KAFKASSAM – Kafkasya Stratejik Araştırmalar Merkezi

  1. Anasayfa
  2. »
  3. Gündem
  4. »
  5. Trump’ın hayali: Avrasya entegrasyonunu durdurmak ve “ABD dünya düzenini” kurtarmak

Trump’ın hayali: Avrasya entegrasyonunu durdurmak ve “ABD dünya düzenini” kurtarmak

Kafkassam Editör Kafkassam Editör - - 22 dk okuma süresi
316 0

Neo-con’ların ve neo-liberallerin başarısız olan dış politika stratejisi, Washington’un dünyadaki rolünün ve nüfuzunun çarpıcı bir şekilde azalmasına hizmet etti. Amerika Birleşik Devletleri’nin rızası aranmaksızın önemli ittifaklar kuruluyor ve 1990’ların başında – Bush’tan Kagan’a ve Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi’nin ilkeler beyanının bütün imzacılarına kadar – öngörülen dünya sistemi giderek çözülüyor. Donald Trump’ın zaferi, neredeyse kesin olarak, sonuç itibariyle Amerika Birleşik Devletleri’nin çok değer verilen liderliğini zayıflatan bir dış politika stratejileri dizisine inen en son ve tayin edici darbeyi temsil ediyor. Suriye’de Türkiye ve Rusya arasındaki bir anlaşma sayesinde varılan ateşkes, Amerika Birleşik Devletleri’ni açıkça dışladı.

Washington tarafından on yıllar boyunca sürdürülen askeri, medyatik, finansal ve kültürel saldırı, İran, Rusya ve Çin’in temsil ettiği eksen karşısında nihayet kendi Waterloo’sunu yaşamış gibi görünüyor. Yakın zamandaki medya başarıları (RT, Press TV ve pek çok alternatif medya kuruluşu), siyasi direniş (Esad halen Suriye devlet başkanı), diplomatik mücadeleler (Suriye’de Washington aracı olmadan yürütülen müzakereler) ve askeri planlama (Halep’in teröristlerden kurtarılması), İran, Rusya ve Çin’in çabalarının sonucudur. Onların tüm bu operasyon sahalarında elde ettiği başarılar, Birleşik Krallık ve ABD gibi ülkelerin içişleri üzerinde de doğrudan sonuçlar ve içerimler getiriyor.

Batı’nın siyasi temsilcilerinin çoğunluğunun, başarılı bir küreselleşme modeli oluşturma yönündeki dur durak bilmez çabaları, Amerika’nın müttefiklerinin egemenliklerini bütünüyle kaybetmesini beraberinde getiren asalak bir turbo kapitalizm sistemi yarattı. Brexit ve Trump, sıradan insanların, içinde yaşadıkları bu ekonomik ve siyasi rejimleri reddetmelerinin birer ifadesi oldu.

Suriye’de Washington ve onun kukla müttefikleri, Esad’ı iktidardan uzaklaştırma yönündeki stratejik hedeflerine ulaşamadan, sahneyi neredeyse terk etti. Amerikan siyasal sistemi içinde, Clinton’dan Obama’ya uzanan yapı, ekonomik ve siyasi başarısızlıklar nedeniyle silinip gitti. Siyasi elitlerin devamlılığını sağlamayı amaçlayan sonu gelmez bir propaganda seli kusan ana akım medya, taraflılık ve ahlaksızlıkta eşi görülmemiş zirvelere ulaşarak, inanılır görünme mücadelesini tamamen kaybetti.

Donald Trump dış politikada Kenneth Waltz ve John Mearsheimer gibi çeşitli realist siyasal düşünürlerin şekillendirdiği yeni bir yaklaşımla ortaya çıktı. Yapılacaklar listesinin en başında, dış müdahaleye yönelik yakın zamandaki her türlü yeni-muhafazakâr ve neo-liberal politikadan (Koruma Sorumluluğu – R2P) ve insan hakları adına yürütülen yumuşak güç kampanyalarından kurtulmak. Üçkağıtçı bir şekilde, ülkeleri bombalayıp taş çağına döndürmenin örtüsü olarak kullanılan BM kararları (Libya) da artık olmayacak. Trump, BM’nin uluslararası ilişkilerdeki merkezi rolüne inanmıyor ve bunu kampanyası boyunca bir çok defa tekrarladı.

Trump yönetimi, rejim değişikliği, yabancı hükümetlerin içişlerine müdahale, Arap Baharları ve renkli devrimler politikasına son vermek niyetinde. Bu tür çabaların son kertede her bakımdan etkisiz olduğunu ve siyasal güvenilirlik bakımından fazla maliyetli olduğunu savunuyorlar. Ukrayna’da Amerikalılar, Nazi çizgisindeki Stepan Bandera’nın destekçileriyle ittifak yaptı; Ortadoğu’da ise El Kaide’yi ve El Nusra Cephesi’ni finanse ediyor ya da dolaylı yoldan destekliyorlar. Kötü bir şöhretle, “arkadan yönetmek” diye adlandırılan bu taktikler, arzu edilen sonuçları asla getirmedi. Ortadoğu kaos içinde ve bir Moskova-Tahran ekseni gelişip günden güne güç kazanıyor. Ukrayna’da Kiev hükümeti Minsk anlaşmalarını yerine getiremez göründüğü gibi, aynı zamanda Avrupalı ve Amerikalı partnerlerinden herhangi bir güvence almaksızın yeni bir askeri kampanya yürütüyor.

Trump’ın başkanlığının ilk aylarında oynamayı umduğu bir joker kartı var. Strateji, Ortadoğu ve Ukrayna’daki miras kalan kaotik duruma odaklanacak. Önceki kaos için Obama suçlanacak, Rusya Federasyonu’na uygulanan yaptırımların kaldırılması gerektiği savunulacak ve Ortadoğu’da Moskova’nın eli serbest bırakılacak. Yeni başkan, bir çırpıda Ortadoğu’ya veya Ukrayna üzerinde doğrudan kararlar almama yönünde karar verebilir, yeni müdahalelerden kaçınabilir ve tersine, en sonunda ülkesinin ulusal çıkarına olan bir karar alabilir.

Sürdürülebilir bir stratejiye en sonunda ulaşmanın yolu, Ortadoğu’daki, özellikle de Suriye cephesindeki gelişmeler karşısına pasif kalmak, burayı sıkı bir şekilde Rusya’nın ellerine bırakmak, aynı zamanda da Moskova’yla işbirliği içinde, Daeş’e karşı yürütülen çabaları vurgulamak olabilir. Bir diğer bilgece seçenek, Kiev’in başarısız olduğunu kabul etmek, Ukrayna’nın Donbass’ı ve Kırım’ı geri alma hırsını çöpe atmak olacaktır. Son olarak, yaptırımların kaldırılması yeni başkanın Avrupalı partnerlerle olan ittifakının güçlendirilmesine olanak verecektir (bu, Trump’ın yeni başkan olarak yerine getirmesi gereken bir diplomatik zorunluluktur). Geride kalan iki yıl içinde AB, Washington’un dayattığı başarısız bir politika stratejisi adına, ekonomik intiharı yaşadı. Trump’ın başkanlığı, Moskova ve Washington arasındaki ilişkileri, yanı sıra da Trump yönetimiyle aktif şekilde işbirliği yapmak isteyen Avrupalı müttefiklerle olan ilşkileri normalleştirme arayışında olmalıdır.

Ortadoğu buna paralel bir şekilde, şiddetin azaldığını, Suriye’de çatışmaya son verilmesi şansının arttığını görecektir. Trump’ın başkanlığının ilk safhasına ait olan bu plan, seçime giden aylar boyunca hem kendisi, hem de ekibinin üyeleri tarafından yaygın şekilde duyurulmuştur.

Buradaki zımni mesaj, bütün ülkelerle diyalog ve işbirliği arayışıdır. Ancak belki de bu ilk önermelerin arkasında yatan şey, gerçekte Rusya, İran ve Çin arasındaki işbirliğini kırma isteği olabilir. Bunun gerekçeleri, Pekin, Moskova ve Tahran arasında tam bir askeri, kültürel ve ekonomik ittifak kurulursa bunun ABD için getireceği sonuçlardır. Böyle bir ittifak, ABD’yi uluslararası ilişkilerin büyük satranç tahtasında neredeyse etkisiz hale getirecektir.

Daha gerçekçi olarak Trump, Amerika Birleşik Devletleri’nin odak noktasını Atlantik’ten, ABD’nin gelecekte en büyük ticari çıkarlarının yatacağı Pasifik’e kaydırmayı, Ortadoğu’dan Güney ve Doğu Çin Denizlerine kaydırmayı amaçlıyor. Bu kararın arkasındaki jeopolitik nedenler ve gerisindeki yön gösterici teoriler, özelikle bu serinin ilk makalesinde ele alınmıştı. Özet olarak söylemek gerekirse Trump, Obama’nın Asya eksenine kayışını ivmelendirmek, ABD’nin dış politikasına derin değişimler getirmek istiyor. Rusya’yla barış çubuğu tüttürülmesi, Pasifik’e odaklanacak kaynakları özgürleştirecektir (deniz kuvvetlerinde buna “askeri gücümüzü kurma” denir). Trump, Çin’i kontrol altına almaya odaklanmak için, müttefikler (“bedavacılar” olan Japonya ve Güney Kore) arasındaki ikili ilişkilerin önemini vurgulamak istiyor.

Trump’ın ittifakı kırmada oynamayı umduğu joker kartının adı Rusya. Moskova’yla daha önce geliştirilen barış görüşmeleri sayesinde Trump, Kissinger’ın 1979’daki Çin stratejisini yeniden ele almayı, buna ilave olarak ABD’nin Ortadoğu’da İran’a ve Suriye’ye karşı müdahalede bulunmama sözü verilmesini planlıyor. Gerçekleşmesi muhtemel olmayan bir alışveriş içinde Amerikan yönetimi Kremlin’i, Çin Halk Cumhuriyeti’nin kontrol altına alınması karşılığında, Ortadoğu’da Moskova’ya ve İran dahil müttefiklerine karşı hiçbir eyleme girişilmeyeceğine ikna etmeyi umuyor.

Bu akılda tutulduğunda, Trump’ın hayli sorgulanabilir bir şekilde Washington ve Tel Aviv arasında bağ kuran bir kişi olmayı seçmesi, buna ilave olarak da İran İslam Cumhuriyeti’ne karşı güçlü bir retorik geliştirmesi ve yeni başkanın tehditlerine Tahran’dan bir o kadar sert yanıtların gelmesi, bütün ilgili tarafların rolünü ve retoriğini tatmin ediyor gibi görünüyor. Burada eylem yok, yalnızca retorik var. Tahran ve Tel Aviv için tartışmak, bir anlaşma imzalamaktan daha kolaydır. Bu nedenle İran’la varılan nükleer anlaşması önemli bir gerilim noktası olmaya devam edecektir, ancak askeri eylemin ihtimal dışı olmasının da garantörü olarak kalacaktır.

Yeni yönetimin bu stratejideki gerçek sorunu, Ortadoğu’da müdahalesizlik hakkında tutarlı bir plan sunma meselesidir. Putin, her durumda Washington’ın müdahale edebilir ve Ortadoğu’da şekillenen güç dengesinin yazgısını değiştirebilir durumda olmadığını gayet iyi biliyor. Trump’ın Ortadoğu’da eyleme geçmeme yönündeki dolaylı teklifi, en iyi ihtimalle uzun sürmeyecek bir blöftür. Trump, elindeki kartlardan çok azının Moskova için çekici olabileceğini görmezden geliyor (yahut iyi bir pazarlıkçı olduğundan, görmek istemediğini iddia ediyor). Moskova, Pekin ve Tahran arasındaki ittifak sağlamdır ve muazzam bir büyüme taahhüdü veren, pek çok alandaki stratejik alışverişlerle tasdik edilmektedir. Suriye’deki savaş, bu üç ülke arasındaki etkili işbirliğinin sonuçlarını göstermiştir. İran İslam Cumhuriyeti’nin Şangay İşbirliği Örgütü’ne (ŞİÖ) katılması, güvenlik bağlarını daha da güçlendirecektir; Rusya-İran arasındaki kuzey-güney koridorunun aynı zamanda, yerkürenin yıkıcı terörizm tehlikesinin çok yüksek olduğu bir bölgesinde istikrarı güvence altına aldığını da unutmamak gerekir.

Yaptırımlar döneminde Rusya ve Çin, tarihteki en önemli ve devasa ticaret anlaşmasını imzaladı ve bu durum Moskova’nın yüzünü doğuya dönmesini tasdik etti. Böyle bir adım, dört yıllık başkanlık döneminin ötesine giden stratejik planlama düzeyini içerir. Eğer Trump, büyük stratejisini ilerletmek için Putin’le bir tür işbirliğine gitmeyi umuyorsa, kendi kendisini kandırıyor demektir. Bununla birlikte zaruri olarak Ortadoğu’da terörizme karşı Rusya’yla işbirliği yapmalı ve Washington’un bölgede teröristleri destekleyen müttefiklerini gemlemelidir. Yaptırımları kaldırması ve Washington-Moskova ilişkilerini yeni baştan başlatması, AB’yi Rusya Federasyonu’na karşı durmak gibi, ters tepen bir durumdan kurtarması gerekir. Muhtemelen bunu yaptıktan sonra Ukrayna ve Kırım meselesini kalıcı olarak görmezden gelmeye karar verecek, neo-con’ların mihenk taşı olan taktik ve stratejilerden birini, yani Ukrayna ordusunu Rusya Federasyonu’yla askeri olarak karşı karşıya getirme, ardından da NATO’yu topyekün bir savaşa sürükleme meselesini toprağa gömecektir.

Trump, Moskova ve Pekin karşısında pazarlıkta aşağı bir konumda olduğunu biliyor. Çin, Rusya ve İran arasındaki ilişkilerde bir kopuş meydana getirmenin neredeyse imkansız olduğunun farkında. Onun bakış açısına göre tek avantaj, Putin ve Obama arasındaki ilişki düzeyinin uçurum boyutunda olması sebebiyle, Moskova’yla pazarlık konusunda daha fazla alana sahip olmak.

Doğal olarak Trump eğer Avrasya kıtasını bölme gibi bir misyona girişirse, muhtemelen Moskova’nın gelecekte Pekin’e karşı izleyeceği tutum konusunda çok özgün güvenceler bekleyecektir. Putin’in ise onunla kendi avantajına olacak şekilde oynamada pek sorunu olmayacaktır. Moskova bu durumdan her türlü kazançlı çıkacaktır. Trump, Rusya Federasyonu’nu kendi tarafına almayı, ardından da Japonya, Filipinler ve Güney Kore gibi ülkeleri, Çin’i kontrol altına almanın bu ülkenin Asya üzerindeki etkisini ve gelecekteki tahakkümünü sınırlamanın tek sürdürülebilir yolu olduğuna ikna etmeye yönelmeyi umuyor. Bu eylemler ise, Obama’nın Asya eksenine geçişinde olduğu gibi, niyetlenenlerin tersi etkiler doğuracak ve bu şekilde Avrasya’nın daha da entegre olmasını beraberinde getirecektir (AIIB ve İpek Yolu 2.0). Yeni bir Asya’ya geçişi empoze etme yönünde bir girişim, Trans-Pasifik Ortaklık Anlaşması örneğinde olduğu gibi eriyip gidecektir.

Aynı zamanda, yaptırımların kaldırılmasıyla birlikte pek çok AB ülkesi nihayet, Avrasya kıtasıyla, özellikle de Rusya’yla olan enerji ve teknoloji entegrasyonunu yeniden başlatabilecektir. Japonya her durumda, Washington’a karşı olan yükümlülüklerini ihlal etmeksizin, Rusya’yla bir barış anlaşması imzalayabilecektir.

Genel olarak, Rusya’ya yönelik yaptırımların kaldırılması, Washington ve Moskova arasındaki gerilimler nedeniyle yavaşlamış olan pek çok projeyi ivmelendirecektir. Trump’un tutumu, Pekin’e karşı agresif bir duruş sergilemeye karar vermesi halinde, Çinli elitleri, kendilerini nelerin beklediğini görmeye itecektir. Washington, Pekin’le ortak ilişkilere sahip olma niyetinde değil. Trump pek çok defa, Mearsheimer’ın düşüncelerini yineledi. Önde gelen bir çağdaş jeopolitik teorisyeni olan Mearsheimer, on yıldan az bir süre içinde Çin’in bir süper güç olarak ABD’ye tehdit oluşturmasının muhtemel olduğunu söylüyor. Birkaç yıl içerisinde, nominal GSYİH büyümesi ve nüfus artışı sayesinde Çin Halk Cumhuriyeti’nin dünyanın en büyük askeri gücü haline gelerek Asya’ya hakim olacağını savunuyor. Trump, dış politika bakımından bütün çabalarını bu faktöre yoğunlaştırmak niyetinde. Başarmak için çok sayıda bölgesel aktörü (Japonya, Güney Kore, Vietnam, Hindistan, Filipinler), özellikle de Rusya Federasyonu’nu kendi tarafına çekmesinin gerektiğini, yanı sıra da Washington’un dikkatini Atlantik’ten Pasifik’e yöneltecek büyük bir dönüşümü gözetmesi gerektiğini anlıyor.

Bu dönem, Moskova, Pekin ve Tahran’ın belirleyici seçimler yapacağı, bu ülkelerin politika yapıcılarının hangi yolun izleneceğini anlamasının gerekeceği bir dönemdir. Tahran için kartlar ön yüzüne dönmüş halde ve bölgesel bir aktör olarak önceden belirlenmiş bir rol söz konusu. Moskova ve Pekin için ise mesele biraz daha karışık. Bu önemli ölçüde Pekin’in, Trump’ın olası düşmanca eylemlerine açıkça karşı durmayı ne kadar istediğine bağlı. Moskova yıllardan beri Washington’un öncülük ettiği dünya düzenini sorguladı. Pekin anlaşılır bir şekilde, doğrudan karşı karşıya geliş konusunda tereddütlü gibi görünüyor. Her durumda Trump ve onun realist dış politika tutumu, Çin elitlerini Washington’un kendisini dünya düzeninin tek sahibi olarak gördüğünü anlamaya itecektir. Çin elitlerinin gelecek için tek sürdürülebilir yolun, bütün aktörlerle birlikte, Washington, Yeni Delhi, Moskova, Tahran, Londra ve Brüksel’i içine alan bir çok kutuplu dünya inşa etmek olduğunu anlaması gerekiyor. Gerçekçi olunduğunda, yeni yönetimin Çin, İran ve Rusya arasında şekillenen stratejik ortaklığı bozabileceğini düşünmek zordur. Sonuç olarak Trump, seleflerinin adımlarını izleyecek, yalnızca yaklaşım açısını değiştirecek ve uluslararası ilişkiler kartlarını daha fazla karıştırmaya çalışacaktır. Dünyayı işbirliği ve karşılıklı saygı yoluyla iyileştirme kararı, savaş, kaos ve çatışma peşinde koşan Amerikan derin devletinin hırslarıyla kesinlikle örtüşmez.

Trump gibi bir başkanla göreceğimiz büyük farkı öngörmek kolay. Pekin’e karşı tüm diplomatik çabalar başarısız olduktan sonra, askeri ya da terörist çabaların ikiye katlanması yerine, strateji sessizce terk edilecektir. Pekin’e karşı dillendirilen güçlü ifadeler, (endütriyel-askeri aygıtı tatmin etmek amacıyla) Pasifik için yapılan askeri harcamaların artması korkusu ve (İsrail lobisini cezp etmek amacıyla) İran’a karşı dillendirilen retorik, derin devletin niyetlerini gemlemek için kullanılacak, bu esnada Trump, ekonomiye ve güvenliğe (terörle mücadeleye) odaklanacak, dış politikaya odaklanma ise çok daha sınırlı olacaktır.

Seri sonucu

Bu seri okuyucuları meydana gelmekte olan çığır açıcı olaylar üzerine düşünmeye davet etmeye çalıştı. Clinton’un başkanlığında gerçekleşmesi beklenen küresel hegemonik proje durduruldu. Demokratların adayının yenilgisiyle beraber, Rusya, İran ve Çin’in önleyici eylemleri sayesinde, bu ülkelerle olan kaçınılmaz askeri çatışma def edildi. Küreselleşme ve emperyalizme yönelen Amerikan devlet yapısına çok büyük bir darbe indirildi.

Çok kutuplu bir dünya düzeninin ortaya çıkması, ülkelerin uluslararası ilişkiler alanında birbiriyle etkileşim kurma biçimini değiştirdi. Washington artık tek referans değil ve bu, onun hakim olduğu tek kutuplu dünyadan uzaklaşan bir geçişi temsil ediyor. Büyük güçleri düzenleyen mekanizmalar biçim ve içerik açısından değişkenlik gösterdi ve bu, neredeyse benzeri görülmemiş bir uluslararası duruma yol açtı. Geleceğin tarihsel olarak istikrarsız çok kutuplu dünyası, Amerikan süper gücüne karşı çıkan ülkelerin eylemleri sayesinde, istikrar sözünü tutacaktır. Bu ülkeler birleşmiş halde, dünyaya istikrar getireceklerdir.

Sürdürülebilir bir geleceğin anahtarı, ekonomik, askeri ve kültürel açılardan ABD’ye denge oluşturan, yeni şekillenmiş Pekin-Moskova-Tahran ekseninin sinerjisidir. Bu üç ülkenin birliği ve ittifakı, Washington’un çoğu zaman yıkıcı olan eylemlerini etkili bir şekilde dengeleyebilecek yeni bir süper-kutup yaratmıştır. Biz artık tek kutuplu bir dünya düzeni yerine, biri ikiden fazla kıta üzerindeki onlarca ülke arasında entegrasyona dayanan iki süper gücün olduğu bir durumla karşı karşıyayız. Bu, önümüzdeki on yıllarda eşlik edeceğimiz yeni bir çağdır. Tek kutuplu dünya sona ermiştir – hem de sonsuza dek!

Federico Pieraccini

Strategic-culture.org

İlgili Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir