KAFKASSAM – Kafkasya Stratejik Araştırmalar Merkezi

  1. Anasayfa
  2. »
  3. Gündem
  4. »
  5. TÜRK DÜNYASININ BİRLİĞİ VE TÜRK MEDENİYETİNİN YENİDEN DİRİLMESİNDE DİNİN İŞLEVİ Mevlüt UYANIK

TÜRK DÜNYASININ BİRLİĞİ VE TÜRK MEDENİYETİNİN YENİDEN DİRİLMESİNDE DİNİN İŞLEVİ Mevlüt UYANIK

Kafkassam Editör Kafkassam Editör - - 63 dk okuma süresi
314 0

Özet: Tarihte sürekli bir devlet geleneğine sahip olarak kadim milletlerinden birisi olan Türkler, Doğu ile Batı âlemini birbirine bağlayan ve yüzyıllarca medeniyet mihveri olan İpek Yolu üzerindeki toprakları fethetmişler, yurt haline getirmişlerdir. Bulundukları zaman ve mekânın şartlarına göre egemenliklerini pekiştirmişler, Türk-İslam Medeniyetini kurmuşlardır. Ümit Burnu’nun keşfiyle birlikte medeniyet mihveri değişmiş, Türklerin yurt ve devlet özdeşliğini gerçekleştirdikleri bölgeler jeopolitik önemini kaybetmiş; ama son yıllarda Batılı küresel güçler enerji arz ve üretim merkezlerine yönelik operasyonların sonucu yeni ve alternatif enerji koridoru olarak ipek yolu üzerindeki devletler yeniden stratejik önem kazanmaya başlamıştır.
Bu durumda Jeopolitik ve ekonomik açıdan yeniden önem kazanan İpek Yolu güzergâhının aynı din ve ırkın farklı boyları tarafından kurulmuş Türk Devletlerinin (Türkiye Cumhuriyeti, Azerbaycan, Türmenistan, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan) hâkimiyetleri altında olmasından hareketle yeni politikalar geliştirerek, dünya siyasasında oyun kurucu aktörler haline gelmek için çalışmalıyız. Vahdette Kesret (Birlik İçinde Çeşitlilik) ilkesi gereği, altı Türk devletinin dil, fikir ve işte birlik sağlayarak İpek Yolu bağlamında Türk Medeniyetinin Yeniden Dirilişini sağladığımız zaman Türk Dünyasının sosyo-ekonomik ve kültürel birlikteliğini de temin etmiş olacağız. Bunun için kültür ve medeniyetler arasındaki farklılıkları esas alan çatışmacı geleneğin Avrasya ve Ortadoğu’ya hâkim olmasına engel olmak ve yüzyıllardır uyguladığımız benzerlikleri esas alan uzlaşmacı-barışçı geleneğin birikimini sosyo-politik arenaya taşımak gerekir.
Bu bağlamda, Türkistan’dan başlayan göç yolları dikkate alınarak Türk kültür ve medeniyetinin Oğuz Kaan-Mete Han’dan itibaren izlediği jeopolitik ve stratejik uygulamalar günümüz şartlar içinde yeniden okunmalıdır. İpek Yolunun tekrar tarihsel işlevine kazandırılması için Coğrafya ile Dil, Düşünce irtibatının kurulmasının dini ve felsefi açıdan gerekliliği ile bunun pratiğe-işe yansıması araştırılmalıdır.
Anahtar Kelimeler: Türkistan, Atayurt, Türkiye, Anayurt, Küreselleşme, Din, Millet
Giriş:
Tarihte sürekli bir devlet geleneğine sahip olarak kadim milletlerinden birisi olan Türkler, Doğu ile Batı âlemini birbirine bağlayan ve yüzyıllarca medeniyet mihveri olan İpek Yolu üzerindeki toprakları fethetmişler, zaman ve mekânın şartlarına göre egemenliklerini pekiştirmişler, gittikleri her bölgeyi “vatan”laştırıp yurt haline getirmişlerdir. Bu nedenle dünya siyasî coğrafyasında birçok Türk(eli) vardır. Türklerin Batı’ya doğru göç yollarına (Karadeniz üzerinden Balkanlara; günümüz Afganistan-Pakistan hattı üzerinden Ortadoğu’ya ve ana ipek yolu üzerinden Türkistan-Horasan ve Türkiye hatlarına) dikkat edildiği zaman hepsi hem kadim zamanlarda; hem de günümüzde jeo-politik öneme sahip olduğu görülür. Nitekim bu husus 17 Kasım 2006 tarihinde Antalya ‘da toplanan Türk Dili Konuşan Devlet Başkanları 8. Doruk Toplantısında Kazakistan Cumhurbaşkanı Sayın Nursultan Nazarbayev tarafından gündeme getirilmiştir. Türk Medeniyetinin yeniden dirilişi için somut bir öneri olarak İpek yolunun yeniden canlandırılmasına hız kazandırılmasını istemiştir.
I. Tarihte Türkler: Türklerin Göç Yolları ve Coğrafya-Yurt İlişkisi
Türkistan terimi, VI yüzyılda çok geniş bir saha özellikle İç Asya için kullanırdı. Türklerin yaşadığı bölge; yani İç Asya, Doğu ve Batı kültürleri arasında bir köprü, geçiş bölgesi olması açısından dünyada önemli bir coğrafî konuma sahiptir. Kara Hâkimiyet Teorisine göre, buraları dünyanın kalbidir. Seyhan, Ceyhan (Sir ve Amu Derya) ırmakları ve Aral gölü civarında yerleşen Türkler, burada ve diğer bölgelerde çok sayıda devletler kurmuşlardır. Yaşadıkları yerlere Türk eli veya Türkistan denir. Özellikle Çin’den başlayarak Akdeniz ve Karadeniz kıyılarına kadar ulaşan İpek Yolu’nu hâkimiyetlerine alarak, Doğu ile Batı kültür ve medeniyetleri üzerinde etkili olmuştur. Öyle ki Türkistan terimi IX-X asırlarda İdil-Volga’dan Orta Avrupa’ya kadar uzanan Hazar ve Macar ülkeleri ve nihayet XII yüzyıldan itibaren Anadolu için kullanılmaya başlanmıştır. Tarihte, Balkanlar ve Kuzey Avrupa ovalarından Avrupa içlerine, hatta Manş denizi ve günümüzdeki İsveç’in güney kesimine kadar ilerlemiş olan Hun imparatorluğundan bu yana, Türkler; Avrupa’nın etnik, politik, sosyal ve askerî, sanat alanlarında etkili olmuşlardır.
Türkler, Sarı denizden Atlas okyanusuna binlerce kilometrelik bir yürüyüşe yani göçe başladılar. Hunlardan Oğuzlara bin yıldan fazla sürdü Türklerin göç hareketi. Bu süre bile bireysel ve toplumsal açıdan birlik ruhunu, dayanışma gücünü göstermesi için yeterlidir. Ele geçirdikleri yeri yurt belleyenlerde, geri dönenlerde oldu. Maalesef, inanç ve dillerini zamanla kaybederek tamamen farklı bir aidiyet duygusuna sahip olanlarda oldu. Hun, Saha (Yakut), Akhun, Avar, Bulgar, Uygur, Macar, Peçenek, Kıpçak boylarının göç hareketleri içinde en uzun ve sonuçları itibarıyla en önemlisi Oğuz boyununkidir. Bugün yeryüzünde yaşayan Türk(men)lerin çoğu Oğuz Kaan’ın altı oğlu ve her birinden olma dört torunu arasında sağ; Bozok ve sol; Üçoklar şeklinde tasnif sonucunda şekillenen 24 boy farklı adlarla ve ongunlarla anılır.çBunlara Kanlı, Kıpçak, Uygur, Kalaç, Karluk gibi boylarda ilave edilince Türklerin şeceresi tamamlanmış olur. Bu yapılanmanın Kun (Hun) imparatoru Mete (Modun) tarafından da uygulanması ve yirmi dört kumanda taksiminin yirmi dört Oğuz Beyi ve Boyuna tekabül etmesi, Oğuz Kaan’ın Mete Han olabileceğini de gösterir.
