Birkaç gün önce bir arkadaşımla sohbet ederken bana “Bu halk hareketi bedeli ne olursa olsun durmalı” dedi.Ona şu soru ile karşılık verdim:
“Hangisini tercih edersin? Ayaklanmanın sona ermesini ve Lübnan toplumunun dokusunu parçalamaya devam etmek ve uluslararası toplum ile bölgesel çevresinden izole etmek anlamına gelen Hizbullah ekseninin ülke üzerindeki kontrolünün pekişmesini mi? Yoksa ayaklanmanın uzun veya kısa ne kadar sürerse sürsün devlet ve vatanı geri alana kadar sabır, sebat ve bilgelikle yoluna devam etmesini mi?”
Bugünlerde ne yazık ki birçok kişi halk hareketinin durması gerektiğini düşünüyor. Bu da bizleri halk hareketinin ortaya çıkardığı gerçekleri, yönetimin, özellikle de Hizbullah ve Cumhurbaşkanı’nın grubu olan Özgür Yurtsever Hareketi’nin kendisine verdiği tepkiyi gözden geçirmeye itiyor.
İlk olarak bu yönetimin iç savaştan Hizbullah’ın 14 Mart ile 8 Mart güçleri arasındaki çatışmalardaki güç gösterisinin tepe noktası olan 7 Mayıs 2008’e geçmişin hayaletlerini uyandırmayı başardığını itiraf etmeliyiz. Bunu da güvenliği hedef alan bir dizi olay aracılığıyla başardı. Bunun için de iki Şii güç, Hizbullah ile Emel Hareketi ve Özgür Yurtsever Hareketi destekçileri ve sokağının galeyana gelerek protestoculara saldırdığı gerekçesini kullandı. Yani bunlar planlı değil kitlelerin heyecana kapılması nedeniyle kendiliğinden gelişen saldırılar şeklinde göstermeye çalıştı. Nitekim birinci grup, birçok bölgede sopalar, taşlar, bıçaklar ve keskin aletlerle ikinci gruba karşı saldırılar düzenledi. Motorsikletler, bazen de arabalardan oluşan konvoylarla protestocuları korkutmaya çalıştı. Lübnanlılar da bu saldırılara “yönetim terörizmi” adını verdi. Bu görüntüler ayaklanmayı geri plana itti ve bütün odağın bu olayların sonuçlarına yönelmesine yol açtı. Kimi taraflar da halkı iç savaş ile korkutmaya çalıştı.
Diğer yandan her ne kadar yönetimin önde gelen isimleri ayaklanmanın taleplerini kabul ediyormuş gibi görünerek bu tür söylemlerde bulunsalar da yönetimin ayaklanmaya karşı olduğunu itiraf etmeliyiz. Nitekim yönetim, halk hareketine yabancı büyükelçiliklere bağlı olmakla, Lübnan halkının üçte birinden fazlasını da dış güçler ile iş birliği yapmakla suçlayan eleştiriler yöneltti. Protestocuların bazı fiillerini, özellikle de yolları kapatmalarını anayasanın güvence altına aldığı hareket özgürlüğünü engellediği gerekçesi ile eleştirdi. Kendileri ile görüşülecek liderlerinin olmadığı için de eleştiriler yöneltti. Nitekim şimdiye kadar bütün göstergeler, iktidarın ayaklanmaya muhalif tutumunda ısrar ettiğini gösteriyor. Dolayısıyla şu soruyu sormalıyız: Hizbullah ve müttefikleri ayaklanmaya karşı bu muhalif tutumlarında ne kadar ileriye gidebilirler?
Başbakan’a yetki verilmesi için yapılması gereken istişareler için şu ana kadar bir tarih belirlenmemesi yönetim, özellikle de en önemli aktörü olan Hizbullah saflarındaki kararsızlığı ve kafa karışıklığını gösteriyor. Bu da aslında kararsız ve kafası karışık olanın Hizbullah’ın bağlı olduğu karar alma merkezi, yani Tahran olduğu anlamına geliyor ABD ve uluslararası toplumun İran’a uyguladığı yaptırımları ve İran’ın kazanımları Rusya ile paylaştığı Suriye’yi bir kenara bırakırsak İran’ın kontrol ettiğini iddia ettiği üç Arap başkentinde yaşananların, Tahran rejiminin 1979 yılındaki devrimden beri inşa etmeye çalıştığı yapıyı yıkılmakla tehdit ettiğini görürüz. Irak’taki Şiilerin en büyük dini merci Seyyid Ali Sistani’nin protestoculara karşı güç kullanımını kınayan ve Temsilciler Meclisi’nden hükümete verdiği güven oyunu çekmesini talep eden son açıklaması, esas olarak Irak’taki İran uzantılarını hedef alıyor.
Beyrut’taki halk hareketinin başlığı Hizbullah’ın başında olduğu yönetimin performansına karşı çıkmaktır. Diğer yanda ise Sana’daki Husiler ile Suudi Arabistan arasında diyalog kanalları açılacağından bahsediliyor.
