaması Türkiye’nin Akdeniz üzerindeki mevcut Münhasır Ekonomik Bölge sınırlarından geriye gitme anlamına gelmemektedir. Peki Türkiye, Ege denizinde tek taraflı olarak Münhasır Ekonomik Bölge ilan edebilir mi?
1958 sayılı BM Deniz Hukuku Sözleşmesinin 75’nci maddesi devletlerin tek taraflı Münhasır Ekonomik Bölge ilan etmelerine imkân vermektedir. Ege denizinde Türkiye ve Yunanistan ana karaları esas alınmak suretiyle Türkiye’nin tek taraflı olarak Münhasır Ekonomik Bölge ilan etmesi teorik olarak mümkün gözükmektedir. Zira bu durum devletin egemenlik hakkının bir doğal sonucudur. İkinci olarak Yunanistan hükümeti, adaların kıta sahanlığı olduğunu iddia etmiş olsa dahi, bunu pratikte uygulamamıştır. Nitekim 9 Haziran 2020’de Yunanistan ile İtalya arasında imzalanan Münhasır Ekonomik Bölge Sınırlandırma Anlaşmasında ana karalar esas alınmış, İyon denizinde Yunanistan hakimiyeti altında bulunan adaların Münhasır Ekonomik Bölge hakları ileri sürülmemiştir. Bu durum zımnî olarak Yunanistan’ın adaların kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge haklarının bulunmadığını kabul etmesi anlamına gelmektedir.
İyonya denizindeki Yunanistan adaları kuzeyden güneye doğru Korfu, Paksu, Lefke, Eteka, Kefalonya, Zante ve Çuha olarak sıralanmaktadır. Yunanistan ile İtalya arasında yapılan anlaşmada İyonya adalarının da Münhasır Ekononomik Bölge hakkına sahip olduğu ileri sürülmemiştir. Dolayısıyla Yunanistan’ın Ege denizinde Türkiye’ye karşı ileri sürdüğü adaların kıta sahanlığı /Münhasır Ekonomik Bölge hakkı bulunduğu iddiası çökmüştür. Yunanistan bu iddiaların temelsiz olduğunu bizzat kendisi yaptığı anlaşma ise tescil etmiştir.
Peki bu durumda Türkiye, Ege denizinde tek taraflı olarak Münhasır Ekonomik Bölge ilan edebilir mi?
Teorik olarak Türkiye’nin böyle bir hakkı bulunmaktadır. Deniz Hukuku Sözleşmesi hükümlerine dayanarak Türkiye’nin Ege denizinde tek taraflı Münhasır Ekonomik Bölge ilan etmesi mümkün gözükmektedir. Bu şekilde yapılacak bir deklarasyonun Batı dünyasında, NATO ve AB çevrelerinde büyük tepki toplayacağını tahmin etmek için de kahin olmaya gerek yoktur. Yunanistan’ın İtalya ile yapmış olduğu Münhasır Ekonomik Bölge sınırlandırma anlaşması, Türkiye’nin böyle bir seçeneği kullanmasının kapısını aralamıştır. Yunanistan’ın bugüne kadar savunduğu adaların ana kara dışında kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölgeleri bulunduğu iddiaları tamamen mesnetsiz kalmıştır. Bu koşullarda Türk hükümetinin konjonktüre bağlı olarak Ege denizinde Yunan adalarının varlığını dikkate almaksızın ana karanın esas alınması temelinde tek taraflı münhasır ekonomik bölge ilan etmesi güçlü bir alternatif olarak ortaya çıkmıştır.