Kadim Türklerin fetihlerini destanî bir şekilde anlatan Oğuz Name’ye göre, ilk cihan hâkimiyeti Oğuz Kaan tarafından kurulmuştur. Çin, Hindistan, İran, Azerbaycan, Irak, Suriye, Mısır, Anadolu, Rus hatta Frenk-Batı ülkelerini fethettiğini anlatırken, Hun, Göktürk ve Selçuk devrelerini kapsamına almakta hatta destanın sonraki parçaları Osmanlılara kadar uzanmaktadır. Türklerin ilk atasının semavi (Hz. Nuh’un Yafes adlı oğlunu Türklerin ana yurdu olan Issık Göl civarına göndermesi ve ayrı ayrı nesillerin türemesini istemesi, ilk oğlunun adının Türk olması) bir kaynaktan geldiği iddiası, onun ortaya koyduğu milli nizam ve kurumların kabulünü ve yaygınlaştırılmasının manevi motivasyonu olmuştur.
Kaşgarlı Mahmud’un Kutadgu Biliğ adlı eserinde belirtildiği üzere, Oğuz Kaan sürekli olarak denizlere ve Batı’ya yönelmiştir. Çünkü Orta Asya’da bir devlet için gerekli olan coğrafî bütünlüğü sağlamak mümkün değildi. Deniz ya da büyük engebeler gibi doğal savunma unsurlarına dayanmayan devlet, birden fazla güç ve birden fazla cephede savaşmak zorunda kalıyordu. Bu nedenle göçlerin temelinde güvenle yaşanacak siyasî bir bütünlük arayışı yatmaktadır. Sürekli yer değiştirmelerine rağmen Atayurt’ta tutunmayı başaran Oğuzlar, 8.yüzyılda Batı’ya doğru büyük bir göç hareketi başlattılar. Üç yüzyıldan fazla süren göç hareketinde önce Seyhun Nehri, Maveraünnehir’e, oradan Horasan üzerinden İran, Anadolu, Suriye ve Irak’a ulaştılar.
Türkler göç yollarına göre üç kol şeklinde dağılmışlardır: Tatar, Başkurd, Avar, Kıpçak, Bulgarlardan oluşan bir kol; Karadeniz’in Kuzeyi ve Doğu Avrupa’ya yönelmişler; önemli kültürel ve siyasal dönüşümler sağlamışlardır. İkinci kol, Kazak, Kırgız, Özbek boyları Doğu Türkistan’da kalmışlardır. Üçüncü kol, Oğuzlar-Türkmenler ise, atasının “Ey Oğuz, sen Urum-Roma üzerine yürümek istiyorsun” buyruğu üzere, sürekli Batıya ilerlemiş, Karakoyunlu, Akkoyunlu, (Kınık boyu) Büyük Selçuklu; Türkiye Selçukluları, (Kayı boyu) Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti devletini kurmuşlardır. İran’daki Türk devletleri ve hanedanları (Safeviler, Avarlar, Kaçarlar), Azerbaycan Nallıkları, nihayet Azerbaycan ve Türkmenistan Cumhuriyetlerini kuranlarda bu koldur. Bu üç koldan ayrılarak tali kollar oluşturan boylar ise Hindistan, Mısır, Çin ve Moğolistan bölgelerinde bir süre de olsa hâkim olmuşlardır. Ziraî, askerî ve mülkî teşkilat zenginliğiyle mükemmel olan Horasan’daki Gazneliler devleti bünyesinde yer alan Oğuzlar, Selçuklu devletini kurmalarıyla birlikte, kısa sürede Bizans imparatorluğu sınırlarına kadar uzandılar ve Türk tarih, kültür, bilim hayatı üzerinde derin izler bıraktılar.
Selçuklu devletinden sonraki yurt-devlet özdeşleşmesinin dünya tarihindeki en iyi örneğini yaklaşık 24 milyon kilometre karelik bir alanda kurdukları Osmanlı devleti ile göstermişlerdir. Fakat önemli olan Selçuklu ve Osmanlı devletiyle birlikte hem Asya’nın; hem de İslam dünyasının hâkimi olmaya başlamalarıdır. Türk tarihindeki en sağlam coğrafî bütünlüğe Anadolu’da kurulan Türkiye Cumhuriyeti kavuşan Türkler, artık göçebeliği bırakmıştır. Bunda güvenli bir yer bulmanın yanı sıra Türklerin ele geçirdikleri toprakları ana yurtlarına eklemlenmiş bir yer olarak görmek yerine orayı yeni anayurt olarak değerlendirmelerinin de etkisi vardır. Böyle olunca tarihte birçok yeni Türk-eli ortaya çıkmıştır.
II. Medeniyetler Çatışması Teziyle Türk-İslam Dünyasını İstikrarsızlaştırılması
Osmanlı Devletinin 1. Dünya savaşı sonrasında İslam dünyasından siyasal olarak çekilmesiyle birlikte bölge İngiltere başta olmak üzere emperyalist ve sömürgeci güçlerin hâkimiyetine geçti. İslam dünyası Kuzey Afrika’dan Arap Ülkeleri, İran, Pakistan, Afganistan’a oradan İç Asya’daki Türk Devletleri, Kafkasya ve Türkiye’ye kadar alan “lanetli ve/ya kriz bölgesi” olarak belirlenmişti. O tarihten itibaren buralarda ya iç çatışmalar ya da dış müdahaleyle “sürekli bir istikrarsızlık hali” yaşanmaktadır. Ortadoğu, Yakın Doğu ve Uzakdoğu gibi nitelemeler yüzyıl önce sömürge güçleri tarafından yapılmış, stratejik ve jeo-felsefi tanımlamalar olup, bölgeler daima kavga ve kargaşaya müsait bir şekilde düzenlenmişti. Nitekim dikkat edildiği zaman ya enerji (su-petrol, gaz ve diğer değerli madenler) üretim merkezleri ya da enerji arz merkezleri olduğu gözlemlenmektedir.
1989-1990 yılında SSCB dağılınca iki kutuplu dünya yerini ABD öncülüğünde Yeni Dünya Düzenine bıraktı. Yeni uluslararası sistemde ideolojik temele dayalı Doğu-Batı bölümlenmesi yerini ekonomik temele dayalı Kuzey-Güney bölümlenmesine bıraktı. Yukarıdaki bölgelere başta ABD olmak üzere diğer batılı küresel güçler demokrasi ve insan hakları adı altında operasyonlar düzenlediler, Irak-İran savaşı ve Irak’ın Kuveyt’i işgali ile bölgede çatışmalar tetiklendi. Bunların meşruiyeti ise Samuel Huntington’un Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması ve Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu ve Son İnsan” tezleriyle sağlanmaya çalışıldı. ​
SSCB’nin dağılmasıyla 1989 yılı itibarıyla başlayan yeni yüzyıl siyasal ve kültürel düzenlemelere karşı önlem almak için Rusya içine çekildi. Ama kendini toparladıktan sonra SSCB siyasî ve kültürel alandaki etkinliğini hala devam eden politikalar üreterek varoluşunu korumaya çalıştı. Nitekim kapitalist ülkeler (ABD ve AB) sosyalist ülkeler (Rusya ve Çin) arasındaki mücadele enerji arz ve üretim merkezlerinde olanca gücüyle devam etmektedir. Türkiye bulunduğu stratejik konum, tarihsel ve kültürel birikimi ile bu çatışmanın tam merkezinde yer almaktadır. Çünkü hem Doğu-Batı, hem de Kuzey-Güney geçişlerinde köprü konumunda olan Türkiye’nin içinde bulunduğu alt sistem ve bölgeler (Balkanlar, Kafkasya, Orta Doğunun kesişim alanı olan bir Türkiye) eskisine göre daha oynak ve belirsiz ve o derece önemli bir hale geldi. Rusya ve Çin’in küresel aktör olarak yeniden sahneye çıkmasıyla birlikte medeniyetler arası savaş tezinin de geçerliliği kalmadı. Bölgelerdeki sürekli gerilim ve çatışmalara meşruiyet sağlayacak yeni tasarımlar (Şii/Selefi vekalet savaşları) devreye sokuldu.
