KAFKASSAM – Kafkasya Stratejik Araştırmalar Merkezi

  1. Anasayfa
  2. »
  3. Gündem
  4. »
  5. Suudilerden Zekeriya Kurşun hocaya reddiye

Suudilerden Zekeriya Kurşun hocaya reddiye

Kafkassam Editör Kafkassam Editör - - 89 dk okuma süresi
314 0

Dr. Tallal et-Tureyfi
Suudi Akademisyen ve Medyacı Zekeriya Kurşuna cevap yazdı Zekeriya Hoca kafkassamd ada yaınladığımız

https://kafkassam.com/zekeriya-kursun-hocadan-suudilere-reddiye.html yazısı ile Suudi arabistana bir reddiye yazmıştı. Suudi akademisyan Dr Tallal et.Tureyfi Zekeriya hıcaya itirazlarını bildiren şarkulavsatta bir yazı yazdı.
5 bölümden oluşan yazıyı okuyucularımızın dikkat ve eleştirilerine sunuyoruz.
Kurşun’un ‘Suudilere Reddiye’ isimli yazı dizisine reddiye (1)
Efsaneler, hayaller ve düşler, Türk Anadolu sentezini bizlere tarih diye pazarlıyor

Ara başlıklar:

*Kurşun, Anadolu Türklerinin Araplar karşısında yaşadığı medeniyet krizinin canlı örneğidir

*Anadolu Türkleri kendilerine ait bir medeniyet inşa etmediler ve Osmanlı: Arap-Avrupa melezleri

*Resmi bir perspektif sunan Osmanlı arşivi geçmişin hatalarını ve boyanmışlığını gizleyemedi

*Köklü bir medeniyete sahip olmayan milletler, kendilerini şekillendiren çeşitli kültürlere dayanır

Dünya genelinde bazı halklar etnik, ideolojik ve bazen de erken dönemlerinden kaynaklanan kültürel boyutları olan krizlerden muzdariptir. Bu nedenle bazı konuları ele alma konusunda sorunlar yaşarlar. Bu konulardan bir kısmı da tarihi meselelerdir.

Tarih, dünya üzerindeki bazı medeniyet halkları için derin bir krize neden olmasa da ona yabancı olanlar ve dönemin gençleri için oldukça sıkıcı ve yorucu olabilir.

Krizlerden en çok muzdarip olan halklar, yüzyıllar boyunca özellikle de kendilerine yakın olup ardından onlar için engeller oluşturan başka medeniyetler içerisinde asimile olanlar oldu. Tıpkı Çinliler, Persler ve ilk döneminde İslam devletinin yaptığı gibi. Hatta İslam saraylarının son dönemlerinde mevali ve memlûk* sınıfından insanların sayısı oldukça artmıştı. Ardından Batı Asya’ya doğru göçler patlak verdi ve o bölgelerde yayılım gösterdiler.

Tarihsel krizlerden en çok muzdarip olan milletin Anadolu Türkleri olduğunu söylesek abartmış olmayız. Çünkü bu kriz günümüzdeki mensuplarına kadar ulaştı. Bu krizin üstesinden gelmek için, Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşundan ve Arap dünyasını işgal edene kadar genişlemesinden önce, eski sisli dönem için efsaneler ve hayallere dayanan bir tarih formüle etmek için bileşik tarih inşa etmeye başvurdular.

Bileşik tarihe başvurulmasının bir diğer nedeni ise İslamiyet’e girmelerinden ve Arap-İslam medeniyetine entegrasyonlarından önce onlara tatmin edici detaylar verecek eski ve özel kaynakların eksikliğiydi.

Anadolu Türklerini, önceki uygarlıklarıyla ilgili olmasa da, formüle edilmiş bir tarih yaratmaya ve tarihi derinlik inşa etmeye iten şey; başlangıçtaki çıkış noktaları göz önüne alındığında sahip oldukları savaşçı ve askeri özelliklerin bir sonucu olarak İslam medeniyeti içerisinde küçük devletler inşa ettiren tarihsel sürpriz oldu. Çünkü İslam devleti özellikle de Abbasi döneminde çok sayıda Anadolu Türkü saraylarda memlûk olarak istihdam edildi. Bu da yönetimde diğerlerinden çok etki sahibi olmalarına olanak sağladı. Halifeler, emirler ve tüccarlar tarafından mülkiyet anlaşmaları karşılığında paralı asker olarak görevlendiriliyorlardı. Memlûk olarak sayılarının fazlalığına rağmen İslam devleti kendisi ve diğer ilkel insan grupları arasında sınırlar oluşturmaya özen gösterdi. Çünkü bu toplulukların alım gücü ve savaşçı grupları vardı.

Ancak uzun bir süre sonra bu engeller ortadan kalktı ve bunun sonucunda birçok faktör nedeniyle bölgelerinden büyük gruplar halinde batıya doğru göçler başladı. Bu faktörlerden biri de Moğollar tarafından sürgün edilmeleriydi. Bu sürgün sonucunda İslam devletinin birçok şehri ve bölgesinde yayıldılar. Bir kısmı da Anadolu’ya göç etti.

Moğol saldırısından önce ve sonra gerçekleştirilen bu insan akışı Abbasi Devleti döneminde, çökmeden önce veya kölelerin (memaliklerin) gölgesinde sözde devlet olarak kaldığında dahi pek de alışılmadık yeni bir siyasi durum ortaya çıkardı. Anadolu Türkleri, sahip oldukları nüfuz, güç ve iktidarı kullanarak büyük devlet içinde küçük devletler inşa etmeye çalıştılar ve çok sayıda küçük devlet kuruldu. Özellikle de paralı askerler ve savaşçılar arasında bu büyümeye büyük önem verildi.

Bu küçük devletler ve saltanatlar arasından Osmanoğulları Beyliği, Anadolu’da kuruldu. Sınır bölgelerinde kurulan bir devlet olması nedeniyle büyüyüp genişledi. Kuruluşunun ilk yıllarında Bizans ve Moğollarla rekabet içine girdi. Daha sonraları bu mücadele yalnızca Bizans’la sınırlandı. Anadolu ve ona yakın bulunan İslam dünyasındaki bozulma ve genel anlamdaki siyasi çöküş göz önünde bulundurulduğunda tarihsel koşullar siyasi yükselişine hizmet etti.

Zamanın geçişiyle birlikte Osmanlıların, beyliklerin kurulmasının ardından gelişim ve genişlemesi sırasında; tarihçiler, Anadolu Türkleri ve Osmanoğulları’nın kapsamlı ve kadim bir tarih inşa edebilecek kaynak ve verilerinin olmadığını fark ettiklerinde şoke oldular. Osmanlıların hali, onlar gibi medeniyetler çağındaki diğer halkların durumu gibidir.

Ne yazık ki Osmanlı Devleti’nin himayesindeki birçok tarihçi, genel anlamda Anadolu Türkleri, özelde de Osmanlılar için efsanevi, hayal ve düşlerle örülü bir tarih yazmaya yoluna gitti. Osmanlı Devleti tarihinin ilk dönemlerini araştıran herkes, anlatılardaki çelişkileri, gerçeklerden çok efsanelere yaslanıldığını ve Osmanlılara birden fazla tarihsel köken atfedildiğini fark edecektir. Bazı ilk dönem tarihçileri, ne akla ne mantığa ne de tarihe uymayan bir şekilde Âl-i Osman’ın, Kureyş soyundan geldiğini söylediler. Bu da zihin karışıklığı ve tarihsel kayboluşu doğruluyor.

Savaşçı gruplar ve paralı askerler için tarihsel bir derinlik inşa etmeye çalışmak kolay bir iş değildir. Kadim bir tarih formüle edilirken bu tür karmaşa, tutarsızlık ve çelişkilerin meydana gelmesi oldukça doğal bir durum.

İnsan uygarlığı birden ortaya çıkan haklar, insanlık tarihi haritasındaki varlıklarını elbette ki bu şekilde kanıtlamaya çalışır. Kaçınılmaz bir şekilde kendine özel bir aristokrasi oluşturacak. Tıpkı Osmanlı Padişahlarının kendi benliklerini inşa ederken yaptığı gibi onları oluşturan İslam kültürüyle uyuşmayan bir yol izleyecek. Özünde var olmayan şeyler ekleyecek.

Bu inşa edilen aristokrasi, onlar ve kendileriyle ilişkili, Anadolu Türkleri tarafından bir süre bölgeleri hakimiyet altına alınan bazı diğer ırklar arasında tarihsel bir gerilime neden oldu. Bunlardan biri de Araplardı. Bölgelerine tarihsel bir derinlik, medeniyet ve kayıt altına alınan bir tarihleri olmadan gelen Türklerin kültürel yapısını oluşturup şekillendirdiler.

Bu nedenle onların özellikle de Araplara yönelişini anlamak için daha fazla araştırma ve analize ihtiyacımız olmayacak. Bir zamanlar etkili, güçlü ve etkili olduklarını, başkaları üzerinde tarihsel baskı uyguladıklarını, sonra aniden her şeyin kaybolduğunu ve Arapların imparatorluklarının devrilmesinin, güç ve etkilerini kaybetmelerinin nedeni olduğunu iddia edenlerin psikolojik ve tarihsel kriz yaşaması doğal bir durumdur.

Her şeyden önce bizim de Anadolu Türklerinin de anlamamız gereken şey şu; savaşlar ve kanlı ayrıntıların aksine kendilerine medeniyet olarak atfettikleri her şey ve Osmanlı Devleti’ne nispet edilen güç aşamaları; temelde Avrupalı, Kürt, Arap ve boyunduruk altına aldıkları diğer milletlerin karışımının bir ürünüdür.

Aslında Osmanlılar, diğer milletlere nazaran Anadolu Türklerinden daha çok muzdarip durumdaydı. Bu nedenle, tarih boyunca devrimler ve bağımsızlık girişimleri dışında onlara herhangi bir katkı sağlamayan kendi halkları tarafından oluşturulan baskıdan kurtulmak için egemen oldukları bölgelerde asimile edip köleleştirdikleri Avrupalılardan oluşan güçlü ve etkili bir sosyal sınıf inşa etmeye başvurdular.

Binaenaleyh tarih ve ırk sorunu, mantıksız temeller üzerine inşa edilen, karmaşık ve birbiriyle ilişkili Anadolu Türkleri açısından çetrefilli bir meseledir. Açıkçası dikkatle ele almamız gereken birkaç ayrıntı var. Osmanlı tebaası ve Anadolu Türkleri birbirinden hem ayrı hem de iç içe. Ulusal ve etnik çatışmaları ele alan bir çalışma yapmak istediğimizde, Türklerle, Avrupalılarla Türklerin evliliklerinden dünyaya gelen melez Türkler konusunda bir kafa karışıklığı yaşıyoruz. Bunların Türklere mi sonradan ortaya çıkan Türk kültürüne mi yoksa Persler, Şamanizm, Zerdüştlük ve kadim inançların birleşiminden doğan fikri karışıma mı nispet edilmesi gerektiği de bir soru işareti.

İşin açığı bu karışım Osmanlı tarihi araştırmacısı karşısına bir kriz olarak çıkıyor. Derin ve doğru bir ayrışım yapması gerekiyor.

Öte yandan kadim tarihin bilinmeyişine karşılık Osmanlı döneminin ortalarından itibaren arşivlenmiş resmi verilerle karşılaşıyorsunuz. Bu da gurur duydukları milyonlarca belgelik arşivleriyle övünmelerini sağlıyor. Ancak kriz belgelerle ilgili değil, bunlar resmi bir perspektif katar. Asıl sorun bu belgelerden önceki tarih kayıtlarının ne durumda olduğuyla ilgili. Bu, tarihi metinlerindeki mitler, duygusal efsane ve hayallerle boşlukların doldurulduğu krizleri açıklar.