Geçmişte bu başkentler arasındaki ortak nokta İran’ın egemenliği iken bugünkü ortak noktaları bu egemenlikte görülen geniş çatlaklardır. Bütün bunlara karşın boyun eğmemek, halihazırda bu eksene hakim olan kararsızlık ve kafa karışıklığının, geri adım atacağı ya da durumu kendi lehine çevirecek güvenlik ve askeri adımlara başvurmayacağı anlamına geldiğini düşünmemek gerekir.
Bu gerçeklerin ve yönetimdeki güçlerin Hizbullah’ın silahı ve gücü arkasında siper aldığı gerçeğinin gölgesinde Lübnan’daki halk hareketinin elindeki seçenekler nelerdir?
Eğer Lübnan’daki asıl karar vericinin İran olduğu doğruysa ayaklanmanın önünde zorlu ve engellerle dolu bir yol uzanıyor demektir. Çünkü Lübnan’ın ve Lübnanlıların çıkarları, Tahran’ın bölgesel statejisi karşısında önceliklerinin en alt sırasında yer alıyor. Dolayısıyla başbakanın görevlendirilmesi ve hükümeti kurması, kuruluşu 11 ay süren Tamam Selam ya da kuruluşu 9 ay süren son Said Hariri hükümeti gibi uzun bir süre alabilir. Elbette bu, ülkeyi vuran nakit para, finansal ve ekonomik krizi çözmeye yönelik herhangi bir girişim de gecikecek demektir. Bugün bankacılık ve nakit para konusunda devreye sokulan önlemlerle birlikte bu krizin devam etmesi, Lübnan’ı uluslararası finans sisteminden çıkarabilir. Söz konusu önlemler ise ekonomisi neredeyse dolara, dışarıdan yapılan döviz transferlerine dayanan, tükettiklerinin büyük bir bölümünü ithal eden bir ülkede ABD doları ile yapılan ödemeleri ve yurt dışı para transferlerinin kısıtlanmasıdır. Bu da komşu ülkelerin yaşadığı ekonomik, finansal ve sosyal çöküşü hatırlatacak şekilde ülkenin gidişatına ilişkin karamsar bir tablo çizmektedir.
Halk hareketini tetikleyen etken ekonomik sıkıntıysa onu öldürecek olan neden de ekonomik boğulma olabilir. Burada kendisi için endişelenmemiz gereken ayaklanmadır. Çünkü bilindiği gibi ondan geri adım atmak kesinlikle bozulmuş finansal durumun düzeleceği ve nakit para sıkıntısının çözüleceği anlamına gelmiyor.
Diğer yandan halk hareketi de pozisyonlarında açık ve net olmalı, ekonomik ve sosyal olanı politikadan ayırma çabalarından vazgeçmelidir. Politika yalnızca siyasi partiler, dış politika, bölgesel ve küresel eksenler arasındaki bir güç dengesi değildir. Karekteristik özellikleri açık ve net bir yönetim ile devletin manevi varlığını oluşturan anayasal kurumların şemsiyesi altında ekonomik, sosyal, eğitimsel, gelişimsel ve çevresel planlar ve politikalar aracılığıyla insanları yönetme sanatıdır. Bu sistemin dengesi bozulup anayasal kurumlar rehin alındığında devlet ve onunla birlikte yukarıda bahsedilen unsurları temel alan politikalar çerçevesinde insanları yönetme sanatı da ortadan kalkar.
Bizi kuşatan nakit para, ekonomik ve finansal krizin elbette teknik nedenleri vardır. Ancak temel sebep, iki boyulu bir politik nedendir. Bunun ilk boyutu; devletin damarlarına sızmış ve askeri olarak ondan daha güçlü bir devletçiğin varlığı ile devletin egemenliğini kaybetmiş olması. İkincisi de planlama, hesap verme ve şeffaflık ile iyi ve doğru bir yönetimin yokluğudur. Ayaklanma bu sorunlara çözüm aramadıkça ne devam edebilir ne de başarılı olabilir.
Devlet içindeki bu devletçiği yönetenler ile yönetime gelmek için onun yayılmasına olanak tanıyanlar, halk hareketinin taleplerini yerine getirmeleri halinde kendi sonlarını hazırlamış olacaklarını çok iyi biliyorlar. Çünkü bu taleplerin yerine getirilmesi halkın devletini geri alması anlamına geliyor.
Irak, Suriye ve Yemen’de yaşananların etkileri ile gelecek ABD başkanlık seçimlerinin sonuçlarına ilişkin İran bakış açısının netleşmesini beklerken Lübnan’da en ağır basan senaryo, durumun olduğu gibi devam edeceğidir. Buna göre yönetim, hükümetin kuruluşu meselesinde vur kaç, yani başbakana yetki verme ama hükümeti kurmasına izin vermeme yoluna gideceği tahmin ediliyor.
Protestocular ile yönetimin destekçileri arasında devam eden çatışmalar çerçevesinde bu durum sokaklarda da bir vur kaç hali egemen olmuş durumda.
Nakit para, finansal ve ekonomik çöküşü durduracak önlemlere ilişkin yönetim, Lübnan Merkez Bankası ve Lübnan Bankalar Cemiyeti arasında da böyle bir durum yaşanıyor. Birçok düzeyde beklenen sonuçlarından dolayı herkes bu önlemleri yasalaştırmanın sorumluluğunu üstlenmekten kaçınıyor.
Sam Mensa