Bu çerçevede düşündüğümüz zaman 11 Eylül 2001 tarihi bu açıdan yeni düzenlemeler ve uygulamalar başlangıç tarihini oluşturmaktadır. Diğer bir ifadeyle ABD ikiz kulelerine olan saldırı aslında bir yeni yüzyılın veya örtülü olarak 3. Dünya savaşının da başlangıcı diyebiliriz. ABD ön planda, arka planda “common wealht” ülkeleri ve özellikle İngiltere ve AB merkezli küresel güçler, enerji üretim ve arz merkezlerine, demokrasi insan hakları vb gerekçelerle müdahalelerde bulunmaya başladı. Irak’tan başlayarak (bir zamanlar “İpek Yolu”nun güney hattı olan) Afganistan ve Pakistan bölgesine kadar alanda “sürekli bir istikrarsızlık” durumu oluşturuldu. Bu tarihten itibaren bölgelere yönelik yeni operasyonlar düzenlendi. Burada da patrimonyal/ebevi sistemle yönetilen ülkelere demokrasi getirileceği söylendi ama bölgeler daha da istikrarsızlaştı ve iç çatışmalar iyice tetiklendi. El-Kaide, Taliban, Boko-Haram ve günümüzde iyice etkinliğini artıran İşid/Daeş adlı örgütlerle vekâlet savaşları başladı. 2010 Arap baharı adıyla başlatılan ve medeniyet içi çatışma yani Müslüman’ı Müslüman’a kırma politikasıyla vekâlet savaşları yaygınlaştırıldı.
1. Sömürgeciliğin Yeni Keşif Kolu: Küresel(leştir)me
Batı medeniyeti, demokratik değerleri, ekonomik refah ve küreselleştirme kavramlarını sömürgeciliğin yeni keşif kolları olarak kullandığı görülmektedir. Bu teknik ve olumlu terimler, operasyon yapılan bölge halkları için aniden mutsuzluğun nedeni, çatışmanın, ayrışmanın adı olarak da anılabilmektedir. Bu çerçevede küresel(tir)me artık Batılı anlamda bir aydınlanma ve sömürgeci bir ideolojidir. Küreselleşme analisti Joseph Sttiglitz’e göre, sorun, ekonomik küreselleşmenin siyasal küreselleşmeden hızlı olması, adil ve makul bir şekilde şekillendirecek siyasal yapılarının oluşmamasından kaynaklanıyor. Küreselleşmenin faydadan ziyade zarar getirmesi, özgün kültürleri yıpratması, sermaye devlerince çalışanların sömürülmesi gibi zararların başlıca nedeni ABD’nin adil ticaret anlaşmaları yerine kendi çıkarlarına uyanları imzalaması, IMF’nin dogmatik ve ters tepen yöntemlerinden kaynaklanmaktadır. Avrupa Birliği bu suretçe yeterli kadar etkili olamadığı gibi, ekonomi ve çevre sorunlarını nasıl çözeceğini tam olarak bilememektedir.
Küreselleşme, aydınlanma ve teknoloji ilişkilerde yeni bir bağımlılık biçimi oluşturmuştur. Böylece neyin doğru neyin yanlış olduğunu belirleyen nesnel mekanizmalar yok olmaya başlamıştır. Önceki aydınlanma da olduğu gibi doğaya hâkim olma girişimiyle birlikte akıl öznelleştirilmiş, tamamen yönlendirici ve araçsal bir konuma indirgenmiştir. Artık sunulanlar itaatkâr bir öznel akılla kabullenilmeye başlanmış, sorgulanma dönemi bitmiştir. Sunulan verileri belirleyen teknolojiyi kontrol eden; güç ise yeni ideolojinin içeriğidir. Artık küreselleşme, küreselleştirme olmuş, dünya çapında gittikçe girift hale gelen iletişim, politika ve kültürü etkilemeye başlamıştır. Bu küresel kitle kültürü temelde ABD merkezlidir.
Türkistan devletleri için bu politika, daha 1997 yılında dönemin Başkanı Clinton tarafından “21. yüzyılda ABD’nin stratejik hedefleri” olarak Avrasya bölgesinde bir stratejik bloğun kurulmasına engel olmak şeklinde” açıklanmıştır.” Ekonomi merkezli bile olsa, böyle bir entegrasyona Rusya’nın da hoş bakmayacağı açıktır. Orta Asya Devletler (Türkistan) Birliği projesinin mimarı Nazarbayev’in bu hususun farkında olması önemlidir: Madem, “küreselleşmeyi reddetmek, kaçınılmaz bir surette durgunluk ve gerginliğe götürüyor, tenkitsiz bir şekilde kabul etmek de, ülkeyi egemenlikten mahrum ediyor, onu yeni sömürgeciliğin hedefi haline getiriyor, kültürel ve milli özdeşliği harap ediyor; o halde, tam da bu yüzden maksimum güvenliği, dünya topluluğuyla maksimum entegreolduğumuz şartları oluşturmalıyız,” der. İşte bu tespitten hareketle Türk Dünyasının kültürel, ekonomik ve siyasî ortak tasarruflarını organize hale getirmek gerekir.
III. Türk Dünyası ve Türk Medeniyeti
Karahanlılar devletinden itibaren Türkler, dünya çapında medeniyetlerin kurucu unsurları olmuşlardır. Bu nedenle, günümüzde zihinlere işlenmeye çalışıldığı gibi, “Batı Medeniyeti” dünyanın tümünü kapsayan biricik medeniyet değildir. Bu iddia 1789 yılında Ümit Burnunu keşfeden Batılıların Hindistan bölgesini sömürge haline getirmesi, Fransa’nın 1789 yılında Mısır’ı işgaliyle Doğu’nun ve Orta Doğu’nun yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin sömürülmesiyle başlayan ve İpek Yolunun devre dışı bırakılmasını gösteren sürecin doğal sonucudur. Dolayısıyla dünya, Batı ile çok sayıda yaşayan başka medeniyetler arasında bölünmüştür.
Bizim bugün yeniden Türk Medeniyetinin Dirilişinden bahsetmemiz bile, Batı dışı tarih ve medeniyet anlayışlarının henüz bitmediğinin göstergesidir. Çünkü medeniyet, anlaşılabilir bir inceleme alanıdır ve belli sayıda değişik halkların farklı eylem alanları arasındaki ortak zemin ve belirli bir toplum ve duygusal ürünün bir temsilcisidir. Bu anlamda aynı medeniyet içinde zaman ve mekân farklılıklarına dair farklı üsluplar, yorumlar olması doğaldır, ama bunlar vahdet içinde kesret misali kendi aralarında belirli bir tutarlılığa da sahiptir. Medeniyet, bu bağlamda, tarihin girdiği dinamik biçimlerin aslında ete kemiğe bürünmesidir de denilebilir.
Bu tespitler, İpek Yolu Projesinin diriltmesinde gerek Batılı, gerekse Hind-Pakistan ve Orta Doğulu devletlerin İslam medeniyeti adı altında bölgede hükümranlık kurmalarındaki farklılıkları tespit açısından çok önemlidir. Karahanlılar devletinde olduğu gibi, medeniyetimiz bir toplumun kendiliğinden değişimi sonucunda kendiliğinden olarak doğabilir, özgün ve özgüllüğünü kurabilir. Ya da başka bir medeniyetin etkisinde uydu konumunda olacaktır. Rus medeniyetinin Doğu Roma İmparatorluğunun uydusu olarak kurulmasına dikkat edersek, uydu medeniyetlerin yıllar sonra bile hala var oluş sorununu aşamadığının göstergesidir. Dolayısıyla bir medeniyetin ortaya çıkışı, salt değişime bağlı değildir, daha eski bir nesilden bir ya da daha fazla medeniyet çözülmesi ve bunlara ait bazı unsurların yeni bir biçime dönüşmesine dikkat etmek gerekir. Akrabalık adını verdiğimiz sosyal ve kültürel süreç budur.
Günümüzde Batı medeniyeti yeniden diriliş (Rönesans) ilhamını eski Yunan düşüncesinden almıştır ama buna Roma’nın, tabiata, dünyaya, evrene hâkim olma duygusunu ilave etmiştir. İslam medeniyetinin ilham kaynağı vahiydir. Burada belli bir duygunun diğer duyguları körleştirmesine engel olmak için insanın doğuştan getirdiği bütün duygularını, insanı Tanrı önünde ulaşılabilecek en üstün seviyeye vardıracak şekilde birbiriyle bağdaştırarak geliştirmenin tarz ve usullerini yapısında taşıyan bir medeniyettir. Durum böyle olunca, insan fıtratı, vahiy, evren ve ülkü, din ve dünya, bu uyumu sağlamak için baştan beri birbirine uygun bir yapıda geliştirilmiştir. Başkalarını ezmek, sömürmek, büyük bir zülüm olarak görülmüştür. Nitekim Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’un “Destanlarla Uyanmak” şiirinde bu hususu şöyle belirtmektedir.
“Tanrı buyruğudur Oğuz Nesline-Hakkı yeryüzünde feza eylemek.”
Müslim, gayr-i Müslim tebaamızı-adaletle dizip hiza eylemek.
Hem de alıp yerden mazlum ahını, Zulmün ensesinde boza eylemek”
Yoktur töremizde, hem dinimizde-Canlı bir nesneye eza eylemek”
Eğer bizler, tarihsel sürecimizi, kültürümüzü, medeniyetimizi ve bunları oluşturan temel unsurları hatırlarsak, sosyal ve kültürel sürecimizi yeniden okuyabilirsek, Oğuz Kaan destanında belirtilen ve bizleri ayakta tutacak olan birlikteliğimizi, özgüvenimizi yeniden kurabiliriz. Bu husus çok önemli, zira medeniyetlerin çöküşünün temel nedeni, toplumun kendi kendini belirleme gücünü kaybetmesine yol açan bir uyum yoksunluğu olduğu hususunu gözden kaçırırız.
Bu nedenle acil olarak Türk topluluklarını, devletlerini bir üst kültür ve medeniyet çerçevesinde yeniden birleştirecek projeler üzerinde çalışılmalıdır. Bunun için kargaşa ve kaos dönemlerindeki sert ayrılıklar ve yıkıcı muhalefetler yerini uzun süreli barışa bırakmalıdır. Eskiden Oğuz Kaan’ın çocukları, Atayurtlarında savaş halindeydiler, galip gelen yurtlarında oturur, mağlup olanlar ise Maveraünnehr taraflarına giderlerdi. Artık gidecek başka bir yerimiz olmadığına ve İpek yolu üzerinde kurulu altı kardeş Türk devleti olduğuna göre, hepsinin kendi bölgesinde huzur ve refah içinde yaşamasını sağlayacak kültürel ve ekonomik birliktelikleri hayata geçirme zamanıdır. Bu bağlamda jeo-politik ve ekonomik açıdan yeniden önem kazanan İpek Yolu güzergâhının aynı din ve ırkın farklı boyları tarafından kurulmuş Türk Devletlerinin hâkimiyetleri altında olmasından hareketle yeni politikalar geliştirmek ve dünya siyasasında aktörler haline gelmek için neler yapılabileceği üzerinde durmak gerekir. Vahdette Kesret (Birlik İçinde Çeşitlilik) ilkesi gereği, altı Türk devletinin dil, fikir ve işte birlik sağlayarak İpek Yolu bağlamında Türk dünyasının birliği ve Türk Medeniyetinin Yeniden Dirilişini gerçekleştirmekten kasıt da budur.
Bunu yapabiliriz çünkü devletlerin sahasının kültürleriyle geliştiği gerçeği ışığında aynı dili (farklı lehçe ve şiveleriyle de olsa) konuşmak, aynı din ve önemli oranda aynı yorumuna bağlı olmak, beşeri ve siyasî coğrafya açısından çok önemli ve pozitif niteliklerdir. Azerbaycan Şiî/Caferi fıkhına göre amel ederken, diğerlerinin tamamı Hanefî fıkhı ve Maturidî Akâidine göre İslamiyet’i yaşarlar. Din ve dinî kültür önemli, zira yeryüzündeki devletler, çeşitli kültür bölgelerinde gruplar halinde toplanırlar. Her biri değişik bir durum arz etse de, bir kültür bölgesi içinde yer alan muhtelif devletler, müşterek kültürel arzulara sahiptir. Bu metnin amacı da bu çerçevede, öncelikle Türklerin “göç” ettikleri her toprak parçasını nasıl bir “inanç” ve ”ruh”la “yurt”laştırıp, “Türk-eli haline getirdiği, bunun nasıl bir “aidiyet” duygusu ve ruh/zihniyet oluşturduğunu incelemektir.
IIII. Türk Dünyasının Birlikteliğini Sağlamada Dini Değerlerin Yeri
Türkistan/Atayurt ve Türkiye/Anayurt jeo-politiğini temin etmede en etkin hususlardan biri de dindir. İç Asya’dan başlayan göç tarihini bir nevi toplumsallaşma süreci olarak tahlil ettiğimiz zaman; Ebû Zeyd Veliyüddîn Abdurrahmân İbn Haldun, ‘d.1332)’dan hareketle, “dayanışma duygusu”, “sosyal bağlılık” ve “sosyo-politik kimlik” olarak tanımladığımız asabiyet ve aidiyetimizi belirlemede en önemli unsurun sebep/din ve nesep/ırk olduğunu gözlemleriz. Bu husus önemli, zira toplumu ve devleti ayakta tutan temel motivasyon olan asabiyet kavramının incelenmesi, hem insanın göçerlik ve yerleşiklik/medenilik doğasını, bunlar arasındaki geçiş sürecini, olası kırılma ve yabancılaşma noktalarını; hem de egemenlik ve siyaset ilişkisini gündeme getirir. Türkiye Cumhuriyeti ve diğer kardeş devletleri (Kırgızistan, Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan ve Azerbaycan) aidiyet ve asabiyetinin nesep/ırk boyutu hakkında bilgiler verdik, şimdi de sebep/din boyutunu inceleyelim.
Selçuklu ve Osmanlı devletleriyle birlikte hem Asya’nın; hem de İslam dünyasının hâkimi olan Oğuzlar ile birlikte Müslüman ile Türk kavramının özdeş hale gelmesinin temelinde, Nizam-ı âlem davası, din, devlet, mülk (vatan) ve millet gibi dört mukaddes unsur yatmaktadır. Medeniyetin ilhamını vahiyden aldığı için milli, dini ve insan î duyguların ahenkli bir terkibini kuran Türkler, bir dünya nizamı davasına bağlanırken, bu ilkeler çerçevesinde Allah’ın cihan hâkimiyetini kendilerine emanet ettiklerini inanıyorlardı. Bu bağlamda, emanete saygı göstermek, bir hanedan, bir sınıf veya bir milletin değil, hüküm sürdükleri bütün kavim ve dinlerin hamisi olduklarını düşünüyorlardı. Bu nedenle Türk imparatorluklarında milliyet, din, sınıf tezat ve mücadelelerine rastlanmamış; adalet ve ahenk hüküm sürmüştür. Türk Cihan hâkimiyeti ve nizamının milletler arası bir mahiyet alması, İslami ve insanı esaslar dâhilinde tekâmülüyle mümkün olmuştur.