Bu eksiklikler ışığında, bugünkü ve önceki Anadolu Türkleri arasında bu efsanelere dayalı ve formüle edilmiş tarihe başvuranlar olduğunu görmek şaşırtıcı bir durum değil. Bunlardan biri de İstanbul’daki Marmara Üniversitesi’nde Tarih Uzmanı olan Zekeriya Kurşun’dur. Kurşun’un Arap tarihi özellikle de Arap yarımadası ve Körfez bölgesiyle ilgili yetkin çok sayıda çalışma ve kitabı bulunuyor.

Kurşun, Arapça da yayın yapan Türk menşeili Yeni Şafak gazetesindeki köşesinde, ‘Suudilere Reddiye’ başlığı altında beş makaleden oluşan bir yazı dizisi yayınladı. 7 Mayıs 2020 (14 Ramazan 1441) tarihinde başlayan yazı dizisi 21 Mayıs’ta (28 Ramazan) sona erdi.

Kaleme aldığı yazılarda iç içe geçen ve birbiriyle çelişen birçok konuyu ele aldı. Kurşun bu makalelerde, açık siyasi amaçlarla Suudi Arabistan’ı kasten karalamayı hedefleyerek tarihi seçici bir şekilde kullandı. Hiç şüphe yok ki bu tutum Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin muhalif tutumunu yansıtıyor.

Kurşun, tarihin derinlemesine bilgi sahibi olmayana acımadığının farkında olmayarak tarihi silah olarak kullanabileceğini zannetti. Bir temele dayanmayan bilgilerle yeniden formüle edilen, akademik ve uzmanlık gerektiren makalelerde olması gerektiği gibi sağlam bir bilimsel referansa dayanmayan bir tarihe dayanarak Anadolu’daki Türkler açısından riskli konulara dalarak bir kumar oynadı.

İşte bugün Kurşun’a reddiye olarak başlattığım bu yazı dizisinde, tarihi çıkış noktaları ve mücadele ettikleri psikolojinin anlaşılması için Türklerin formüle edilen tarihini ele almak zorunda kaldım. Bugün giriş yaptığımızı sayabileceğimiz bu yazı dizisinde Zekeriya Kurşun’un siyasi ve tarihi krizleri birbirine karıştırması sonucunda ortaya attığı görüşlerindeki sorunlara işaret edeceğiz.

Kurşun’un iddialarına yanıt verdiğimiz ikinci bir yazıda görüşmek üzere…

*Ç.N:

Mevali: Arap olmayan Müslüman halklar için kullanılan bir terim.

Memlûk: Esir veya köleler arasından seçilip özel eğitimden geçirildikten sonra hükümdarın muhafız birliğine alınan ve zamanla aristokrat bir sınıf oluşturan ücretli askerler.

Zekeriya Kurşun’un ‘Suudilere Reddiye’ isimli yazı dizisine reddiye (2)

Yazılarına ‘zıtlıklar’ hâkim oldu ve ‘Osmanlı Revakları’ kaynaklardan bîhaber olduğunu kanıtladı

Ara başlıklar:

*Mevcut Türk hükümeti de Osmanlıların Araplara karşı hatalarını tekrarlıyor

*‘Stockholm sendromu’ Türk hükümeti politikalarına sempati duyan Arapların psikolojisinde derinleşiyor

Önceki yazımızda Türklerin formüle edilmiş bir tarih karşında yaşadıkları psikolojik krizi ve Zekeriya Kurşun’un kaleme aldığı yazı dizisinde bu krizi ispat ettiğini ele almıştık. Bugün akademik ve bilimsel bir üslupla Kurşun’un değindiği en önemli tarihi ayrıntıları ele alacağız. Suudi Arabistan’ı karalamak ve 2030 Vizyonu’nu küçümsemek amacıyla başvurduğu siyasi mülahazalardan uzak duracağız. Bir Çin özdeyişine göre “Ağaç meyvesinden bilinir.” Suudi Arabistan, tüm dünyanın ifadesiyle, vizyonu sayesinde gelişim, ilerleme ve sonuçlara ulaşmak için zamana karşı yarışıyor. Oysa Türklere meyve olarak, yalnızca diğerlerinin işlerine karışmak ve gerçekte parçalanmış bir dalga olarak değerlendirilen eski imparatorluk rüyasını yeniden canlandırmak için Arap dünyasında birden fazla bölgeye savaş dayatmak miras kaldı. Mevcut Türk hükümeti ise içeride ve çevresindeki trajedilerden başka bir miras bırakmayacak. Ekonomik kriz ve iç sorunlar nedeniyle yaşanan problemlerle birlikte Türk tarihine Ermeni meselesine benzer bir sorun daha miras bırakılacak. Arapların Türklerle yaşanan sorunlar konusunda Ermenilerden bir farkı yok. Osmanlı Devleti döneminde Ermenileri hedef alan olaylar, bugün mevcut hükümet tarafından birden fazla Arap ülkesinde tekrarlanıyor.

“Osmanlı Revakları”

Kurşun’un ele aldığı tarihi meseleler, “Osmanlı Revakları” ile başladı. Açıkçası Kurşun kendine karşı pek samimi değildi. Asgari düzeyde tarihsel bilgiye sahip biri bile tarihi anlamda kesinleşmiş bir meseleyi ele almanın kötü bir risk olduğunu bilir. Tarihsel kaynaklarda kanıt ve delillerle desteklendiği göz önüne alındığında, bu konunun Türk tarih formülasyonu içerisinde ele alınması mümkün değildir.

Ancak bu konuyu, yalnızca bir bilgin veya akademisyenin kullanması yakışık almayan bir şekilde ve sosyal medya düzeyinde gündeme getirdi gibi görünüyor. Bu, kara mizahı da beraberinde getirir; kim tarih alanında sahtekarlık yapmayı tartışma konusu yapar ve buna ters düşerse bu tür yakışıksız ifadelerle itham edilir.

Kurşun, Suudilerin, Harem-i Mekki’deki Osmanlı revaklarının Osmanlılara değil, Hulefa-i Raşidin’in üçüncü halifesi olan Hz. Osman’a ait olduğunu iddia ettiklerini söyledi. Suudilerin bu iddiayla kamuoyunun dikkatini başka yöne çevirerek sorunlardan kaçındıklarını iddia ederek, Türkiye ile yaşanan bölgesel rekabette kullanılan Osmanlı aleyhtarlığının yeni bit boyuta taşındığını ifade etti.

Ancak görünüşe göre Kurşun’un kaynakları okuma konusunda yeniden bir ders alması gerekiyor. Çünkü yazının devamında ‘Osmanlı Revakları’nın Osman bin Affan’a (r.anh) nispet edilmesini hatalı bulduğu görülüyor. Eğer tarihleri kast ediyorsa, tarihler, bunu Osmanlı Devletinin bilinen tarihinden önceki kaynaklarla ispatlıyor. Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere’deki Haremeyn-i Şerifeyn tarih boyunca birçok kez restore edildi. Restorasyonlar, Hulefa-i Raşidin’in ikincisi olan Ömer b. Hattab (r.anh) zamanında başladı. Ardından etrafında inşa edilen hatta neredeyse bitişik hale gelen çok sayıda yerleşim yeri nedeniyle Harem-i Mekki’nin genişletilmesini gerekli gören üçüncü halife Osman b. Affan döneminde devam etti. Hz. Osman, hac, umre ve namaz için daha fazla ziyaretçi kabul edebilmek amacıyla haremi çevreleyen konutların satın alınıp haremin genişletilmesi için talimat verdi. Bu genişletme çalışmaları sırasında Hz. Osman, alanının 2 bin 40 metrekare arttırılmasının ardından miladi olarak 647 yılına tekabül eden hicri 26 senesinde haremin önceki haline oranla iki kat büyümesi nedeniyle revaklar inşa edilmesini istemişti. El-Fakihi (ö.272-279/ 885-892) Ahbar Mekke ve İbn Cerir et-Taberi (ö.310/922) Tarih isimli eserlerinde 647 yılında yaşanan olaylar içerisinde Osman tarafından yapılan genişletme faaliyetlerine işarette bulunuyor. Kitaplarda “O sene Osman, Mescid-i Haram’a eklemeler yaptırdı” ifadesine yer verildi. [1]

Sonuç olarak, Mescid-i Haram’daki revaklar ilk kez halife Osman b. Affan döneminde inşa edildi. Bu nedenle Osmanlı revakları olarak adlandırıldı. Oy birliğiyle kabul edilen bu bilgi, tarih ve mimarlık kitaplarında yer almaktadır. Belâzuri (ö.279/892) ise Futûhu’l Buldân isimli eserinde “Mescid-i Haram’a ilk revak inşa ettiren Osman’dır. Revaklar, genişletme faaliyetleri sırasında inşa edildi” ifadelerini kullandı.[2] Ayrıca Zerkeşi’nin (ö.794/1392), İʿlâmü’s-sâcid isimli eserinde şu cümlelere yer verildi: “Hz. Osman (r.anh) hilafete geçtiğinde, Harem’in çevresindeki yapıları satın alarak genişletme faaliyetleri gerçekleştirdi. Mescid ve revaklar inşa etti. Revaklar ilk kez Osman döneminde inşa edildi.” [3]

Öte yandan İbn Fazlullah el-Ömerî (749/1348) de bu bilgiye işaret ederek, “Osman hilafete geçtiğinde, çevresindeki evleri satın alarak Harem’i genişletti. Mescid-i Haram’da revaklar inşa ettirdi” cümlelerini kullandı. [4]

Osmanlı dönemi tarihçisi Nehrevâlî (917-988/1511-1580), Mescid-i Haram’ın genişletilmesi konusunda, “Osman hilafete geçtiğinde, çevresindeki evleri satın alarak Harem’i genişletti. Mescid-i Haram’da revaklar inşa ettirdi. Revaklar ilk kez Osman döneminde inşa edildi” ifadelerine yer verdi.[5]

Hulefa-i Raşidin döneminden sonra faaliyetler daha da gelişti. Abdullah b. Zubeyr (ö.64/684), Mescid-i Haram’a bazı eklemeler yaptı. Bir çatı inşa edip mermer sütunlarla destekledi. Genişliğini Hz. Osman dönemindeki halinin iki katı kadar arttırdı. Emevi halifelerinden Abdulmelik b. Mervan, Mescid-i Haram’a herhangi bir ekleme yapmaksızın içerisinde mimari düzenlemeler gerçekleştirdi. Duvarları yükselterek üzerine sac bir çatı ekletti. İçerisindeki her sütunun üzerine 50 miskal ağırlığında altın ekletti. Bunlar h.75/694 yılında gerçekleştirildi. Oğlu Velid ise Mısır ve Şam’dan getirilen sütunlar ekletip doğu tarafına inşa ettirdiği dairesel bir revakla Mescid-i Haram’ın alanını genişletti. [6]

Abbasiler dönemine gelince Ebu Ca’fer el-Mansur, Mescid-i Haram’ın avlusuna bir revak ekletti. H. 140/757 yılında Mescid-i Haram’ın kuzeybatı köşesine bir minare inşa ettirdi. Ondan 20 yıl sonra Muhammed el-Mehdi, h. 160/777 yılında ardından da h.164/781 yılında Harem-i Mekki’de büyük bir genişleme çalışması yaptırdı. Bu genişletme çalışmalarında mescidin avlusunun Ka’be tam ortasında yer alacak şekilde bir kare halini almasına özen gösterdi. Yapılan bu genişletme oldukça kapsamlıydı. Ka’be’nin avlusuna ‘Büyük Revakı’ inşa ettirdi. Sütun ve mermer duvarlar eklettirdi. Bu nedenle bu revaka Büyük Abbasi Revakı adı verildi. Abbasi dönemindeki genişletme faaliyetleri, sac çatısı olan sütun ve revaklarla desteklediği Daru’n Nedve’yi Mescid-i Haram’a ekleyen Mu‘tazıd-Billâh (ö. 289/902) dönemine kadar devam etti. Muktedir-Billâh (ö.306/918) Mescid-i Haram’a bazı kapıları ekleyerek alanını arttırdı. [7]

Yukarıda da görüldüğü üzere revaklar, Osmanlı devletinin kuruluşundan yaklaşık dokuz asır önce inşa edilmiş. Ancak Osmanlılar ve bugünkü Anadolu Türkleri, isimlendirme konusunu kendi çıkarları doğrultusunda kullandı. Türkiye’nin resmi haber ajansı Anadolu Ajansı (AA) da benzer bir tavırla revakların Osmanlıları temsil etmesi nedeniyle Harem-i Mekki’den kaldırılmasının abes olduğunu bildirmişti. Ancak bilgi ve ilim sahiplerince de malumdur ki revaklar, yukarıda da bahsettiğimiz gibi Hulefa-i Raşidin’den Osman b. Affan’ın emriyle inşa edildi. Osmanlıların bu konuyla herhangi bir ilgisi yoktur. Ancak AA, gerçeğin üzerini örtüp, ismin sağladığı avantajı kullanarak sıkıntılı bir duruma düştü. Tarihi kaynaklarından öğrenmemeleri nedeniyle, tarih oluşturulurken çıkarlarına hizmet edecek şekilde kullandılar. Hatta hata yatıklarını anladıktan sonra bile bundan vazgeçmeyip büyütmeye devam ettiler. Twitter hesaplarından buna karşı çıkanlara baskıyla boyun eğdirdiler. Ancak revakların İbn Affan’a ait olduğunu kabul edip, Suudileri karalama girişimlerine devam ettiler.

Buradan hareketle, Kurşun’un Osmanlı Revakları konusunu ortaya atarken Suudilerin revakların Osman b. Affan’a ait olduğu iddiasında bulunduğunu söylemeden önce kaynakları araştırma zahmetine girmediğini söyleyebiliriz. Ancak Osmanlı’nın imajını düzeltme girişimlerinin altında derin psikolojik sorunlar bulunuyor; tarihin kamufle edilmesi ve Osmanlıların İslam halifeliğinin uzantısı olduğunu merkeze alarak formüle edilmesi. Burada Türk ve Arap halifeler arasında denklik sorunu olarak gördüğümüz etnik temelli yeni bir kriz ortaya çıkıyor. Bu, Arap halifelerinin bir uzantısı olarak anılan, kitaplarında sıkça görülen hayallere ve bakış açısına dayanan bir propaganda ile destekleniyor.

‘Osmanlı Aleyhtarlığı’ konusunda çelişkilere saplanma

Kurşun, sunduğu Osmanlı aleyhtarlığı hipotezinde, bu aleyhtarlığın birçok aşamadan geçtiğini ifade etti. Türkiye ile bölgesel rekabet için bir araç olarak kullanılan Osmanlı aleyhtarlığının yeni bir boyuta taşındığını söyledi.

Görünüşe göre mevcut Türk politikası, hataları ve suçlarıyla Osmanlı üslubunu benimsiyor. Avrupa’nın bugün Türkiye’yi reddedişi bize Osmanlı pusulasının Avrupa’dan doğuya dönüşünü hatırlatıyor. Türkiye’nin Avrupa konusundaki başarısızlığının ardından yaptığı tam da bu. Tüm riskler ve siyasi karmaşa dayatmasıyla birlikte yönünü Arap dünyasına döndü.

Osmanlı aleyhtarlığı; bazı tarih okuyucularının, özellikle de Osmanlı düşmanlığı fikriyle dolu olanların (Birinci Dünya Savaşında Osmanlı’ya tepki olarak başlatılan Büyük Arap Devrimi ve Arap Ulusal Hareketi’ne katılanların) zanlarına ya da yabancıların kitaplarının etkisiyle yayılan hezeyanlara dayanıyor.

Türkler ve onlara sempati duyan Arapların yüksek hassasiyet sahibi oldukları konu, Osmanlı’nın eleştirilmesidir. Bunu tartışmasız bir düşmanlık olarak değerlendiren bu taraflar, Osmanlı’yı eleştiri oklarından uzak tutuyor. Osmanlı’yı bu oklardan uzak tutmak, yalnızca psikolojik bir durumun değil, aynı zamanda ülkesini eleştirilemez gören 2.Abdulhamid tarafından dayatılan eski bir politikanın sonucudur. 2.Abdulhamid, İslam Birliği Hareketi aracılığıyla faşist fikirler ortaya attı. Bu fikirler, günümüze kadar ulaşan parti ve örgütler tarafından geliştirilerek temsil edilmeye devam ediyor. Bu örgütlerden biri de Türkiye’deki mevcut iktidar partisiyle fikir alışverişinde bulan İhvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler)’dir.

İmparatorluğu yeniden kurmayı düşleyen Türkler ve onlara sempati duyan Araplar, iki psikolojik rahatsızlıktan muzdarip durumda: Zıtlıklar Sendromu ve Stockholm Sendromu.

Zıtlıklar meselesine gelecek olursak, bu konu, gücün hükümdar ve halk olarak sınıflandırılmasında kendini gösteriyor. Kavmiyetçilik ve ihlal temeli üzerinde zıtlıklarla kurduğu ilişkisinde gerçekçi olmayan ruhsal canlanmayı ve kanaatleri dayatmasıyla sonuçlandı. Bunu halkların iradesini ve haklarını gasp etmeye ve mülkiyetinin yerine tarihi temeller üzerinde inşa edilen sanal mülkiyetleri koyarak ortadan kaldırmaya çalışan, diğer halkları ve ulusları, fikirleri ve kültürleri ile asimile edici Türk hakimiyeti altına alarak yaptı.

Bunun sonucunda Osmanlı Devleti döneminde hükümdar ve halk arasında güç ve baskı altına alma ile nitelenebilecek karışık bir ilişki ortaya çıktı. Arapların Osmanlılardan ayrılma sürecinin Birinci Dünya Savaşı’na kadar uzamasının nedeni de buydu. Derin bir psikolojik etkiye maruz kalan Araplardan, bir grup bu bilişenden etkilendi ve bu genel hastalıklı psikolojiden kurtulamadılar.

Türk imparatorluğu fikrinden etkilenen Arapların bu halini, Stockholm Sendromu olarak değerlendirebiliriz. Bu Araplar, eski Osmanlı politikası tarafından yazılan birçok tarih kitabının bir mirası olarak ortaya çıkmış ve daha sonra modern Türk politikası tarafından canlandırılmıştır. Böylece bazı Araplar, düşmanına karşı bir sempati ve muhabbet duyar bir hale geldi. Celladına hayran olan bu topluluk, kendi hükümet ve kültürlerinden kaçınıp, hayran oldukları kültür ve yönetimin egemenliğine girmek istemeye başladı. İbn Haldun, Mukaddime isimli eserinde bu kişilere işaret ederek, onların bağımlı hale geldiklerini, psikolojik olarak mağlubiyeti kabullendiklerini ifade eder. Bu nedenle de galip olan tarafın, sloganları, giysileri, inancı, ahvali ve vergilerine tutkun bir hale geldiklerini söyler.[8]

Ahkam kesip suçlamalarda bulunmak kolaydır; ancak bu iddiaları ispatlama ve uzun bir süre derinleştirmek oldukça zordur. Çünkü ortada yerleşmiş, sabit, ne kadar zaman geçerse geçsin değişmeyecek ve kaybolmayacak bir gerçek var. Bu nedenle Türkler ve onlardan etkilenen Arapların şunu iyi anlaması gerek: Tarihin acıması yoktur. Dört asır boyunca Arapların güç ve haklarına el konuldu ve onları yavaş yavaş tüketen Osmanlı Türk kültürünün etkisi altına girdiler. Diğerleri gibi onları da kendisine bağımlı bir millet haline getirip, baskı ve zulüm uyguladı. Buna ek olarak Osmanlı döneminde Arap dünyası ve Arapların bizzat kendileri kamusal yaşamda geriledi. Ulusal ve insani kalkınma duraksadı. Arap sınırları Osmanlı İmparatorluğu hakimiyetine girdi ve vergiye bağlandı. Bu vergiler, mallar ve insan gücü ile ödendi.

Osmanlıların, Arap dünyasını kasten geride bırakmasının en büyük delili olarak I. Selim’in (Yavuz Sultan Selim) Mısır’da Memlükler’i mağlup ettikten sonra hayatı medeni olgulardan yoksun bırakıp, Kahire’deki önde gelen zanaatkâr ve ustaları zorla İstanbul’a göndermesini gösterebiliriz. Memlüklerin saraylarını süsleyen mermerleri dahi sökülüp İstanbul’a götürülmüştü. Bu da Osmanlı Türklerinin medeniyetle yeni tanıştığını ve uygar ülkelere baskın gerçekleştiren milletlerden faklı olmadığını kanıtlıyor.

Daha sonra Osmanlı hakimiyeti döneminde Arap dünyasının Arap olmayan valilere teslim edilmesinden bahsetmiyorum bile. Bulundukları bölgeleri yağmalayıp, ticareti tekelleştirdiler ve derebeylikleri ele geçirdiler. Bunun sonucunda Avrupa’nın karanlık çağlarına benzer gerçek bir feodal sınıf yarattılar.

Örneğin, Birinci Dünya Savaşı sırasında Irak da dahil olmak üzere tüm Arap bölgelerinde Osmanlı ordusu tarafından kullanılan askerler pazarlara girip istediklerini karşılıksız olarak alıyorlardı. Devletlerinin emriyle kendi ülkelerine uzak olmaları nedeniyle haraç kesiyorlardı. Tüccarlara karşı baskı ve istismar politikası güdüyorlardı. Maaşları geciken askerler bunu içerisinde bulundukları bölgelerin mallarından tazmin ediyordu.

Osmanlıların Araplara karşı uygulamaları, Şam ve Mısır bölgesine giren I. Selim’in emrindeki ordunun ilk işgalinden itibaren zulüm, işkence ve eziyetlerle doludur. Yolsuzluklar yapıldı. Hatta İbn İyâs, Bedâʾiʿu’z-zühûr isimli eserinde kadınları kaçırıp fuhuş yaptıklarını bildiriyor. Arap dünyasında yapılanları tasvir eden tarihi kaynaklara göre neredeyse girdikleri her bölgede böyle davrandıkları ifade ediliyor. Araplara dayatılan zorunlu askerlik uygulamasından bahsetmiyorum bile. Arap gençleri evlerinden, ailelerinin yanından alıp, onları gerekli eğitimi tamamlamadan ve ne uğruna savaştıkları konusunda yeterince bilgilendirilmeden zorla savaş cephelerine gönderiyorlardı. [9]

Araplara karşı yapılan zorbalık, geniş çaplı ve gerçektir. H.1106/1685 yılında Şam bölgesinden yer alan ve artan zulmü nedeniyle yönetimdeki Osmanlı Valisi’ni bölgeden çıkaran Hama’da, halkı disipline etmek için askeri bir operasyon gerçekleştirildi. H.119/1698 yılında ise Lübnan’daki Gazir (Ghazir) beldesine bir askeri operasyon düzenlendi. Bundan bir yıl sonra Şam’daki Osmanlı Valisi orduyu Nablus’a gönderdi. Ordu bölge halkını katledip yaklaşık 700 kadını esir aldı. Bu durum, Şam bölgesindeki Arap halkı göç etmek zorunda bıraktı. Şam bölgesindeki erkekler kazıklara oturtuluyor, kadınlar ise içerisine kireç konulan çuvallarda nehirlere atılıyor, köyler ateşe verilip, ağaçlar kesiliyordu. Arapların o zamana kadar bilmediği kurbanın vücuduna kazık çakılması en ağır cezayı temsil ediyordu. Vücuduna kazık çakılarak öldürülen kişi, mümkün olan en uzun süre boyunca işkenceye maruz kalır ve yavaşça can verir. Arapların ölü bedenlerinin ibret için sergileniyor, cesetlerden bazı parçalar özellikle de kulakları kesiliyor ve liderlerden bazıları bununla övünüyordu. [10]

Ayrıca yayınlar ve görevlendirmeler aracılığıyla gerçekleştirdikleri Türkleştirme politikaları uyguladılar. Tüm devlet işlerinde Türkçe kullanılması dayatıldı. Osmanlı hakimiyeti altında bulunan tüm bölgelerdeki okullarda eğitim dili olarak Türkçe ilan edildi. Arapların kimliğinin açık bir girişimle bastırılması devlet sınırları içerisinde hususiyete önem verilmediğinin işaretiydi. [11] Araplar, Türk diline kıymet verilmesinin, kendi devletlerinde resmi dil olarak dayatılmasını büyük bir hakaret olarak nitelediler. Devlet liderlerinin Türkleşme dayatmaları konusunda tutucu bir tavır sergiledikçe durum Araplar için daha kötü bir hal aldı. Bu, özellikle de hoşgörülü davranılmadığı göz önünde bulundurulduğunda Arapların daha önce aşina oldukları bir durum değildi. Resmî kurumlarda Arapça kullanımına yönelik açık ve net bir mücadele veriliyordu. Dünya genelinde Osmanlı tebaası olan Arapların büyükelçiliklerde Türkçe konuşulması zorunluydu. Arap devletlerindeki yetkililer bile, halkla tercümanlar aracılığıyla iletişim kuruyordu. Mısır’da Osmanlı İmparatorluğu egemenliği altındaki dönemde, başlangıcından 1950’lerin sonuna kadar yönetimde bulunan Hidiv ailesi üyelerinin birçoğunun sadece Türkçe konuştuğu için akıcı bir şekilde Arapça konuşamaması bunu ispatlıyor. [12]

Sonuç olarak, Kurşun’un Osmanlı aleyhtarlığı olarak nitelediği mevcut Türk siyaseti, tarihin önceki dönemlerinde alınan hakların talep edildiği yeni bir aşamaya taşınması nedeniyle Türkler için artık yorucu bir hal alan ulusal çerçeve içinde bilinçli bir tarih okumasından duyulan rahatsızlıktır.

Üçüncü yazımızda Kurşun’un ileri sürdükleri bağlamında formüle edilmiş tarihi konuları ele almaya devam edeceğiz.

Dipnotlar

[1] Muhammed el-Fakihi, Ahbâru Mekke fî ḳadîmi’d-dehr ve ḥadîs̱ih, thk: Abdulmelik bin Duheyş, İkinci baskı, Beyrut: Daru Hıdır,1994, c.2/158; Muhammed et-Taberi, Târîhu’l-rusul ve’l-mülûk, thk: Muhammed Ebu’l Fadl, İkinci baskı, Kahire: Daru’l Mearif c.4/251

[2] Ahmed el-Belâzuri, Futûhu’l Buldân, thk: Abdullah et-Tabba’, Beyrut: Müessesetu’l Mearif, s.62

[3] Muhammed Zerkeşî, İʿlâmü’s-sâcid fî aḥkâmi’l-mesâcid, thk: Ebu’l Vefa el-Muraği, Dördüncü baskı, Kahire: İslami İşler Yüksek Kurulu Yayınları, 1996, s.57

[4] İbn Fazlullah el-Ömerî, Mesâlikü’l-ebsâr fî memâliki’l-emsâr, thk: Kamil el-Cebûri, Beyrut: Daru’l Kütübü’l İlmiyye, 2010, c.1/186

[5] Kutbuddîn en-Nehrevâlî, el-İʿlâm bi-aʿlâmi Beytillâhi (beledillâhi)’l-ḥarâm tarihu Mekketi’l Müşerrefe, 37.

[6] Muhammed b. Saad, Tabakatu’l- Kebir, thk: Ali Muhammed, Kahire: Mektebetu’l Hanci,2001, c.6,488-490; Ahmed b. Ebi Yakub, Tarihu’l Yakubi, thk: Abdulemir Mehna, Beyrut: Şeriketu’l A’lemi Lilmatbuaat, 2010, c.2191-206

[7] Tarihu’l Yakubi, c.2,299-347; Celaleddin Suyuti, Târîhu’l-hulefâ, Beyrut: Daru İbn Hazm, 2003, 293-305

[8] İbn Haldun, Mukaddime, Müessesetu’l Kütübi’l İlmiyye, 1994,c.1/156

[9] Muhammed b. İyas, Bedâʾiʿu’z-zühûr fî veḳāʾiʿi’d-dühûr, thk: Muhammed Mustafa, Üçüncü Baskı, Kahire: Daru’l Kütüb ve’l Vesaiki’l Kavmiyye, 2008,c.6/233, Said Tule, Seferbelik ve Cela Ehli’l Medineti’l Münevvera İban Harbu’l Alemiye’l Ula h.1334-1337, İkinci baskı, Medine: en-Nadi’l Edebi ve’s Sekafi bi’l Medineti’l Münevvera, 186

[10] Emin er-Reyhânî, en-Nekebât, Beyrut: el-Matbatu’l İlmiyye, 1928, 45-94.

[11] Ceber el-Hellul el-İttihadiyun ve’l Cem’iyati’s Sırriyye’l Arabiyye 1908-1916, Almanya: Nur li’l neşr, 2017, 8-10

[12] Randall Baker, King Husain and the Kingdom of Hejaz, trc: Sadık er-Rikabi, Amman: el-Ehliyetu’n Neşr ve’t Tevzi’, 1954, c.1/190; Gizli bir Arap Örgütü üyesi (Anonim), Sevretu’l Arab el-Kubra, 1916, Hama: Matabi’ Ebi’l Fida, 1916,26.

Zekeriya Kurşun’un ‘Suudilere Reddiye’ isimli yazı dizisine reddiye (3)

Zekeriya Kurşun, kaleme aldığı son yazısında önemli olduğuna inandığı meseleleri ele aldı; Haremeyn-i Şerifeyn ve Osmanlı hizmeti meselesi. Türkler ve onların yöntemini benimseyen tarihçiler, Osmanlıların Haremeyn’e hakimiyeti konusunda olumlu bir görüş etrafında toplanıyor. Öte yandan genel anlamda Hicaz’da Osmanlılar açısından olumsuz meseleler de söz konusu. Bazı tarihçiler bunların üzerini örtmeye çalıştıysa da bu konuyu ele alan tarihi kaynakları yok edemediler.

Türk tarihçilerinin en büyük krizlerinin, Araplarla sorun yaşamadan önce kaleme alınmış kaynaklarda belirtilenlerde gizli olduğunu düşünüyorum. Çünkü Osmanlılar ve Hicaz’daki yönetimlerini kınayan konuların açık bir şekilde ele alındığı kaynakların ortadan kaldırılması mümkün değil.

Haremeyn-i Şerifeyn

Kurşun, kaleme aldığı yazılarında Hadimu’l Haremeyn-i Şerifeyn unvanının Osmanlı padişahlarına ait olduğunu savundu. Fakat bu unvan onlardan önce kullanılmıştı. Selahaddin-i Eyyubi, Osmanlılardan önce kendine bu unvanı vermişti.

Harameyn konusunun tartışmaya açılması, Suudilerin Haremeyn-i Şerifeyn’e sundukları hizmet ve art arda kaydettikleri başarıları ellerinden alma girişimidir. Suudi Arabistan’ın bu başarıları Türkler için açıkça sıkıntı vermeye başladı. Çünkü bu hizmet konusunda iki otorite arasında bir kıyaslama yapılıyor. Ancak bu kıyas geçersiz ve imkansızdır. Suudiler, görevlerini yüce hedeflere dayandırdı: Bunların başında Harem-i Mekki ve Harem-i Nebevi’deki kutsal mekanlara hizmet sunma teşvikinde bulunan İslam Şeriatı’na uygun davranma geliyor. İslam dünyası ve yeryüzündeki tüm Müslümanlara hizmet etme ikinci hedefi oluştururken, Suudi Arabistan Krallığı topraklarının önemli parçaları olmaları nedeniyle bu mekanlara olanak sağlamak üçüncü hedefi teşkil ediyor. Osmanlı Devleti ise bunun tam aksine Haremeyn’e tek bir amaç uğruna hizmette bulundu; bu da İslam dünyasının en büyük coğrafi alanından sorumlu olan imparatorluğunun siyasi propaganda aracı olması ve otoritelerine kutsal bir nitelik kazandırmasıydı.

Tarihi kanıt isteyen, Arap Yarımadası da dahil olmak üzere Arap dünyasının, Osmanlı döneminde büyük bir bölümünün nasıl bir politik ve ekonomik olarak ihmalden muzdarip olduğunu hayal etmelidir. Basra Körfezi Avrupalıların sömürge tamahlarına terk edilmiş, Endülüs ise onu korumak için ciddi adımlar atmayan Osmanlı Devleti’ndeki Osmanlı halkını yardıma çağırıyordu. Osmanlı hükümranlığının çeşitli dönemlerinde bu olayalar yaşanırken İmparatorluk, Avrupa dünyasında siyaset yapmaya çalışıyor, Fransa ve benzeri ülkelerdeki diplomasisini formüle ediyordu. Ancak kendisine bağlı ve iddiasına göre himayesi altında olan bölgelerin kalkınması için ciddi adımlar atmıyordu.

Bu nedenle, Arap Yarımadası sakinleri de dahil olmak üzere Arap halkları, Osmanlı Türkleri gerçeğinin gayet farkındaydı. Vatanlarının kan kaybetmesinde Osmanlıların ihmallerini biliyorlardı. Bu nedenle yarımada halkı Osmanlı projesine karşı çıktı. Gerek İlk Suudi Devleti’nde gerek iki devlet arasındaki dönemde gerekse de İkinci Suudi Devleti ve Kral Abdulaziz döneminde Suudi devletinin liderleri ile temsil edilen ulusal destek aracılığıyla dayatılan Osmanlı hegemonyasını ve empoze edilen çözümleri reddedildi. Osmanlılar, İkinci Suudi Devleti döneminde Suud ailesi üyelerinden biri üzerinde onların adına yönetime geçmesini hedefleyen projelerini gerçekleştirmeye çalışsa da; halkı, ne kendilerine ne de temsilcilerine yönlendirmeyi başaramadılar. Bunun ardından tüm sömürge projeleri tek tek başarısızlığa uğradı.

Osmanlıların Haremeyn-i Şerifeyn ve İslam dinine samimi bir şekilde hizmet etmediklerinin delili olarak; hiçbir padişahın Haremeyn-i Şerifeyn’i ziyaret etmemesi veya hac ibadetini eda etmemesini gösterebiliriz. Haremeyn-i Şerifeyn hizmeti, hükümdarın bu iki kutsal mekânı gözetmesi, ziyarette bulunması ve sunulan hizmetlerin denetiminde bulunmasını kapsıyor. Oysa Hicaz’ı egemenlikleri altına aldıkları dönemde bunlardan doğrudan Osmanlılar sorumluydu.

Osmanlıların Haremeyn-i Şerifeyn’e bağlılığı konusunda hâkim olan siyasi görüşü daha iyi anlamak istiyorsak bilmeliyiz ki Osmanlılar, Haremeyn-i Şerifeyn’i ilhak edene kadar zayıflatmaya çalıştıkları İlk Suudi Devleti’ni muhatap almadılar. Kurşun’un kendisi de Osmanlıların Mekke-i Mükerreme’nin ilhakına kadar İlk Suudi Devleti aleyhine hareket etmediğini ispatlıyor. Kurşun kitabında şu ifadelere yer veriyor: “Vehhabilerin Mekke’yi işgal etmeleri Osmanlı Devleti’ni harekete geçirdi. Derhal etraftaki valilere kesin emirler vererek harekete geçip, tedbir almaları istendi” [1]

Osmanlıların İngiltere de dahil olmak üzere İlk Suudi Devleti’ni devirmek için yabancı güçlerle ittifak kurmaya çalıştıkları bilinen bir gerçek. İngiliz Kaptan George Foster Sadler’ın h. 1334/1819 yılında İbrahim Paşa’nın karargahına bir ziyarette bulunarak Suudi Devleti’nin devirmelerini tebrik etmesi bunu kanıtlıyor. Söz konusu ziyarette ayrıca devletin yıkılmasının bile Suudi nüfuzunun ortadan kalkması için İlk Suudi Devleti’ne bağlı kalan son bölgeler olan Rasu’l Hayme, Şarika ve Kavasim şeyhlerini yok etmeyi amaçlayan Osmanlı-İngiliz ortak saldırısı için onunla yerel ve bölgesel güçlerin seferber edilmesi konusunu ele alması da bir delil sayılabilir. Bunun ardından İngiltere, aralarında yaptıkları anlaşma ve planların ardından Osmanlı yönetimi döneminde Şarkia’ya dördüncü operasyonunu gerçekleştirdi. Osmanlıların Suudi nefreti en üst düzeye ulaşmıştı. Brydges kitabında şu ifadelere yer verdi: “Acizlikten güce dönüşen bir halk tarafından kurulan devlet böylece sona erdi. Asya’daki Türk paşaları ve Kostantiniye’deki padişahları korku saldı. Vehhabiler, gerçek güçlerinin büyüklüğü konusunda aldanıp, İngiliz hükümetine meydan okuyabileceklerini düşündüler.” Bu, İngiltere’nin İlk Suudi Devleti’ni devirmek için Osmanlılarla birlikte hareket ettiğini kanıtlıyor. [2]

I.Selim (Yavuz Sultan Selim) tarafından kullanılan Hadimu’l Haremeyn-i Şerifeyn unvanına gelince burada ilginç bir durumla karşılaşıyoruz. Hem gururlanarak bu unvanı ilk kullanan kişinin kendisi olduğunu söylüyor hem de ‘Selahaddin-i Eyyubi’den sonra’ ifadesini ekliyor. O halde nasıl ilklik iddiasında bulunabiliyor? Herkes kendinden öncekinden sonra gelen ilk kişi olmakla övünebilir. Haremeyn-i Şerifeyn’e hizmet, unvan veya ilklikle değil, tarihte yapılan işler ve kanıtlarıyla ortaya çıkar.[S1]

Aslında Osmanlılar, Haremeyn-i Şerifeyn’e hizmette bulundular. Ancak bu –Kurşun’un söylediği gibi- en güzel şekilde değildi. I. Selim, Memlükler devletini yıkmadan önce h.922/1516 yılında kendini Hadimu’l Haremeyn-i Şerifeyn ilan etti ve hedefinin Haremeyn’i ele geçirmek olduğunu açıkladı.[3]

Kurşun, Hicaz’ın işgali konusunda, bir noktayı gözden kaçırıyor. I. Selim, Şerif’in oğlunu gönüllü olarak gönderdiği iddiasının aksine daha fazlasını gerçekleştirmek üzere askeri bir operasyon gerçekleştirmeyi planlıyordu. Es-Sincari’nin Menaihü’l-Kerem isimli eserine göre I. Selim, Memlükler’in yıkılışının ardından kendisinden Mekke Şerifi’yle yazışmasını talep eden Hicazlı bir grup olmasaydı, Mısır’a bir ordu göndermeyi planlıyordu. Bunun ardından Şerif’le yapılan yazışmalarda oğlunu I. Selim’e göndermesi ve bağlılığını açıklaması talep edildi. [4]

Osmanlılar, Hicaz’ı ele geçirdiğinde, özerk bir yönetime sahip olan Mekke-i Mükerreme’yı denetlemek üzere Cidde’de bir sancak kurmakla yetindiler. Bu, Osmanlıların birçok ülkeyi ilhak etme ve yönetme politikasının bir parçasıdır. Osmanlılar, propagandalarının bir parçası olarak, Harem-i Mekki’deki Hanefi makamını yeniden onararak saltanatın resmi mezhebinin Hanefilik olduğunu teyit etme ve bazı maddi yardımlar yoluyla Haremeyn-i Şerifeyn ile ilgilenmeye başladılar.

Hicaz’ın işgalinden dokuz yıl sonra h.932/1525 yılında, Harem-i Mekki’nin saygınlığına zarar verecek faaliyetlerde bulundular. İbn Fehd kitabında bu konuyla ilgili şu cümlelere yer veriyor: “Mekke’de çirkin işler yaptılar. İnsanların evlerine saldırıp ailelerin hanımları da dahil olmak üzere herkesi evlerden çıkardılar. Halkın evlerine el koyup, mallarını yağmaladılar. İnsanlar yardım çağrısında bulundu ancak kendilerine Allah’tan başka yardım edecek kimse yoktu. Verdikleri zarar o derece arttı ki bölge halkı da yolcular da onlara beddua etmeye başladı. Eziyetlerine devam ettiler. Kadınlara açıktan kötülük etmeye başladılar. Çarşılardan yok pahasına yiyecek temin ettiler. Bazıları aldıkları karşılığında herhangi bir ücret de vermiyordu.” [5]

Hangi hizmet saygınlığı azaltır? Bunun ardından tarihi kaynaklarda ayrıntılı bir şekilde anlatıldığı üzere kutsal bölgelerde çok sayıda ihlal gerçekleştirdiler. Ancak buna rağmen Osmanlılar ve tarihçilerinin Haremeyn-i Şerifeyn’i imarın, bölgenin ileri gelenlerinin talep ve ısrarı üzerine gerçekleştiğini iddia ediyor. Restorasyon ve imar asgari düzeyde gerçekleştiriliyordu. Bunun nedeni ise özellikle de hicri onuncu asırda Osmanlılar tarafından yapılan bayındırlık faaliyetleri büyük bir dikkatle yürütülüyordu. Osmanlılara tabi olan radikal sûfiler, inşaat faaliyetleri konusunda gerçekçi olmayan bir bakış açısına sahipti. Bu aşırılık yanlısı sûfilere göre, bu şerefli yapı koruma altındaydı ve bu nedenle imar ve restorasyona ihtiyacı yoktu. O yüzden herhangi bir bayındırlık, bakım ve imar faaliyeti, farklı akımlar arasında düzenlenen çok sayıda toplantı, müzakere ve çatışmanın ardından asgari düzeyde gerçekleştiriliyordu. [6]

Binaenaleyh Türklerin övünerek bahsettikleri Haremeyn-i Şerifeyn hizmeti ve yardımlar kusurlarla doluydu. Suudi Arabistan Krallığı’nın sunduğu hizmetlerle kıyaslanması mümkün değil. Tarihi kaynaklara göre Osmanlılar, ardından felaketler ve saygınlığı zedeleyen musibetler gelen hizmetler sundular. Hizmet konusunda verdiklerinden çok daha fazlasını alıp götürdüler. Tıpkı Fahri Paşa’nın (Fahrettin Paşa) Medine’deki ‘seferberlik’ hadisesinde bölge ahalisini sürgün etmesi gibi tarihi çok sayıda olayla Haremeyn-i Şerifeyn’in kutsiyetini ihlal etmelerine değinmiyorum bile. Fahri Paşa, Medine’deki yaklaşık 170 alim ve önde gelen ismi hapse attırıp onları Şam ve Anadolu’ya sürmüştü. Söz konusu kişiler Birinci Dünya Savaşı’nda esir konumuna düştüler. Sürgün, zorunlu göç ve kısıtlamalar gerçekleştirilirken, ahaliyi koruyan asker elleri, kendilerini yakalayan ellere dönüştü. Sokaklarda gördükleri kişileri tutuklarken kadın mı çocuk mu, yaşlı mı yoksa bir aile reisi mi olup olmadığını önemsemediler. Medine halkı tarafından anlatılan trajediler o kadar fazla ki bunu ne Fahrettin Paşa ne de Osmanlı tarihinin affettirebilmesi mümkün değil.

Mescid-i Nebevi minberinden başka bir yerde hutbeye çıkmayan Fahri, Araplara hakaretler eder ve onları hain olarak nitelerdi. Fahri, Hz. Peygamber’in Mescid-i Nebevi’deki hücresi ve kabr-i şerifini ve Harem-i Nebevi’nin avlusuna patlayıcılar döşeyip, üzerindeki baskı artıp çember daraldığında patlatma tehdidinde bulunmuştu.

Osmanlıların Harem-i Mekki’deki son dönemi, modern çağda Harem’i hedef alan en büyük saldırıya tanık oldu. H.1334/1916 yılında Şerif Hüseyin b. Ali isyanı olarak adlandırılan bu olayda koruyucu konumundaki Osmanlılar, Ecyad Kalesi’nden Harem-i Mekki’yi topçularla hedef aldılar. Yapılan topçu atışları Ka’be’deki Haceru’l Esved’in üst kısmına isabet etti. Fırlatılan ateş topları nedeniyle Ka’be’nin örtüsü tutuştu. Bombalarla revaklara zarar verdiler.[7]

Osmanlıların Haremeyn-i Şerifeyn’e hâkim oldukları dönemi dikkatle incelesek, Osmanlı hizmetlerini yücelten birçok çalışma, araştırma ve kitapla çelişen çok şey buluruz. Haremeyn’e hürmet göstermediklerini, kutsal mekanların saygınlığını zedelediklerini, haram kılınan birçok fiilde bulunduklarına tanık oluruz. Yukarıda verdiğimiz örnekler dahi durumun bu çalışmaların aksine olduğunu göstermek için yeterli. Tarihi bir inceleme Osmanlı döneminde Haremeyn’in uğradığı musibetlere daha çok ışık tutacaktır.

Kurşun’un Osmanlı Devleti’ne ait resmi belgelerle yetinmek yerine iyi bir tarih okuması yapmasını dilerdim. Bunlarla övünmek, tarihsel gerçekliği yansıtmıyor. Belge ve yazıların resmi perspektifi yansıttığı göz önüne alındığında tarihi gerçekliği temsil etmesi mümkün değil. Çünkü gizlenmek istenen değil, gösterilmek istenen tarih anlatılıyor.

Kuşun ve diğerlerinin yaptığı, doğal düzenin bir kısmını ortadan kaldıran bir ideolojiye göre politik güç üretme, Türkleri, aralarında Arapların da bulunduğu diğer milletlerden üstün gören bir aristokrasiye göre yaşama ve Osmanlıların yaptığı gibi başkalarının servetlerine dayalı bir hayat sürdürmeye dönüş girişimleri kapsamında kadim miras çağrısında bulunmaktır.

Dipnotlar

[1] Zekeriya Kurşun, el-Osmaniyyun ve Al Suud fi’l Arşifi’il Osmani 1745/1914, Beyrut: Daru’l Arabiyye li’l Mevsuat, 2005, 75.

[2] George Foster Sadler, Yevmiyyat Rihletun Abra’l Ceziretu’l Arabi 1819, trc: Adnan el-Avami, Beyrut: Daru’l İntişar el-Arabi,2016; Harford Jones Brydges, A Brief history of the Wahauby, Londra: JAMES BOHN, 1834, 105.

[3] İbn Tolun, Müfâkehetü’l-ḫillân fî ḥavâdis̱i’z-zamân; Muhammed b. İyas, Bedâʾiʿu’z-zühûr fî veḳāʾiʿi’d-dühûr.

[4] Ali es-Sincari, Menaihü’l-Kerem fî Ahbari Mekke ve’l-Beyt ve Vülati’l-Harem, thk: Macide Zekeriya, Mekke: Merkez İhya et-Turas el-İslami, 1998, c.3, 225-227.

[5] Carullah b. Fehd, Neylü’l-münâ bi-ẕeyli Bülûġi’l-ḳurâ li-tekmileti İtḥâfi’l-verâ, thk: Muhammed el-Hile, Mekke: Müessesetu’l Furkan li’l Turasi’l İslami, 2000,c.1, 357-362

[6] İbtisam Keşmiri, Mekketu’l Mukerreme min bidayeti’l hükmü’l Osmani ile nihayeti’l karni el-aşir el-hicri, Mekke: Camiatu Ummu’l Kura, 2001.

[7] Abdullah b. el-Hüseyn, Muzekkirati, Amman: Daru’l Ehliyye, 1989,114-116.

Zekeriya Kurşun’un ‘Suudilere Reddiye’ isimli yazı dizisine reddiye (4)
Osmanlı Türkleri, Arap Müslümanlara karşı en ağır suçları işledi. Onları baskı altına alıp ikiyüzlü bir politikalarıyla hayatlarını heder etmekten zevk alıyorlardı. Şöyle ki; İslam ve saltanat üzerine ağlasalar da aslında uğrunda ağladıkları şey prestijleri ve güçleridir ve bunu İslam ve onu korumak adına yaptıkları izlenimi verirler. Bunun arkasındaki amaç farklı milletlerden Müslümanlar arasında propaganda imkânı elde etmektir. Öte yandan gücü, kuvveti ve otoriteyi, propaganda yoluyla elde etmeye çalışırlar.

Zekeriya Kurşun, tarih araştırmaları için ulus devletin inşasından sihirli bir yöntem olarak söz eder ve bunu olmazsa olmaz bir meseleymiş gibi ele alır. Bunun ardından karalamak istediğinde, Suudi Arabistan’da bu durumun tam tersine işlediğini ve Suudi hanedanlığının tarihi tespit yerine tarihin inkarına odaklandığını söyledi. Bunun nedenlerinin ise bedevi kültür anlayışının medeni hayatın tesisine yarayan tarihi reddetmesi ve Vehhabiliğin tarihi anlayışı olduğuna işaret etti.

Kurşun’un ulus devletlerin inşasının, ulusal tarihi mantıklı bir şekilde kullanmaya dayandırdığını varsayarsak; Suudi Arabistan, bu önerinin çok ötesinde bir kapsayıcılık ve derinliğe sahip bir bakış açısına sahiptir. Suudi Arabistan’da tarih, Hz. Peygamber’in (sav) Mekke’de elçilikle görevlendirilişinden başlayıp Arap Yarımadası dışına yayılmasını da kapsayacak genel bir çerçevede İslam tarihi olarak ele alınıyor.

Bununla birlikte Kurşun’un böyle bir meseleyi kavrayabilmesi zordur. Bir ülke kendi özel tarihini formüle etmeye çalıştığında Türkiye’nin yaptığı gibi milliyetçiliğini ön plana çıkarır. Kurşun ve destekçilerinin anladığı tarihi formüle etmektir. Suudi Arabistan’da tarih, bütüncül bir kültürün saf kaynağı anlamına gelir. Türk kültürü de bu kaynaktan çıkmış ve genişlemiştir. Bu, kaynakların, dallardan farklı bir olduğunu anlamayanlar için anlaşılması zor bir konudur.

Vehhabiliği ele alacak olursak, Kurşun’un söylediğine göre Muhammed b. Abdulvehhab öncesini küfür ve delalet olarak niteliyor. Ayrıca 18. yüzyıla kadar yaşanan bütün tarihi birikimi reddediyor. Bu iddialar, Kurşun’un Suudi Arabistan’ın tarihe bakışının yanlışlığını gösteriyor. Suudi kaynaklarının hiç birinde tarih reddedilmez.

Burada belki de Cezayirli bilgin Muhammed el-Hacvi’nin Osmanlıların Vehhabilik kavramının propagandası konusundaki söylediklerine değinmeliyiz. Bunları ele almak dahi zulüm ve iftiradır. Hacvi, Şeyh Muhammed b. Abdulvehhab’ın çağrısı ve Osmanlılar tarafından ileri sürülen yalanlar ve planlardan bahsederken şu cümleleri kullanır: “Mesele, dini değil siyasidir. Aslında din ehli, bu inkârı ilk dile getirenin, 100 yıl önce Haremeyn-i Şerifeyn’i ellerinden çekip alan ilk İbn Suud hakkında yalan propagandalar yayanların Osmanlı Türklerinin kendisi olduğu konusunda hemfikirdir. Mısır Emiri Büyük Mehmet Ali Paşa’dan yardım talebinde bulunanın onlar olduklarının fakındalar. Mehmet Ali Paşa’nın Vehhabiler’i Haremeyn-i Şerifeyn’den kovma ve İbn Suud’u esir alma konusunda onlara yardım ettiğini de biliyorlar. Necid’deki Hanbelileri Vehhabi olarak isimlendirenler de Türklerin ta kendisiydi. İslam dünyasında onlar hakkında suçlamalarda bulunup yalanlar yayanlar da Türklerdi. Necid Hanbelileri hakkında yalanlar yazdırmak için dört bir yanda fakihler kiraladılar. Vehhabilik karşıtı bir kitap yazıp, İmam Muhammed b. Abdulvehhab’ın kardeşi Süleyman b. Abdulvehhab adına yayınlatanlar da Türklerdi. İbn Suud’u esir alıp Asitane’ye götürerek ona verdikleri sözlerden cayıp, ihanet ederek öldürenler de onlardı. Türklerin İbn Suud’a karşı açtıkları bu savaşta yabancıların parmağı olduğunu düşünüyorum. Onlara İbn Suud’un Hicaz’a hâkim olmasını, adalet, güven ve merhamet yaymasını, orayı Allah’ın indirdikleriyle yönetmesini kötü gösterenin yabancılar olduğunu düşünüyorum. Hicaz, Türklerin döneminde, bir kaos ve eşkıyalık merkeziydi. Vehhabilik geldiğinde yolları emniyet altına aldı. Bölgeye adalet ve güven yaydılar.” [1]

Kurşun’un yazılarını incelediğimizde, merceğini Suudilere yönelttiğinde, sûfi bakış açısının etkisi altında kaldığını görüyoruz. Meselenin tarihi ve akidevi konular arasında ayrım gerektirdiğinin farkında değil. Suudi tarihi hakkındaki kitaplarda tüm tarihi meseleler ele alındı. Akide (Kelam) kitaplarında ise Osmanlıların doğrudan ve dolaylı olarak ilgisinin bulunduğu şirk tezahürlerinden biri olan Tasavvuf eleştirildi. Suudi Arabistan’daki itikat anlayışında, Zekeriya Kurşun tarafından kullanılan Vehhabilik kavramı tanınmıyor. Kurşun’un nitelemesi, sûfi Türkler ve Osmanlı tarihi ile ilgili düğümü temsil ediyor. Dolayısıyla, itikat ile tarihi birbirine karıştırıyorlar. İtikat meselesini de Tasavvufi inançlarını savundukları bir tarihi bakış açısıyla ele alıyorlar.

Kurşun daha önce kitaplarından birinde makalesindeki görüşlerle açıkça çelişen ifadelerle Muhammed b. Abdulvehhab’ın görüşlerini ele almıştı. Kitabı ve makaleleri arasında görüş farkı olmasının nedeni ise kitabı kaleme aldığı dönemde Türkler Suudi karşıtlığı yapmıyordu. Makaleler ise ilmi mantıkla ilgisi olmaksızın tamamen politik amaçlarla yazıldı. Kurşun kitabında şu ifadeleri kullanıyor: “Dinin kökenine ve ilk biçimine dönmeyi hedefleyen Muhammed b. Abdulvehhab’ın fikirleri ile Bedevilerin bununla uyumlu doğaları arasında büyük bir uyum vardır. Dolayısıyla bu hareket veya Selefiliğin öne sürdüğü fikirler, yeni bir mezhep ya da doktrin yerine öze dönüş ve dinin ilk biçimini ihya etmeye davet şeklinde tanımlanabilir. [2]

Makalesinde Suudilerin 1960’lı yıllardan sonra tarihin kullanılabileceğini keşfettiklerine işarette bulundu. Suudilerin tarihe yoğunlaşmalarının büyük ölçüde son çeyrek asırda gerçekleştiğine dikkat çeken Kurşun, Necid coğrafyasının yerleşik olmayan bir kültürü temsil etmesinin Suudiler için bir sorun oluşturduğu eleştirisinde bulundu.

Elbette ki bu söyledikleri ile herkesle çelişiyor. Gerek resmi düzeyde gerekse de bireysel yazıya geçirme şeklinde olsun erken dönemlerde başlayan kayıt faaliyetleri ve buna gösterilen özen ve ilginin en büyük şahidi Suudi kaynaklarıdır. Tabii ki, Suudi Arabistan’da tarih, bir takım gelişim aşamalarından geçti. Suudi tarihinin durumu da diğer milletlerin tarihi gibidir. Necid’in istikrarsız bir bölge olduğu veya Suudilerin önünde engel oluşturduğu yönündeki mantıksal yorumlara dayanmayan Kurşun’un sözlerinin anlamını idrak eden herkes, bu sözlerden suizandan başka bir sonuç çıkarması mümkün değildir.

‘Ulusal Tarih Pusulası’ Kral Selman

Kurşun, 1980’li yıllarda Mekke’de, Ümmu’l -Kura Üniversitesinde başlayan Hac ve Haremeyn araştırmalarının, İslâm tarihinin değişik devrelerine ama özellikle Osmanlı asırlarına dikkatleri çekmesinin, hanedanın doğduğu coğrafyalardaki mutaassıp çevreleri rahatsız ettiğini iddia etti. Bunlar sadece herhangi bir delile dayanmayıp, temelsiz sanrı ve fikirlerden ibarettir. Çalışmalar, Ümmu’l-Kura Üniversitesi ve Merkezu’l Medine, ayrıca Daretu’l Melik Abdulaziz (Kral Abdulaziz Araştırma Merkezi) gibi devlet kurumlarında yapılmaya ve yayınlanıp korunmaya devam etmekte.

Kurşun, sözlerinin rağbet görmesi ve önem kazanması için Suudi Arabistan Kralı Selman bin Abdulaziz’in iyi bir tarih okuyucusu olduğunu ifade etti. Bu, Kral Selman hakkında yeni bir bilgi değil. O, dengeli bir ulusal yaklaşım, düşünce ve yönteme sahip. Görüşleri, yönelimleri, düşünceleri ve analizleri ile önemli bir tarihi denge.

Kral Selman’ın tarihin araçsallaştırılabileceğini keşfettiğini söyleyen Kurşun, dikkatleri Hicaz bölgesinden Riyad’a çekmeye çalıştığına işaret etti. İleri sürdüğü bu iddia, siyasi yönelimlerine göre ortaya attığı varsayımdan başka bir şey değildir. Öte yandan gerçek ise tamamen farklıdır. Tarih araştırma merkez ve kurumlarında, Necid ve Riyad hakkında yazılan kitaplardan kat be kat daha fazla Hicaz hakkında eser yayınlanmıştır. Suudi Arabistan’daki bölgeler arasındaki ayrım konusuna değinmeyeceğiz. Çünkü hepsi bir bütündür. Şüpheli hedefler, ülkenin bölgeleri arasında ayrımcılığa neden olamaz. Suudi Arabistan’daki ulusal tarih bilinci, ülkenin çatışan ve çelişkili parçalara bölünmesi yönünde var olmayan bir kavramı derinleştirmeye yönelik düşünceleri dikkate alındığında, düşmanlar tarafından bir kriz olarak algılanıyor. Öte yandan Suudi Arabistan gerçeğinde böyle bir durumun varlığı söz konusu değilken, ulusal birlik tezahürleri dahi ülkenin düşmanları açısından rahatsız edici bir hal aldı.

Bir zamanlar Kurşun’un kendisi Suudi Arabistan’ın himayesini elde etme umuduyla ona sokuluyor, rızasını almayı umuyor, arkasından koşuyordu. Oysa kelimelerle işlerine geldiği gibi oynayarak ve yanılsamalarını büyüterek tarihi şantajlar peşinde olan o ve benzerleri bunu elde etmekten uzaktırlar. Çünkü Suudi Arabistan ve tarihi, şantajlardan ve yanılsamalardan daha büyük ve derindir.

Türk izlerine karşılık Suudi izleri

Necid bölgesi, Osmanlı tarihi açısından bir sorun teşkil ediyor. Bu nedenle Kurşun, Haremeyn-i Şerifeyn’de yapılan genişletmelere Necid damgası vurularak Osmanlı izlerinin silindiğini söylüyor. Bir yandan genişletme faaliyetlerinin ihtiyaç duyulması nedeniyle yapıldığını ifade ederken diğer taraftan Osmanlı izlerinin silinmeye çalışıldığına işaret ediyor. Genişletme faaliyetleri yapılırken diğer taraftan yakın zamanlı tarihi izleri nasıl koruyabiliriz? Bilmiyoruz. Korunması gereken Osmanlı izleri nelerdir? İzlerini korumak uğruna genişletme faaliyetlerini durdurmamız gereken Osmanlılar kim? Bıraktıkları eserler Beytullah’a gelen hacılara hizmet için olmazsa olmaz mı? Yoksa korunması gereken dünyanın önemli bir soyu olarak mı değerlendiriliyorlar?

Osmanlı İmparatorluğu, Hicaz’da bir isim ve bazı taşlar ve tarihe miras bıraktıkları suçlardan başka bir şey değildi, dolayısıyla eserleri nasıl korunabilir? İzler hakkında konuşacak olursak, daha derine ve gerçeğe inmemiz ve eski dönemlerde Türkler tarafından Haremeyn-i Şerifeyn’den yağmalanıp müzelerinde sergilenen eserlerin iadesini talep etmemiz gerekir. İslam’a ve ulusa hizmet etmek için bir kalkınma arayanlar ile değeri olmayan şeyi empoze ederek tarih ve mantığı kandırmaya çalışanlar arasındaki fark işte budur. Ayrıca iade etmeleri gereken ulusal bir hakkı gasp ettiklerini unutuyorlar. Bu nedenle, eski eserler konusu Türkiye’nin dikkatle ele alması gereken tehlikeli meselelerden biridir. Bu mesele gündeme geldiği takdirde durum aleyhlerine dönecektir. Haremeyn-i Şerifeyn ve Arap Yarımadasıyla ilgili her şeyin iadesi uluslararası toplum nezdinde resmen ve alenen talep edilecektir.

Dipnotlar

[1] Muhammed el-Hacvi, el-Vehhabiyyun Sunniyun Hanabile, Sahifetu’s Sırât, Birinci Yıl, 5.sayı 26 Cemaziyelahir 1352/ 19 Ekim 1933.

[2] Zekeriya Kurşun, el-Osmaniyyun ve Al Suud fi’l Arşifi’il Osmani 1745/1914, Beyrut: Daru’l Arabiyye li’l Mevsuat, 2005, 104.
Zekeriya Kurşun’un ‘Suudilere Reddiye’ isimli yazı dizisine reddiye (5)
Zekeriya Kurşun’a reddiye yaptığımız yazı dizisinin son halkasında tarihin siyasi çıkarlara hizmet etmeye ya da ideolojik ve etnik hedeflere ulaşmaya yönelik bir şekilde kullanılmasına izin veren bazı tarihçilerin gerçekliği ile ilgili genel bir durumla karşı karşıya olduğumuzun farkında olmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle birçok tarihçi yüksek bir sesle bizi tek doğru konuşanın kendileri olduğuna ikna etmeye çalışıyor. Bu tarihçiler, kelimeleri manipüle edip, kendi düşüncelerine hizmet edecek metinlerden alıntılar yaparak, diğerlerini ikna etmek için özveriyle tekrar tekrar çeşitli yöntemlerle çabalıyorlar.

Pekiştirme ve vurgu üslubu genellikle herkes tarafından kolaylıkla kabul edilmeyecek fikirler için kullanılır. Bu nedenle tekrar ve pekiştirmeye dayalı stratejilere başvurulur. Böylece muhatap zamanla ileri sürülen iddia konusunda yeniden düşünme ve kendini ikna etme ihtiyacı hisseder.

Kurşun’un empoze etmeye çalıştığı konu ise daha önce de ele aldığımız gibi Osmanlı aleyhtarlığı yapılması meselesidir. Kurşun’un ısrarcı olduğu bir başka konu ise Osmanlı’nın bölgeye egemen olduğu dönemin Hicaz açısından olumlu geçtiği ve Osmanlıların Haremeyn-i Şerifeyn’e hizmet ettiği iddiasıdır. Tüm bunlar, Suudilerin Arap dünyasındaki Türk efsanesi algısını imha ettiği geçmişteki Suudi- Osmanlı savaşının bir ürünüdür.

Bu yüzden, sempati kazanmak için, Osmanlı devletinin sömürgeci değil, İslami bir devlet olduğu ve İslam dünyasını ve hilafeti koruduğu fikrini öne sürerek ve daima modası geçmiş fikirler ortaya koyarak onları tarihi açıdan kuşatırlar. Ancak Türklerin içlerinde bunun aksini söyleyen gizli bir hakikat duygusu vardır ve dolaylı olarak suçlarını kabul eder ve tarihlerinin hatalarını bilirler.

Kral Abdulaziz

Kurucu Kral Abdulaziz’in Mekke-i Mükkereme’deki sarayında h.1349/1931 yılı hac heyetleri onuruna tertip ettiği bir yemekte hazır bulunan misafirlerden biri olan Osmanlı Padişahının torunu Ahmed Vahdettin için söyledikleri, Arap Yarımadası’ndaki Osmanlı gerçeğinin en büyük kanıtıdır. Kral Abdulaziz, Ahmed Vahdettin için şunları söylemişti: “Allah yoluna çağrı nedeniyle eziyetler gördük. Şiddetli bir şekilde katledildik. Ancak sabrettik ve direndik. Bu zamana kadar en büyük savaşı şu adamın (Osmanlı Padişahı torununu kast ediyor) ecdadına karşı verdik. Emiru’l Mü’minin’in kulları olmayı kabul etmeyip, ‘Hayır, hayır, hayır Allah’tan başkasına kul olmayız’ dediğimiz için katledildik. (Sadece karşı konulmaz kudret sahibi ve her türlü övgüye lâyık olan Allah’a iman etmelerinden ötürü nefret edip, intikam alıyorlardı.) [1]

Kurucu Kral, olanları Müslümanlar için bir vaaz ve ibret olması için hatırlatmak istemişti. Özellikle de işgalci Osmanlı İmparatorluğu’nun İlk Suudi Devleti’ne karşı açtığı savaşları, başkent Diriye ve ülkenin doğusunda, güneyinde yer alan birçok şehirde neden oldukları yıkımı hatırlatarak, Osmanlıların, Suudi devleti ve Suudileri, Müslümanları onlardan uzaklaştırmak ve dine dayalı sahih ilke ve amaçlarını çarpıtmak için Vehhabilik ile nitelemesine dikkat çekmişti. Resmi Ummu’l Kura gazetesinin h. 13 Zilhicce 1349/ 1 Mayıs 1931 tarihli 333 no’lu sayısında belgelenen bu konuşma ayrıca Daretu’l Melik Abdulaziz (Kral Abdulaziz Araştırma Merkezi) kurumunun resmi Twitter hesabında yayınlandı.

Öte yandan Kurşun tarihi, mantık terazisinin tartamayacağı, fikirleri ve hedeflerini destekleyecek şekilde kendine göre formüle ediyor. Suudi Arabistan için birkaç seçeneğin söz konusu olduğunu söyleyen Kurşun, önce bölgesel yakınlaşmalarda bulunulabileceğini ardından da hac yönetimi konusunda istişareler gerçekleştirilebileceğini ifade etti. Haccın dünya Müslümanları arasında müştereken idare edilmesi fikrinin kurucu Kral Abdulaziz’e ait olduğuna dikkat çekti. Bu konuyu derinlemesine ele almadan önce ülkenin oluşum yılarına ve Kral Abdulaziz bin Suud dönemindeki Suudi-Türk ilişkilerine kısaca değindi. Ardından o dönemde kaleme alınan ve Suud-Türk ilişkilerinden bahsedilen bir kitapçıktan söz etti.

Bu söylediklerinin haccın müşterek idare edilmesiyle yakından uzaktan ilgisi yoktur. Kurşun, Kral Abdulaziz’in Hicaz’ın ilhakından sonra yapılması çağrısında bulunduğu İslam kongresini istismar etti. Bu kongrenin en önemli hedeflerinin İslam dünyası ülkeleri tarafından yapılacak önerilere uygun olarak hac idare biçimini onaylamak olduğunu belirtti.

Kurşun’un makalesinde katıldığına işaret ettiği ancak Türkiye’nin katılmadığı İslam Kongresi h.1346/1926 yılında gerçekleştirildi. Kongre’de hiçbir şekilde müşterek idareden bahsedilmediği gibi yalnızca hac mevsimi boyunca görüş ve önerilerini sunan İslam devletlerine atıfta bulunulmuştur.

Aksine Kral Abdulaziz, hükümetinin Beytullah ve hacılarının hizmetinde olduğunu vurguladığı açıklamasında şu ifadeleri kullanmıştı: “1343 yılı hac mevsimi boyunca, dünya genelindeki Müslümanlardan hac ibadetini yerine getirmek üzere hacı heyetlerinin Beytullah’a gelişinden memnuniyet ve sevinç duyuyoruz. Onları rahat ettirme ve tüm haklarını muhafaza teminatı veriyoruz. İndikleri tüm limanlardan Mekke-i Mükerreme’ye ulaşımlarını kolaylaştırma taahhüdünde bulunuyoruz.”

İlk İslam Kongresi’ne gelince Kurşun’un iddiası doğru olsaydı sonucunda yayınlanan kararlar arasında bu konuya işaret edilirdi. Ancak bu konu ne gündemde ne de sonuç bildirgesinde yer aldı. Kral Abdulaziz’in Kongre’deki açılış konuşmasında şu ifadeleri kullandığını biliyoruz: “Gözlerinizle görüyor, sizden önce bu diyarlara hac ve ziyaret için gelenlerden işitiyorsunuz. Hicaz ülkelerinin tamamı ve Haremeyn-i Şerifeyn arasındaki kamu güvenliği benzeri görülmemiş bir derecede mükemmellik seviyesine ulaştı. Yüzyıllardır bu düzeye yaklaşılmamıştı bile. Dünya genelinde düzen ve güç bakımından en üst seviyede olan krallıklar dahi bunun üzerine çıkamadı. Fazilet ve üstünlük Allah’a aittir.” Bu cümlelerden de anlaşılacağı üzere Kral Abdulaziz Haremeyn-i Şerifeyn’in vatanın bir parçası olduğunu ve ülkesinin sunduğu hizmetle gurur duyulması gerektiğini vurguluyor. Ardından evlatları da hac ve Müslümanlara hizmet konusunda bu yolu izledi.

Kurşun’un söyledikleri adeti olduğu üzere konuşmayı kendi hedeflerine ulaşacak şekilde formüle etmekten başka bir şey değildir. Ayrıca Türkiye, cumhuriyetin ilk yıllarında Mustafa Kemal Atatürk döneminde ne hacca ne de Haremeyn-i Şerifeyn’e önem verdi. Bu nedenle günümüz Türkleri ve mevcut hükümetlerinin Suudi Arabistan’ın kuruluşundan bu yana yaptıkları konusunda saf bir düşünceye sahip olması mümkün değil. Suudileri, sürdürdükleri meşruiyeti ellerinden çekip alan bir rakipten başka bir şey olarak göremezler. Türkler ve onlardan önce Osmanlıların Haremeyn-i Şerifeyn’e bağlılık noktasındaki takıntıları, İslam dünyasının lideri olma konusundaki tutumlarının desteklenmesine meşruiyet zemini sağladı.

Suudi Arabistan, tüm bu hizmetleri sunarken, bir gün olsun Türklerin bakış açılarını sınırlandırdıkları pencereden bakmadı. Aksine Suudi Arabistan’a göre Haremeyn-i Şerifeyn’e hizmet, Suudi hükümeti tarafından üstlenilmesi gereken bir haktır. Her Suudi vatandaşı Beytullah’a hizmet etmekten onur duyar.

Türk Milliyetçiliği

Kurşun, çok açık bir milliyetçilikle, “Bedeviler inkâr ve münafıklık bakımından daha beterdirler. Bununla beraber Allah’ın, Resulüne indirdiği (hükümlerin) sınırlarını bilmemeye daha yatkındırlar”[2] ayet-i kerimesine istinaden Bedevilere işarette bulunarak Araplar ve Arap kabilelerini değersizleştirmek istedi. Kurşun, Bedevi nitelemesiyle kesinlikle bu ayete işarette bulundu. Ancak ayetteki a’rab ve bedevi kavramların ne anlama geldiğini iyi bilmiyor. Ancak görünüşe göre aynı suredeki, “Yine bedevilerden kimi de vardır ki, Allah’a ve ahiret gününe inanır ve harcadığını Allah katında yakınlıklara ve Peygamber’in dualarını almaya vesile sayar. Gerçekten de bu, onlar için bir yakınlıktır. Allah onları rahmeti içine koyacaktır” [3] ayetini unuttu. Ayet burada Kurşun’un kullanmayı amaçladığı mutlak anlamda değil, önceki ayete bir istisna getiriyor. Buna rağmen, kendi nedenleri ve genel kavramları ile sınırlıdır.

Kurşun, “Bu kabileler, bugün aynı usulle tweet paylaşıyor. Her biri sosyal medyada varlık gösteren, hanedana yaranmak için sitelerinde Osmanlı’ya saldıran bu kabilelerin kayıtları, atalarının mühür ve imzaları, Osmanlı Arşivleri’ndeki urban sürre defterlerinde yer almaktadır” ifadesiyle milliyetçiliğini kanıtlamıştır. Bu ifade ile Arap Yarımadası’ndaki tüm Arap kabilelerini değersizleştirmeyi amaçlamaktadır. Ancak bunun bir utanç kaynağı olmadığının farkında değil. Çünkü bu sürre karşılığında Osmanlı İmparatorluğu’nun yolları koruma altında tutuluyordu. Yani aslında bahsettiği koruma ücretidir. Osmanlılar, para ile otorite dayatmadıkça otorite kuramıyorlardı.

Tarihe dönecek olursak, Kurşun, ‘urban sürresi’ kayıtlarının kendi arşivlerinde olduğunu söylüyor.Bir köşeye itilen, dışlanan, tarihin sayfalarında saklanan detayları kendisine hatırlatmamız gayet insani bir davranış olacaktır. Bahsi geçen detaylardan biri de Türklerin İslam dünyasına gelişleri ile başlayan, insanlığın medeni yönüne aykırı eski kölelik meselesidir

İlk fetihler Türk topraklarına ulaştıktan sonra Emeviler ve Abbasiler daha sonra Orta Asya’da otorite kurmaya ve İslam’ı yaymaya çalıştılar. Öyle ki Türkler, İslam devletinin hizmetine girmeye başladı. Abbasiler, devlet kademelerinde çok sayıda Türk’ü istihdam ettiler. Özellikle de Halife Mu‘tasım-Billâh döneminde ordunun büyük bir kısmını oluşturmaya başladılar. Türkler bu dönemde devletin desteği ve halifenin adamları konumundaydı. Yalnızca Mu‘tasım-Billâh’ın 20 bine yakın Türk memlukü olduğu söylenilir. [4]

Türklerin Irak ve Şam bölgesindeki devletle daha fazla temas kurmaya, İslam dünyasındaki şehirlere sık sık gidip gelmeye başladıktan sonra bölgelerdeki sayıları artıp aralarından bazıları ordu komutanları olarak görevlendirilip, devlet işlerine hakim oldular. Ancak Mu’tasım-Billâh döneminde ortaya çıkan bu aktif katılım kabileler ve büyük gruplar şeklinde değil, ferdi ve ailevi faaliyetler düzeyinde gerçekleşiyordu. Çoğu devlete hizmet etmek için kullanılan kölelerdi. [5]

Memluk olmalarına rağmen halifeleri izole edip öldürebilecek noktaya kadar etkili oldular. Devlet kademelerine egemen olduktan sonra devlet mallarına da hakimiyet kurdular. Bâgir et-Türkî, h.247/861 yılında Halife el-Mütevekkil-Alellah’ı sarayında veziri el-Feth b. Hakan ile bir arada bulunduğu sırada öldürmeye cesaret etti. (Halifeyi, yine memluk olan babası Vasi et-Türk’i’nin mallarına el koymak istediği için öldürdü) Bu, Mu’tasım-Billâh’tan sonra Türk memluklerin İslam devletindeki fiili otoritesinin başlangıcı oldu. Mu’tasım-Billâh’tan başka kimse onları iktidarda kontrol altında tutamadı. [6]

Türkler güç, etki ve nüfuza ulaştığı zamanda, Türk kabilelerini örgüt ve güçleriyle çağırmak istemediler. Ancak birey ve bilinen askeri grupları paralı asker olarak yanlarına çekmeye çalıştılar. Bunların birçoğu satın alınarak ya da köle edinilerek getirildi. Belki de Türk kabilelerinin diğer medeniyetlere yavaş yavaş entegre olmasının gerekliliği bununla ilgilidir. Bu nedenle İslam devleti tıpkı diğer medeniyetlerin yaptığı gibi, göçleri sırasında yaptıkları barbarlık ve saldırılardan korunmak için kendisi ve büyük Türk grupları arasına sınır çekiyordu. Abbasiler de Türk kabilelerin yer aldığı doğu kısımlarına sınırlar çekmeye özen gösterdi. Sınırlara bedevi kabileler yerleştirdiler. Bu bedevi gruplar, Türkler dağınık grup ve kabileler halinde geldiklerinde Abbasi devletine sızmalarını engelliyordu. Ancak Türklerin gelişi arttıkça bu durum uzun sürmedi ve zamanla eskisinden daha büyük gruplar halinde girdiler. Hatta Selçuklular, halifeyi her türlü tehdide kaşı korumak üzere paralı muhafızlar olarak faaliyet göstermeye başladılar. Türkmen kabilelerinin lideri iken Abbasi devletinde nüfuzlu bir hale geldiler. Koruma rolleri, Türkmen lider ve komutanlar olmaları açısından devlet idaresinde oynadıkları rollerle çatışır hale geldi. [7]

Bu nedenle Kurşun, yazılarında ileri sürdüğü iddialarla acınacak hale düştü. Bilgileri zayıf, işarette bulunduğu konularda hile söz konusu. Tarihten istediğini alıyor, istemediği ya da fikirleriyle uyuşmayanı ise görmezden geliyor. Binaenaleyh, bundan sonra bir parça taşın dahi bir dinar kıymetinde olacağını düşünüyorum.

Sonuç olarak, Kurşun’un bir akademisyen olması hasebiyle makalelerini ilmi ve ciddi fikirlere dayandırmasını, yüzeysellikten ve değişken politik tutumlardan oldukça uzak bir seviyede kaleme almasını bekliyorduk.

Bu nedenle, tarihten delil getirdiği her şey, zayıf ve cılız görünüyor. Makalelerinde Türklerin diğer ırklara bakışını yansıtırken kibirli bir üslup kullanarak varsayımsal fikirlere dayanıyor. Dolayısıyla hükümeti adına konuşan Kurşun’un tercih ettiği bu yönelim, onu dikenlerle dolu bir çukura düşürdü. Artık tarih ona merhamet göstermeyecek ve yanındaki şakşakçıların da ona bir faydası olmayacak.

Tarih herkese açıktır ve kaynaklar ulaşılabilir durumda. Gerçeğinden emin olmak isteyen herkes, kaynaklarına etnik kökene ve siyasi çıkarlara göre değil, mantık çerçevesinde analiz edilebilecek boyutlarla incelemek üzere başvurmalıdır.
Dipnotlar

[1] Buruc Suresi 8. Ayet

[2] Tevbe Suresi 97. Ayet

[3] Tevbe Suresi 99. Ayet

[4] Muhammed el-Umrani (ö580/1184), Tarihu’l Hulefâ, thk: Kasım es-Samarrai, Kahire: Daru’l Afak el-Arabiyye, 2001,104-110; Muhammed ez-Zehebi (ö.748/1347) Târîḫu’l-İslâm ve vefeyâtü’l-meşâhîr ve’l-aʿlâm’, thk: Ömer et-Tedmiri, İkinci Bakı, Beyrut: Daru’l Kitab el-Arabi, 1993, c.17:379; İsmail b. Kesir, (ö. 774/1372) el-Bidâye ve’n-nihâye, thk: Ali eş-Şiri, Beyrut: Daru İhya et-Turasi’l Arabi, 1988, c.10,325.

[5] Şekip Arslan, Tarihu Devleti’l Osmaniyye, thk: Hasan Suveydan, Beyrut: Daru İbn Kesir, 2001,26.

[6] Said el-Bercavi, İmbaraturiye el-Osmaniyye… Tarihuhe es-Siyasi ve’l askeri, Beyrut: el-Ehliyyetu li’l Neşr ve’t Tevzi, 1993,13; Muhammed Mukdeyş, Nuzhetu’l Enzar fî acaibi’t Tevarih ve’l ahbar, thk: Ali ez-Zuvvari ve Muhammed Mahfuz, Beyrut: Daru’l Garb el-İslami, 1988, c.1,256

[7] Stanford Shaw، History of the Ottoman Empire and modern Turkey, New York: Cambridge university press 2002,2-5

İlgili Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir