Ortadoğu’da beklenti ve ihtiyat atmosferi hüküm sürüyor. Başta ABD olmak üzere Ortadoğu sorunları ile ilgilenen ülkeler için Biden yönetiminin formüle etmeye çalışacağı umulan yeni bir stratejik vizyonun şekillenmesi beklentisi mevcut. Yeni ABD yönetiminden İran ile ilgili gelen sinyalleri yorumlamada bazen abartıya kaçılsa da son atamaların anlamlarının yanı sıra yeni yetkililerin İran’a karşı benimsenmesi düşünülen politikaya ve tutuma ilişkin açıklamalarını göz ardı etmek saflık olur. Nitekim Biden’ın geçen hafta dış politika hakkında yaptığı konuşmada Araplar ile öncelikleri arasında bir uyum göremedik.
ABD yönetiminden gelen sinyaller, kurmayları, özellikle de Barack Obama yönetiminde görev yapan, Arap Baharı ve nükleer anlaşmanın imzalanması öncesi ve sonrasında Ortadoğu’yu deneyimleyenler arasında halen belirsizliğin hakim olduğunu gösteriyor. Keza önemli bir kısmının eski tutkularına, yani İran ile nükleer üretimi konusunda uzlaşmaya, bazı etki alanlarını paylaşmak ve buralarda karşılıklı hizmet alışverişinde bulunmak konusunda anlaşmaya geri dönme arzusunda oldukları bir sır değil. Bu her şeyden daha muhtemeldir.
Büyük olasılıkla yeni ABD politikasına, kendisini devam eden savaşlardan ve çatışmalardan, bunlara dahil olmaktan uzak tutacak gerçekçi bir yaklaşım hakim olacak. ABD bu savaş ve çatışmaları kontrol altına almaya çalışacak çünkü çoğunun Washington’ın çıkarlarının gerilediği bir bölgede süren iç ve mezhep merkezli savaşlar olduğunu düşünüyor. Bu yönelim en azından Obama’nın İran nüfuzuna karşı benimsediği arka plandan liderlik politikası zamanından beri Washington’a egemen olan stratejik zihniyette neredeyse sabit bir hal aldı. Dolayısıyla şimdi de yönelim nükleer anlaşmaya geri dönme yönünde. Fakat bu geri dönüşün mekanizması, prosedürleri ve karşılıklı koşullarıyla ilgili tablo henüz net değil.
Bununla birlikte yeni yönetimin İran’ın stratejik olarak kuşatılmasından İsrail ile Arap dünyası arasındaki ilişkilerin gittikçe normalleşmesine ve yakınlaşmasına, İsrail’in ABD Merkez Komutanlığı tarafından yönetilen ve Ortadoğu ülkelerini de içeren askeri alana dahil edilmesine kadar Donald Trump yönetiminin başarılarından feragat etmesi de zor.
Bu atmosfer, yeni yönetimin sorunları ve çatışmaları kontrol altına almaya yöneleceğine işaret ediyor. Büyük ve sürdürülebilir uzlaşmalardan ziyade sonuçları bilinmeyen patlamalara aday, daha tehlikeli ve patlamanın eşiğindeki yerlerde gerilimi azaltma eğiliminde olacağını gösteriyor.
Senaryo doğruysa bu, bölgedeki geniş hatların ve güç dengelerinin aynı kalacağı anlamına geliyor. Bu da İran’ın faaliyet gösterdikleri yerlerde müttefiklerini takviye edip güçlendirmesine olanak tanıyabilir.
Siyasi ve sosyal iç bölünmeden, korona pandemisinin yansımaları ve keskin ekonomik etkileri, ABD’nin stratejik endişeleri ve yeni yönetimin kaygıları arasında ilk sırada yer alan uluslararası ilişkilerinin iyileştirilmesine kadar Biden yönetiminin çok yönlü iç sorunlarla da karşı karşıya olduğu hatırlatılmalı. Bu ise bölge açısından yukarıda bahsettiğimiz olasılıkların daha ağır basmasına yol açıyor.
Ancak yukarıda anlatılanlara rağmen bir sonraki aşamada bölge şartlarını etkileyecek üç faktör takip edilmeli. Birincisi, Washington ile Tahran arasındaki ilişkilerin gelecekteki seyri ışığında, İran ile uzlaşmanın İsrail’i memnun edip etmeyeceği ve bu konudaki kanaatleridir. Nükleer anlaşmaya geri dönme eğilimi, bilhassa İsrail’in çıkarlarına uymayan ve endişelerini gidermeyen bir yol takip ederse bu faktör daha da önem kazanacak. Keza İsrail, geri dönülecek anlaşmanın yeterince kontrol altına almadığı geliştirilmiş nükleer silah gibi gizli bir gücün yanı sıra İran’ın balistik füzeleri ve birden fazla yerde, özellikle de İsrail’in kuzey sınırlarında faaliyet gösteren milislerinin sahip oldukları silahlar gibi ek silah gücü ile kendisini tehdit ettiğini düşünürse… Birçok kaynaktan gelen haberlere göre İran’ın Suriye, Lübnan ve diğer bölgelerdeki takviye ve güçlendirme faaliyetleri hız kazandı. Yeni askeri merkezler ve kışlalar inşa ediliyor. İsrail’in hava saldırılarına maruz kalmasına rağmen cephane ve silah sevkiyatı sürüyor. Tahran’ın Suriye’de sistematik bir biçime uyguladığı demografik değişimden bahsetmeye gerek bile yok.
İkinci faktör, bu konuda beklenen Arap rolüdür. İran’ın nükleer ve nükleer olmayan tehditleri en çok kendisini ilgilendirdiği ve hedef aldığı için Arap ülkelerin sezgisel olarak pozisyonlarını hızla takviye etmeye yönelecekleri tahmin ediliyor. Kendi çıkarlarını da göz önünde bulundurması için ABD yönetimine artan baskılar uygulayacakları varsayılıyor.
Arzu edilen tutum, nükleer anlaşmaya koşulsuz geri dönüşü önlemek için Arapların ısrarlı ve kararlı olmalarıdır. Aynı şekilde bu tutum, Washington’ın anlayacağı, Arapların ABD ve İran’dan taleplerini de açıklayacak, Arapların bu bağlamda neler sunabileceklerini ve ABD’den neler istendiğini açıkça belirleyecek bir dile dönmesi de arzu edilmektedir. Arap pozisyonu, bir Arap uzlaşısına dayanırsa daha büyük ve güçlü bir etkiye sahip olacaktır. Bu uzlaşı, İran ile gelecekte imzalanacak herhangi bir anlaşmanın temel parçası olmakta ısrar eden bir Arap perspektifini somutlaştıran, aktif ve tek bir cephenin ifade ettiği birleşik ve sağlam bir pozisyona dayanmalıdır.
Araplar ayrıca, anlaşmada nükleer programın yanı sıra İran’ın balistik füzelerini ve bölgedeki rollerini de içeren değişiklikler yapılmasının, zarar gören ülkelerin gelecekte yapılacak müzakerelere katılmalarının gerekliliğini vurgulayan Fransız, İngiliz ve Alman ortak bildirisinde ifade edilen Avrupa tutumundan da faydalanabilirler.
Üçüncü faktör, Washington’ı bu yüzleşmede pozisyonlarını gözden geçirmeye teşvik etmek için Arapların sunabilecekleridir. Lübnan, Suriye, Irak ve Yemen gibi İran’ın müdahalesinden veya vesayetinden zarar gören taraflar, ilgili ülkeler nezdinde önemli roller oynayabilirler. Güç dengesinin lehte olmadığı doğrudur. Ancak durumu olduğu gibi kabullenmek ve çözümü yabancı taraflardan beklemek, önce Washington’ın ardından Avrupa ülkelerinin İran’a karşı tutumunu etkileyecek en olumsuz faktörlerdendir. Özellikle de bu ülkelerde durumun İran’a tabi olduğunun ve onun hegemonyasına boyun eğdiğinin sahadaki gerçeklerle desteklendiği gibi bir izlenim hakim olursa… Bu durumda ister kapsamlı ve sürdürülebilir isterse daha geniş çözümler bekleyişiyle geçici olsun ileride varılacak herhangi bir uzlaşı daha fazla çatışmanın ve huzursuzluğun gelecekteki bileşenlerine dönüşecektir.
İç tarafların gerçek ağırlıklarını ortaya koymaları, İran müdahaleleri ve uygulamalarından ne ölçüde etkilendiklerini ifade etmeleri, halklar ve ülkeler olarak çıkarlarının İran’ın bölgesel politikasına, emellerine ve hedeflerine hizmet etmek için kullanılmasına karşı olduklarını dillendirmeleri, bu aşamada etkili ve yardımcı etkenler olabilirler. Bu bağlamda, Hizbullah’a muhalefeti ile bilinen siyasi aktivist ve Şii araştırmacı Lokman Salim’in Güney Lübnan’ın ez Zahrani bölgesinde öldürülmesi suçunun üzerinden atlayıp geçmek mümkün olamaz. Bu, İran’ın müdahalelerine karşı olan Şii muhalifleri hedef alan onlarca suça eklenen iğrenç bir aldırır.
Bu üç faktör Washington’ın, özellikle İran ile ilişkileri açısından bölgeye yönelik politikalarında ve tutumlarında rol oynamalıdır. Yapılan atamalardan korkmak, Obama deneyimi ve bölgeye yönelik politikasının tekrarlanmasından endişelenmek yeterli değildir. Dikkatli olmak bir gerekliliktir. ABD’deki İran lobisinin uyguladığı baskının üstesinden gelebileceğini ve kendisini aşacağını iddia edemeyeceksek de dengeleyebileceğini söyleyebileceğimiz Arap rollerinin Washington’da halen etkili olabileceği alanlar var.
Washington’ın İsrail, Arap ve İslam ülkeleri ile çıkarları, bir yandan doğaüstü unsurlara inancın, diğer yandan otoriter ve katı bir ideolojinin kontrol ettiği bir ruh haliyle yönetilen Tahran ile ilişkilerinden daha önemlidir.
Sam Mensa
şarkulavsat