Türkleri diğer milletlerden farklı kılan, göç ettikleri mekânları yurtlaştıran zihniyetin temel unsuru budur. Orta Asya’dan getirdiği nesep/Türk özelliklerine, insanı Tanrı’nın bir emaneti olarak görüp, bir kişiye yapılan haksızlığın bütün insanlığa yapılmış olacağının idrakinde olan sebep/Din asabiyeti ile birleşince ortaya bu ruh/zihniyet çıkmıştır. İnsanın var oluş amaçlarına ters faaliyetlerde bulunulması durumunda zulüm ortaya çıkar ilkesini şiar edinmenin doğal sonucudur bu. Artık insan korunması gereken en değerli varlık, toplumlar ise Allah’ın iyilik ve güzellikte yarışması için farklı dillerde yarattığı “İbrahimi Milletler” olarak görülmektedir. Bu bakış açısıyla; Türkler; Hz. Âdem’den Peygamberimize kadar her kavme aynı temel inançlar (Tevhid, Nübüvvet ve Mead) gönderildiğini, uygulamalarındaki farklılıkları farkına varıp, aykırılığa dönüştürmeden farklı, dil, din ve ırkları bir arada yıllarca barış ve huzur içinde tutmuştur. Kanaatimce, uzun yıllar Türk ve Müslüman özleştirilmesinin nedeni de budur.
IIII.1. Türk-İslam Dünyasının Birlikteliğinin Anahtar Kavramları: Din ve Mille(t)
ed-Din, sözlükte, hüküm,örf ile adet, ceza ve mükâfat, hesap, ittiba, saltanat, hakimiyet, mülkiyet, galibiyet, millet, şeriat, anlamlarına gelmektedir. Istılah da Din, Allah tarafından insanların dünya ve ahiret saadetlerini temin edecek ilahi ilkeler bütünüdür. Akıl sahiplerine hitap eden bu ilkeler Peygamber tarafından getirilir, açıklanır, Müslümanlar ise teslim olur, bunları pratiğe geçirir. Bu manadaki anlamı İslâm’dır. Bu, iman, İslâm ve ihsan (sözde ve amelde doğruluk) şeklinde ifade edilir.
Din bir olup, Hz. Musa’nın, Hz. İsa’nın ve Hz. Muhammed (as) şeraitlerini/yöntemlerini içine alacak şekilde kullanılmaktadır. Aralarında içlem kaplam münasebeti vardır. Din, daha genel, kişinin Allah’a teslimiyetini, Şeriat ise bunun pratiğe yansıtan yol ve yöntemlere işaret eder. Dolayısıyla Din, asıl; Şeriat ise tarihin belirli an ve mekânında ona götüren bir yoldur. Ve “Din” birdir, tebdil, tahvil ve tağyir edilmemiştir, bu anlamda akıl doğrusudur, yani çelişiğini düşünmek mümkün değildir. Şeriat(lar) ise muhteliftir, tebdil ve tağyir edilmiştir.
Bu aşamada olgusal doğrudur, çelişiğini düşünmek mümkündür. Nitekim Hz. İsa’nın mesajını birbirlerinden farklı yorumlayan mezhepler (Ortodoks, Katolik, Protestan) yorumlar neredeyse din gibi algılanmaktadır. Avrupa tarihinde din savaşları denilince bu bakış açılarının çatışması akla gelmektedir. Aslında bunlarda iktidar savaşları olup, dini tasavvurların araç olarak kullanılması da denilebilir. O halde Bir Akıl Dini vardır; bir de Olgusal/pozitif Din vardır. Akıl dininde Tanrı’nın varlığı bir akıl doğrusudur, dolayısıyla çelişiğini veya yokluğunu düşünmek imkânsızdır. Burada Dinin akıl ile aydınlatılması vardır. Olgusal/pozitif Din ise realite de olan tarihsel dindir. Akıl ile temellendirilmez, dolayısıyla da çelişiğini veya farklı din tasarımlarını düşünmek mümkündür. Nitekim Hıristiyanlık içindeki Ortodoksluk, Katoliklik veya Protestanlık bir realitedir, bunları yok saymanın bir anlamı yoktur, çünkü tarihe dayanırlar, olgu doğrusuna dayandığı için bir değeri de vardır. Akıl dinine sonradan eklemlendiği için birbirleri ile çelişik doğruları savunmaları Akıl dinine bir zarar veremez. Bu “Hakikat”in farklı ifade tarzlarının olduğunun da kabulü gerekmektedir. Çünkü varolan Hakikat’in birden fazla anlamı/anlatımı, bilme yönü ve uygulanması tarzı olabilir.
Maalesef İslam dünyası da farklı din anlama ve uygulama biçimlerini (şeriat) biricik ve temel olarak görmekte, bir nevi ed-Din ile özdeştirmekte olan yapılar da mevcuttur. Özellikle Şii/Selefi çatışmalarına bakıldığı zaman her biri diğerini tekfir etmektedir. Küresel yapılar din ve şeriat arasındaki ayırımın yok sayan ve kendi Harici zihniyetini (İşid/Daeş, Taliban, el-Kaide) diğerlerine zorla dayatan örgütlerin eylemlerinden İslamfobianın yaygınlaştırılması için kullanmaktadır. Harici ve Batınî (Feto) yapılanmaların tamamı dini kavramları merkeze aldıkları için mücadelesi daha da zor olmaktadır.
Bu bağlamda “Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması,” tezinin mimarı Huntington’a göre bile “İslam, (Batı) Hıristiyanlığı, Musevilik, Budizm ve Hinduizm de köktendinci ya da radikal diye isimlendirilen hareketler eş zamanlı olarak ortaya çıkmasına rağmen sadece Müslümanlar, terör, entegrizm, radikalizm ile özdeşleştirilmektedir. İslamfobia (İslam korkusu) sosyo-politik gerekçelerle gerekli bir öteki olarak yaygınlaştırılmakta, enerji arz ve üretim merkezlerinin istikrarsızlaştırılma çatışmalarını örtme aygıtı olarak kullanılmaktadır. Bu nedenle Türk Dünyasının Arap ve Fars iktidar eğemenliğinin dışında kendi geliştirdiği din tasavvurunu günümüz açısından yeniden üretmesi gerekir. Diğer bir ifadeyle yeni bir din dili geliştirilmelidir.
IIII.2. el-Mille(t) terimi
Günümüzde nation karşılığı olarak “bir sosyal topluluğun etrafında toplandığı ve üzerinde yürüdüğü sosyal ruhunun tabii olduğu ve sosyal bedenin bağlı bulunduğu hâkim ilkeler” anlamında kullanılması son yüzyıla aittir. Lügatteki anlamı “girilen yoldur”
İslam filozofu Farabi’nin ifadesiyle el-mille(t), bir toplumda, devlet başkanının (er-Reisu’l-evvel) yine o toplumun belirli gayeleri gerçekleştirmek için belirli şartlar çerçevesinde tasarladığı görüşler ve yaptığı icraatları içerir. Millet terimi, bazen aşiret, bazen bir şehir, bazen bir bölgeye, bazen büyük bir ümmet ya da ümmetlere tekabül eder.
Bu bağlamda, “Ey bütün iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse duysun: Allah, onun yerine öyle bir millet getirecek ki, Allah onları sever, onlar Allah’ı severler” ayeti çerçevesinde millet târifini Elmalılı Hamdi Yazır şöyle verir: Burada “millet” terimini anlamada önemli olan, belirli bir zamana sıkıştırıp, tek bir milletten ibaret anlamamaktır. Aksi takdirde, bunu cemaat ve grup bazından çıkarıp tarihe bakmazsak, birçok ırkın (Arap-Türk-Farisi) dine hizmetlerini yeterince değerlendiremeyiz. O halde millet terimiyle mühim olan etrafında toplanılan ilkelere işaret edilmesidir. Burada dikkat edilmesi gereken husus şudur: Ed-Din, Allah’a aittir, el-mille (t) Rasulullah’a, mezhep ise müçtehide aittir. Yani ilkelerin hayata geçirilmesi için ortaya konan yollar (mezhepler) ise müçtehitlerce ana hatlarıyla belirlenmiştir.
Türklerin Din ve millet tasavvurunu Arap-Fars iktidar savaşlarının ve bunlara meşruiyet sağlayan din tasavvurlarının dışında gelişen Hanefî fıkhı ve Maturidî Akâidi çerçevesinde oluşturmuştur. Bunlara günümüz terminolojisiyle “Resmi İslam” dersek, belagat/hitabet ve şiîr yöntemiyle yaygın hale gelmesi ve sıradan insanın hayatına nüfuz etmesi yani “Halk İslam’ı” ise Ahmet Yesevî ve Yusuf Has Hacip gibi âlimlerimizin yol ve yöntemleriyle oluşmuştur.
Hanefî zihniyeti felsefedeki burhan yöntemiyle temel gidilecek yol (mezhep) belirlemiş, Maturidî cedel/diyalektik yöntemle diğer dini tasavvurlara karşı temel ilkelerin tutarlılığını ortaya koymuştur. Yesevî ve Yusuf Has Hacip ise belagat/hitabet ve Şiîr yöntemiyle bu iki âlim ile talebelerinin oluşturduğu öğretiyi geniş halk kitlelerine yaymışlardır. İşte bu sacayağı dışında kalan veya bir şekilde bunların ortaya koyduğu öğretilerden sapan, dini bir meta haline getiren bütün oluşumlar uydurulmuş/yapay din tasavvurlarıdır.
IIII.3. Aidiyet Duygusunun Temeli Olarak Din
​İnsanlar bulundukları ortamlarda kişilik ve kimliklerini korumak için, bireysel ve toplumsal tutum ve davranışlarını oluşturmada dinin algılanış ve uygulanış biçimini içselleştirmeleri gerekiyor. Bunun nasıl yapılacağını bizlere Cibril hadisi açıklamaktadır. Burada dinin imanın temel ilkelerini, müminlerin uygulaması gereken pratiklerin (İslam) neler olduğunu, bunları yerine getiren kişinin ulaşacağı mertebeyi (İhsan) “bir sosyal ve davranış modeli” olarak ortaya koyması açısından önemlidir. Burada inanç ve ibadet boyutunun bireysel ve toplumsal etkilerini bizatihi gören insanda oluşan ruh ve aidiyet duygusu, her türlü asimilasyon ve değiştirme politikalarına direnme gücünü vermesi açısından ayrıca önem taşır. Çünkü dini tecrübenin teorik boyutunu “inanç”ın; bireysel ve toplumsal boyutunu ibadetlerin sağladığının bilincinde olmayı sağlar. Bu bilinçlilik haliyle, bireysel ve bedensel ibadetler olarak gözüken namaz ve oruç, mali niteliği olan zekât, hem bireysel hem de mali olan hac, bireyin toplumsallaşma sürecinin en önemli unsurları haline gelmektedir. Bu son husus, sosyal psikoloji açısından çok önemlidir. F. Bacon’un ifadesiyle artık “Din, insan toplumunun en güçlü bağdır.”
IIII.3.1. Hayatımızda İletişim ve Diyalog Aracı Olarak Din:
Allah isteseydi bütün insanları aynı dili konuşan, aynı renk ve ırka sahip olarak yaratabilirdi. Farklı dil, din ve ırklarda yaratılmamızın nedeni, iyilik ve güzellikte yarışmak, kötülük yapmaktan kaçınmaktır. Diğer insan ve toplumlarla iyi iletişim kurmak, ilişkilerimizi geliştirmek için onların değerlerini, dini anlayışlarını da bilmek, farklılıkların nedenlerini öğrenmek gerekir. Dünyanın neresine gidilirse gidilsin, insanlar doğalarının gereği olarak bir şeye inanıyorlar ve hayatlarını bir takım manevi değerlerle anlamlandırmaya çalışıyorlar. Çünkü insan, öncelikle kendisi, sonra evrenin varoluşuna dair sorular soruyor, niçin geldiğini, amacının ne olduğunu araştırıyor. Manevi alan (fizik ötesi) ile ilgili bu sorulara da dini verileri kullanmaktan doyurucu ve sıhhatli cevaplar bulması çok zordur.
Akıllı olmanın gereği olan düşünmeyi bir araştırma ve eğitime dönüştürdüğü zaman manevi değerlerin doyuruculuğunu hisseder. Yani insan, inandığı ve benimsediği hususların nelerden ve nasıl oluştuğunu araştırdığı zaman iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı ayırt eder, iyi ve doğru olanı yapmaya çalışır. Ulaştığı doğruyu insanlara incitmeden söylemeye dikkat eder, çünkü dünyada farklı inanma biçimlerinin olduğunu, onlara saygı duymak gerektiğini bilir.
IIII.3.2. Hayatımızda Farklılıklara Saygının Göstergesi Olarak Din:
Din, insanın hayatını anlamlandırmada ona sürekli güç veren manevi bir servet, onu zorluklardan koruyan bir çatı gibidir. Düşünceye saygının öncelikle kişinin kendi inancına ve vicdani kanatlarına saygı duymak olduğunun bilincindedir. Çünkü ulaşılan sonuçların, görüş ve düşüncelerin doğru yollardan biri olduğunu, bunu tek doğru şeklinde diğer insanlara dayatmanın ahlaki bir zafiyet göstergesi olarak sunulduğunun idrakindedir.
Bu nedenle her insanın biricik olduğunu, kendine özgü yetenekleri ve güzellikleri bulunduğunu bilip, kişinin şahsiyetine, kimliğine saygı duymak gerekir. Bunun içinde insan bağımsızlığını engelleyen, gelişimini kısıtlayan, kişiliğini zedeleyen her davranıştan kaçınmak gerekir, çünkü insan küçük evrendir (micro kosmos) ve ona yönelik her kötülük aslında bütün insanlığa yönelmiş gibi düşünülmelidir. Özelikle günümüzde Selefi ve Şii örgütlerin yaptığı gibi bunu bir din adına yapmaktan kaçınılmalıdır.
IIII.3.3. Kendimizle, çevremizle barışık olmanın aracı olarak Din
Kişinin kendisiyle, ailesiyle, çevresiyle barışık olmasının yolu, dini değerlere dikkat ederek yaşamaya çalışmaktan geçer. Bu noktada “Allah adına hareket etmek ve iş yapmak” ile “Allah rızası için iş yapmak” arasındaki farka dikkat etmekle mümkün olur. Allah adına hareket etme hak ve yetkisine sahip olmayı düşünmek, büyük bir yanılgıdır, dünyada din ve medeniyetler arasındaki kavga ve çatışmayı besler. Burada kişinin kendi nefsini kutsallaştırması söz konusudur.
Bu nedenle, yaratıcılığı, beraberliği, kişinin kendisiyle ve çevresiyle barışık olmasını temin eden Allah rızası için iş yapmayı öncelemeliyiz. Allah rızası için iş yapma, iyi ve ahlaklı olanı teorik olarak bilmenin ötesine geçip, uygulamayı getirir, bir insanı kötülükten kurtarmanın sanki bütün insanlığı kurtarmak gibi olduğunu hatırlatır. Dinin temel değerleri olan doğruluğu, dürüstlüğü, yardımseverliği, cana ve mala saygıyı kişi, Allah rızası için gösterir. Bu, şu ayette çok güzel bir şekilde açıklanmaktadır: “İyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitap ve Peygamberlere iman edenlerin iyiliğidir. O, sevdiği malı yakınlarına, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve boyunduruk altında bulundurulanlara verdi.
Kısacası din, sosyal hayatta kişinin, kendisiyle, ailesiyle, toplumuyla, devletiyle barışık içinde olmasını temin eden ilkeleri sağlar. Kişinin barışcıl yapıya sahip olmasını sağlamak; evrensel barış kültürünün ve hoşgörü ortamının oluşturulmasına katkıda bulunmak demektir. Bu anlamda, din, insanın hayatını anlamlandırmada ona sürekli güç veren manevi bir servet, onu zorluklardan koruyan bir çatı gibidir.
Bu çatı altında “Mümin”, “Müslim” ve “Muhsin” niteliklerini taşıyan kişi için yeryüzü; bir deneme ve imtihan yeri, iyilik ve güzellikte yarışma mekânı olarak yeniden anlamlanır. Göç ettiği mekânda karşılaştığı yeni insanların farklı dillerde, ırklarda, renklerde yaratılmasının sebebi üzerinde durur, hepsini Allah’ın bir emaneti olarak görür. Bir kişiye yapılacak haksızlığın bütün insanlığa karşı yapılmış olduğunun bilincinde olarak davranır. “Deneme ve imtihan”ın bilincinde olan mümin kişi, diğer insanları değiştirmek ve asimile etmek yerine tanışmak, bilişmek ve dünyayı yaşanabilir kılmak için çalışacaktır.
IIII.4. Atayurt ve Anayurt İrtibatını Yeni Bir Din Dili ile Okumak
​Bu yeni din dilinde, Anadolu’da/Türkiye’de işe başlama ve yol alma, Hanefî fıkhı, Maturidî Akâidi, Yesevî tasavvufi zihniyeti ve Yusuf Has Hacip gibi alimlerimizin yol ve yöntemini, bunun temel kodlarını anlayıp güncellenmesiyle mümkün olabilir. Bu açıdan öncelikle mevcut politik söylemlere meşruiyet sağlayan ve mutlak hakikat tezleri gibi sunulan, 73 fırka sözünnden hareketle oluşturulan zihniyetten, yani ‘yalnızca benim mezhebim/tarikatım kurtuluşa erdirendir, diğerleri sapkındır’ diyen cedelî/diyalektik yöntemden kaçınmak gerekir. Çünkü bu yöntem aslında temelde tahrip ve tahrif edilen önceki İbrahimî öğretileri/şeriatleri analiz etmek ve son Muhammedî geleneğin iç tutarlılığını savunmak, ispat etmek ve tutarlı bir şekilde açıklamak amaçlıdır. Hâlbuki durum böyle olmadı, ulaştıkları sonuçları mutlak doğru gibi sunup, bunlara yöneltilen eleştirileri kabul etmediler. Delilin butlanından medlulunda butlanı gereceği önermesinden hareketle, diğer hakikat tasarımlarını ötekileştirdiler, kelâmî dil ile tekfir ettiler. Hâlbuki hakikatin sunumundaki beş sanatın dördü (burhan, cedel, hitabet, şiir) insanların anlayış kapasitelerine göre (kellimu’n-nase ala kadari’l-ukulihim) farklı boyutlarda işlevsel olabilirdi, mugalata/safsatadan kaçınmanın yolu için bu gerekliydi.
Müslüman filozofların burhan yöntemini öncelemeleri işte bu sakıncalardan kaçınmak içindir. Çünkü burhan ile bilinmesi istenilen hakkında kesin bilgiyi arar. Cedelî sözler ise ya soru karşısında cevap verenin meşhur sözler ile korunmak ve zafer temin etmek istediğini görünce kendisinin de ona karşı üstünlük sağlaması ve zafer kazanması için bütün insanların kabul ettikleri meşhur sözleri kullanmasıdır. Ya da insanın kendisinde veya başkasında düzeltmek istediği fikir hakkında kuvvetli zan hasıl etmek için kullandığı sözlerdir. Önemli olan bu dört hakikat sunumu yöntemin farklarını bilmek, safsatadan kaçınarak hakikate dair bilgileri kime nasıl ve hangi derecede anlatabileceğinin idrakinde olmaktır.
Burhan yöntemi gereği yani “hakikatin nesep ve sebep bağı bağlamında Arap-Fars iktidar savaşları ve bunlara meşruiyet arama yorumları dışında oluşan fıkıh/Hanefî, itikad/Maturidî merkezli bireysel ahlak ve zühdü önceleyen, sivil bir dinî tavır nasıl olabileceği” bağlamında Yesevî ve Yusuf Has Hacib’i yeniden okuyabiliriz. “Niçin bu âlimlerin merkeze alımalı” sorulursa, cevabı şudur: Din, insan hayatında karşılaşılan ve tecrübe edilen oldukça geniş bir dünyayı kendisiyle anlamlandırdığımız inanç ve davranış sistemleridir. Din dili de, bu din açısından anlamlı görülen olgu ve olayların açıklanmasında, yorumlanmasında kullanılan başlıca araçtır. Ve bu alimler Türkistan coğrafyasının kültüründe yeşermiş ve tarihteki Türk devletlerinin kültürel dokusunu oluşturmuşlardır.
IIII.4.1. Üç Tarz-ı Tefekkür: Arap, Fars ve Türk Müslümanlığı
Dinî ifade ve önermelerin sürekli gelişen, yeni boyutlar kazanan tecrübelerimiz açısından yeniden yorumlanması kaçınılmazdır. Biz de günümüz insanına dinin felsef sunumunu yapmanın imkânını, Türkistan-Türkiye hattında yaşanılan dinin bilgisi ve bunun sunumunu gösteren dilin tecrübesinden hareketle yapmayı deniyoruz. Aslında bu yeni bir yerelleşme, mahallileşme değildir, Arap, Fars iktidar çatışmaları dışında Atayurtta (Türkistan) gelişmiş Türk Müslüman tasavvurunun tikel (yerli/milli) değerlerinin Anayurtta (Türkiye) yaşanan yeni soru ve sorunlar karşısında yeniden okunma çabasıdır. Tam bu noktada ortaya koyduğumuz düşünce yapısının 28 Şubat 1997 itibarıyla yaşanılan “Gerçek İslam”, “Türk İslamı”, “Halk İslamı”, “İslam‟ın Türk-Anadolu Yorumu” gibi fikirlerin jakoben/totaliter bir yapı sunmadığını özellikle belirtmek gerekmektedir.
Yukarıda vurguladığımız üzere tikel (yerli/milli) değerleri evrenselleştirerek (tümelleştirerek) geniş bir alanda uygulamaya koyan Hanefî fıkhı ve Maturidî Akâidine dayalı (bir nevi resmi) İslam tasavvurunu Ahmet Yesevî’nin bir nevi “Türk Halk Müslümanlığı” diyebileceğimiz tasavvuruyla yatay ve dikey müslümanlaşma arasındaki farka dikkat etmektir. Amaç, Arap, Fars ve Türk Müslümanlık tasavvurları arasındaki farktan hareketle Türkistan ile İslamiyet’in terkibini oluşturan, farklı kutupları etrafında toplayabilecek vasıfta bir sufî olan Yesevî’nin öğretisini merkeze almaktır. Atayurt (Türkistan/İç Asya) ile Anayurt (Türkiye/Ön Asya) arasındaki kültürel sürekliliği “yaşadığı dönemden günümüze kadar Türklerin mürşidi” denilen Yesevî’nin öğretisi Hanefî-Maturidî sistemi halka ulaşması ve yaygınlaşmasında bize hareket noktası olabilir.
IIII.4.1.1. Müslümanlığın Yatay ve Dikey Farklılaşması Bağlamında Türk Müslümanlığı Tasavvuru
Bu noktada yatay ve dikey farklılaşmayı biraz daha açmak gerekir: Bundan kasıt, inanç sistemleri farklı kültür coğrafyalarında yayıldıkça aradan geçen zamana ve değişen kültür ortamına paralel olarak bir yandan insanları değişim içine sokarken, aynı zamanda bu insanların birtakım niteliklerine uygun bir yapıya da bürünmüşlerdir. Ahmet Yaşar Ocak buna Müslümanlığın yatay farklılaşması demektedir. Bir de Müslümanlığın aynı toplum içinde çeşitli sosyal kesimlere göre farklılaşması vardır ki, bunu da Müslümanlığın dikey farklılaşması diye isimlendirir.
Bize göre, Arap Müslümanlığı, Fars Müslümanlığı ve Türk Müslümanlığı farklılığı bundan dolayı doğaldır. Günümüz Ortadoğu’sunda çıkan erk kavgaları, sosyo-politik çatışmalara meşruiyet sağlanması Şii-Selefi öğretilerin çatışması şeklinde okunma ihtimali de bu farklılıkları göstermektedir. “Türk Müslümanlığı”ndan kasıt da İslam’ın Türkler arasında yeni kabul edildiği günden itibaren daha çok halk tabakaları tarafından eski inanç ve gelenekler doğrultusunda bir çeşit kavmi nitelik taşıyan, kitabı vasıflarından çok, halkın geleneksel değer yargılarına uygun bir biçim alış şeklidir. Bu anlamda bir Kuzey Afrika, bir Orta Doğu, bir Uzak doğu ve hatta Avrupa ve Amerika’da oluşan Batı Müslümanlığı şeklindeki sosyolojik olgudan bahsedilebilir. Türklerin Müslümanlığı kabul etmesinden itibaren, Atayurt’tan Balkanlara kadar uzanan bir coğrafyada tarihsel süreç içinde İslam’ın yaşanma biçimi, aldığı görünümler ve yarattığı zihniyete ‘’Türk Müslümanlığı” denmektedir. Araplar içinde de Kuzey Afrika Müslümanlığı farklı kültürel biçimlere sahiptir. Aynı şekilde Avrupa ve Amerika’da bir Batı Müslümanlığı şeklinde bir sosyolojik ve antropolojik durum vardır. Bunlardan herhangi birini tek başına bir Müslümanlık Modeli olarak görmek tutarlı değildir. Tersine hepsi bir “Dünya Müslümanlığı” oluşturur.
Fuat Köprülü bu bağlamda, Arap ve Fars Müslümanlığından farklı bir niteliklere sahip olan bir Türk Müslümanlığı olduğunu Ahmed Yesevî örneğinde incelemiştir.Tarihsel kaynaklar mukayeseli olarak incelendiğinde görülecektir ki “Yusuf Has Hacib ve Ahmet Yesevî alim, abîd ve ârif kişilerdir. Maturidî’nin Kitabu’t-Tevhid’inden hareketle Akâidi hususları siyasî bir bağlamda ele almış, kelâmı bir disiplin kurucu unsur olarak telakki etmişlerdir. Bununla birlikte tasavvufun toplumsal boyutunun farkında olan bir âbid ve ârif olarak sufidirler. Ayrıca kullandıkları dil, bölgenin ilahi risaletler bağlamında önceki geleneklerin temel kavramları etrafında olmuştur, böylece yeni öğretinin anlaşılması ve kabullenilmesi de kolay olmuştur.
Örneğin kam/Şaman’ın Eski Türk dini anlayışındaki işlevi ile ârif’in ihsan makamı; (filozofun faal akıl ile ulaşacağı mertebe) arasında benzerlikler vardır. Çünkü peygamber o dönemki Türk halkı tarafından Savcı ve Yalvaç şeklinde anlatılır. İslam öncesi devrinin destan kahramanlarının niteliklerini Peygamberde görmesi halkı onun sevmesini, benimsemesini hızlandırmıştır. Ağ Sakallu Dede Korkut, Er-Manas, Oğuz Kaan ve Sarı Saltuk Peygamberimizin niteliklerine sahip insanlar olarak biliniyordu. Peygamberlerin varisleri olan âlim ve ârifler, şaman/kam yerine almışlardır, artık kerametler dilden dile dolaşmaktadır. Yesevî, peygamberimiz hakkında tıpkı “Şinkar” diyerek Türk kültüründe izzet, otorite, her şeye malik olma sembolü olan Doğan kuşuna benzetir. Görüldüğü üzere, Türklerin kendi Alpleri/kahramanları, Alp-eren şekli ile kutsiyet kazanıyor ve İslam Türkün gazileri ile birleşiyordu. Nitekim bugün de ermek, ermiş ve eren kelimeleri hala bu dini manaları muhafaza eder.
Bu sebepledir ki Türkler, kendi yaşayış, düşünüş ve inanışlarına uygun gelmeyen Buda, Mani, Zerdüşt, Musevi ve Hıristiyan dinlerini benimseyememiş, İslamiyet’i 10. Asırdan sonra süratle milli bir din haline getirmişlerdir. Bu açıdan Yesevî Türk Metafiziği’ni tasavvuf adı altında somutlaştırmıştır. Filozof aslında ârif yani ihsan mertebesine erişmiş kişinin aklıdır. Farabi’nin Kitabu Tahsilu’s-Saade ve Fusul el-Medeni ile soyut ve havas metafiziğini halk metafiziğine dönüştüren Yesevî bunu bir hayat tarzı haline getirir. Dolayısıyla Türk Metafiziği, aslında Hanefî fıkhı, Maturidî Akâidini halkın anlayacağı bir tarzda sunarak fıkıh, kelâm ve bunun tasavvuf felsefesiyle halka ulaştırılmasının yeniden düşünülmesine çağrıdır. Bu Türk Düşüncesinin tarihe paralel olarak inceleme yahut tarihi düşünceye muvazi olarak ele alma geleneğinin bizdeki ilk örneğidir.
Bu, Türklerin Müslümanlaştıkça İslamiyet’in de Türkleştiği, yani bu milletin mizacına temel niteliklerine göre yeniden yorumlanmadığını gösterir. II meşrutiyet sonrasında bu görüşü savunan. Ziya Gökalp, Yahya Kemal, Fuad Köprülü ve Ahmet Hamdi Tanpınar gibi bir çok alim vardır. Bunun ideolojik ayağını Gökalp, sanat ve edebiyat boyutunu Y. Kemal ve Tanpınar derinleştirmişlerdir. Bu arayış ve temellendirme çabaları, milletlerin şuur altlarını teşkil eden, mazi ve halin arasından istikbali görmeye sağlayan tarih ilminin felsefesi yapılarak bu hususlar yeniden incelenme çabasıdır. Çünkü “Düşünce kendini kuşatan geçmişten ve şartlardan müstağni olamayacağına göre tefekkür tarihine mal olmuş bir meselenin geldiği ve gitti noktaları tespit ve teşhis edebilmek için her şeyden evvel başvurulması gereken disiplinler” târih ve felsefedir. Bunlardan hareketle aynı zamanda bir tarih felsefesi oluşturma çabasıdır. Çünkü o dönem de temel sorun, “Müslüman kalarak modernleşmek ve/ya modern dünyanın bir parçası haline gelirken Müslüman olarak kalabilmektir” Kaşgarlı Mahmud’un Türk ve Müslümanlığı ilk dönemlerde aynı görmesiyle, Şemseddin Günaltay’ın son dönemde, İslam’ın ve Müslümanların mukadderatını Türklerin mukadderatına bağlı görmesi aynı felsefenin ürünüdür.
Sonuç:
Birçok alanda yeni krizlerle karşı karşıya olan insanlığı huzura kavuşturabilecek yeni bir medeniyet tasavvuru üzerine düşünmek gerekiyor. Dini ve metafizik değerlerden arındırılmış seküler, maddeci-pozitivist bilgi, bilim tasavvuru ve bunlar üzerine kurulu Batı medeniyet anlayışının tahribatlarını gidermek için İslam âlimlerimizin fikirlerini yeniden okuyup yorumlayarak güncellememiz gerekmektedir. Bunun için de Atayurt/Türkistan ve Anayurt/Türkiye kültürel sürekliliğini sağlayan âlimlerimizi ve yöntemlerini ortaya koyduğu eserleri yeni okumalara tabii tutmak gerekir. Biz de, Türk Dünyasının Birlikteliğinin ve Türk Medeniyetinin Dirilişinin kültürel ve dini yapısının Hanefi-Maturidi-Yesevî öğretisinin güncellenmesi ve yorumlanmasıyla mümkün olabileceğini düşünüyoruz. Tarihsel birikimizden müstağni olmadan müstakil olmayı ve Arap-Fars iktidar kavgaları ve bunların teolojik temellendirmeleri dışında kalmayı başarabiliriz.
prof dr Mevlüt Uyanık

İlgili Yazılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir