KAFKASSAM – Kafkasya Stratejik Araştırmalar Merkezi

  1. Anasayfa
  2. »
  3. Gündem
  4. »
  5. RAHİM CAVADBEYLİ’NİN “KÜRTLERİN KÖKENİ” KİTABI

RAHİM CAVADBEYLİ’NİN “KÜRTLERİN KÖKENİ” KİTABI

Kafkassam Editör Kafkassam Editör - - 80 dk okuma süresi
813 0

Kürtlerin Kökeni, başlıklı kitap, “Kürt Topluluklarının Kökeni ve Mahabat Cumhuriyeti Gerçeği” adıyla ele alınmıştır. Yayınevinin tercihi üzerine kitabın adı “Kürtlerin Kökeni” olarak kısaltılmıştır. Kitap, Kürt denilen toplulukların Kökenini inceler. Esasen 12. Yüzyıldan – Haçlı savaşları döneminden itibaren kuzey Hindistan’dan İran sahrasına yerleştirilmiş aşiretlerin günümüz Irak, Suriye, Güney doğu Anadolu ve İran arazisindeki yerlere zaman aşamasında Türk devletleri tarafından sevk edildikleri fikrini ilk kez ileri sürüp, geçerli tespitlerle konuyu ele almıştır. Kürt denilen toplulukların Safevi-Osmanlı savaşlarıyla daha büyük arazilere sevk edildikleri gözükmektedir.
Kitap, İran’ın İslam sonrası siyasi tarihini ve etnik yapılanmasını günümüze kadar bilimsel ve tarihsel verilerle ele almış ve incelemiştir. Ve İran’ın nasıl bir Türk yurdu olduğunu isabetli biçimde ortaya koymuştur. Kitap, İran’ın son 200 yıl tarihinin karanlık noktalarına aydınlık getirmekle beraber Kacar-Osmanlı ilişkilerine, Kacar Türk devletinin yıkılışına, Kürtlerin Ermenilerin Asurilerin Türk devletlerine ve milletine karşı Müttefik Kuvvetleri tarafından nasıl kullanıldıklarına ışık tutmaktadır. Kitab, esas konulardan biri olan 1945-1946 yıllarında kurulan Güney Azerbaycan Milli Hükumetini ve onun denetimi altında kurulan 3 aylık Mahabat Hükumetini inceler. Bazı Türk karşıtı siyasi dairelerin ilk ‘Kürt Devleti’ diye hukuki statü vermeye çalıştıkları bu sözde ‘Mahabat Cumhuriyeti’nin gerçek içeriğini değerli okurlara sunmaktadır. Kitap, Kürt konusuyla ilgili günümüze kadarki önemli konuları ele almıştır.
Biz burada bu kitabın “Kürtlerin Kökeni” bölümünün kısa özetini vermeye çalışacağızdır.

Asıl Kürtlerin Kökeni

Kürt adı altında birleştirilen İzedi-Yezidi Aşiretleri, Sasani Devleti hükümdarları Anuşirevan (Asıl ismi Hüsrev) (501-579) döneminde, Araplara karşı kullanılması için günümüz Kirman Bölgesi’nden, Irak’a sevkettirilmiştir. Onlar zamanla kuzey Musul, kuzey Erbil, batı Mardin, Duhok çevresi ve güney Cizre Dağları’na yerleşmişlerdir. Nüfus sayıları 12 bin civarında olmuştur. (çizgi içerisinde)

Farklı şive ve lehçelerle konuşan Kürt topluluklarının kökenine dair, çeşitli ve bazen de zıt görüşler ortaya konmuştur. Genel görüşe göre: Hint-Avrupa dil grubuna bağlı oldukları düşünülen Kürtlerin, bazı görüş sahiplerince, Arap dilleri ve hatta Türk dil gruplarına dâhil oldukları savunulmaktadır. Kürtleri, Arap kökenli gösteren tarihçilerden birisi, 957 yılında vefat etmiş olan: ‘Müruc-ül-zeheb’ adlı ünlü eserin Arap kökenli yazarı ‘Mesudi’dir; eserinde, halk ismi vermeksizin ovalıklara inmeyen, kuzey Musul dağlarında yaşayan göçebe dağlılar diyerek onların, Arap kökenli: ‘ربعه بن نذرین معاد- Rabet Ben Nazrin mead’ın, soyundan geldiklerini kaydeder.
Prof. Dr. Abdulhaluk M. Çay kitabında, M. Fany’nin, İngilizce eserine ve Mesudi’nin ‘Muruc ül-Zeheb (Altın Bozkırlar)’ adlı eserinin Türkçe çevirisine dayanarak şu alıntıları vermek-tedir:
“Araplar, Kürt kelimesinin çoğulu olan Ekrad ‘اکراد’ keli-mesini daha çok kullanmışlardır. Kürt kelimesini İslam tarihinde ilk kez kullanan İslam coğrafyacısı Mesudi ile İstehri ‘استخری’ olmuşlardır. Mesudi, 932 yılında tamamladığı bu eserinde, Kürtlerin menşei ile ilgili olarak, Davud’un oğlu Süleyman’ın cariyelerini, Şeytan’ın hamile bırakması sonucunda doğan neslin Hz. Süleyman tarafından dağlara sürülmesi ve sürgün edilmenin Arapça karşılığı olan Karrad ‘کرّاد’ terimiyle ve o anlamda Kürt denilmesini anlatan bir efsaneyle Araplara bağlar. ‘Burhan-ı Kati (برهان قاطع)’ eserine göre Ekrad aşiretleri Arap soylu olup, Yemen’den sürülen Mousemma, Amir ve Muzaika’nın çocuklarıdırlar.” ​​
Prof. Dr. M. Çay, Kürt tarihinin önde gelen tarihi şahsiyetlerinden sayılan Şeref Han’ın, 1596 tarihinde Farsça yazmış olduğu ‘Şerefname (شرفنامه)’ eserine dayanarak, Kürtleri üç öyküyle üç millete –Fars dillilere (sözde Pers ve Hint-Avrupalı denilen topluluklara), Araplara ve Türklere bağlar. Firdevsi’nin ‘Şahname (شاهنامه)’ eserindeki, ‘Demirci Kawa” ve “Zalim Dah-hak” efsanesiyle Fars dillilere, ‘Oğuz Han’ın Elçisi “Büğdüz Efsanesi’ ile Türklere ve Hz. Süleyman efsanesiyle Araplara bağlanmasını ortaya koymuştu. Birçok çağdaş Türk tarihçisinin, Kürtlerin Türk kökenli olduklarına dair yazmış oldukları eserlerinin önemine vurgu yapmakla birlikte Kürtlerin, kültürel açıdan Türklere çok yakın olmalarına rağmen, Türk kökenli oldukları hakkında şimdiye kadar tarihsel verilere rastlanılmadığına dikkat çekmek isterim. ​​​
Ancak gerçek şu ki, Osmanlı-Safevi rekabetinden doğan Alevi-Sünni kavgalarından dolayı, ovalıkları terk edip dağları mesken tutan birçok Alevi Türk boylarının, dağlardaki Kürtlerle karışması ve Kürt ağzını benimsemeleri, tarihi verilerle kanıtlanmıştır. Hatta günümüzde, Güneydoğu Anadolu’da Kürtçe konuşan birçok boyları, Türklere özgü ‘Kurt’ mitolojisinin kültünü yaşatmaktadırlar. ​
Konuyla ilgili ayrıntılı bir şekilde çalışmış olan Prof. Dr. Abdulhâluk M. Çay; ortaya koyduğu önemli eserinde, konu üzerinde geniş bilgiler vermektedir. M. Çay, Basile Nikitin’e ve Şerefname’ye dayanarak, vermiş olduğu ‘Oğuz Han’ın Elçisi “Büğdüz Efsanesi’ ile Kürtlerin kökenlerinin Türk olduklarını savunmaktadır. M. Çay; ‘Türk tarihinde, Kürt adıyla bilinen diğer bir Türk topluluğu Macar Türklerinin oluşumundaki rolüne dikkat çekerek ‘On-ogur’ denen boylardan birinin, ‘Kürt’ boyu olduğunu kaydediyor;’ Kürt sözünün, soydan daha ziyade sosyal-ekonomik hayat tarzını ifade ettiğini ortaya koymaktadır. Araştırmalarıma göre, Kürt denen toplulukların köken olarak Türk oldukları (Kürt dilini benimsemiş Türkler hariç) kanıtlanmamıştır. Ancak Prof. Dr. M. Çay’ın ileri sürmüş olduğu Kürt sözcüğünün, soydan daha ziyade, sosyal-ekonomik hayat tarzını yansıttığına dair fikri, büyük olasılıkla gerçekliği yansıt-maktadır. Vladimir Alexeyevich İvanov (1886-1970) eserinde, konuya şöyle değinmektedir: “6. yüzyıldan 16. yüzyıla kadar Kürt ismi, bütün İran göçebelerine verilmiş addır.” İngiltere’nin Reşt’teki ilk Konsolosu Charlez Fransis Mekkenzi eserinde, konu ile ilgili şu sözleri aktarmaktadır: “Arap’ların fetihlerini izlediğimizde anlıyoruz ki, Kürt sözcüğü, koyunculuk ve göçebelikle eş anlamlı kullanılmıştır.” Hollandalı Kürdolog “Martin Van Bruinessen”in eserinde, şöyle denmektedir: “Kürt adı, İslam kaynaklarında göçebe ve Yörük olarak ele alınmıştır. Hatta Arap göçebelerine bile bazen Arap Kürtleri denmiştir.” Ünlü İranolog Harvard Profesörü Richard Nelson Frye (1920-2014) şunları aktarmaktadır: “Göçebeler, İran tarihinde daima olmuşlardı. Ama tarih yaratan gibi değil. Kürt adına gelince, kaydetmem gerekiyor ki, göçebe ve koyunculukla eş anlamlı kullanılmıştır. Kürt ismi, aynı dili konuşanlara değil, aslında aynı işi yapanlara denilmiştir.
Tarihten gördüğümüz gibi zaman-zaman Lorlara, Kirman aşiretlerine, Beluclara da Kürt adı verilmiştir.” Kısacası Kürt adı, yerleşik toplumdan, çeşitli kültürel ve siyasi nedenlerden dolayı dışlanmış farklı insan topluluklarına verilmiş ad gibi kabul görmektedir. Bu insan topluluklarının ortak yanları, yerleşik toplumlardan dışlanmış olmaları, göçebe olmaları, dağlı olmaları, soyguncu olmaları, bazen de koyunculukla uğraşmaları olmuş-tur ve bu faktörler, zamanla onların ortak kültürünü ve yakın dili konuşmalarını sağlamıştır; diye düşünüyoruz. Bu konuya Musa Herisi Nejad da eserinde değinmiştir. O, Mahmut Kaşkarlı’nın Hicri Kameri (bundan sonra h.k.) 466 tarihinde yazmış olduğu Divanu Lügat’it Türk eserindeki, ‘Tatsız Türk bolmas, başsız Börk bolmas’ deyimini ele alarak, onu Tebrizliler tarafından daha çok sevilerek okunan ‘Gümüş verdim Tat’a, Tat mene darı verdi, darını verdim kuşa, kuş mene kanat verdi’ şiirsel öyküsünü inceler. ‘Tatsız Türk ve Tat’ sözcüklerini karşılıklı ele alarak inceleyen hoca, sonunda şöyle bir sonuca varmaktadır: “Bu deyimdeki Tat sözcüğünün, Aryan veya Hint-Avrupalı denilen halkla yakından uzaktan hiçbir ilgililığı yoktur. Aryan veya Hint-Avrupalı denilen deyim son 200 yılın siyasal ürünüdür. Harezm ve Azerbaycan Türkleri göçebelere Kürt, Yerleşik topluluklara Tat demişler. Tat hem kendi ihtiyaçlarını hem Kürtlerin (Göçebelerin) ihtiyaçlarını gidermiştir.” ​
İran’da özellikle Tebriz’de, daha çok yaygın olan ve hâlâ çocuklar tarafından sevilerek okunan bu şiirsel öykü, içinde sevilen Hakan’a yönelik büyük bir tarihi sevgi yaşatmaktadır. Bu, Tebrizliler tarafından çok sevilen Kara Koyunlu Cihan Şah’ın hicri tarihiyle 872’de, Ak Koyunlu Sultan Hasan tarafından öldürülmesinden sonra, Cihan Şah’ın saygın hatırasının yaşatılması amaciyle halk tarafından kurgulanan şiirsel öyküdür.
İlginç olan şu ki, Kürt olarak tanımlanan bu farklı toplumun, Selçuklu Devleti’ne kadar ‘’Kürt’’ adıyla anıldıklarına, o kadar da rastlanmamıştır. Ancak Selçuklu İmparatorluğu döneminden itibaren, kuzey Musul dağlarında yaşayan kavgacı aşiretler hakkında, ‘Kürt’ adının tezkireciler tarafından daha sık kullanılmaya başlandığını görüyoruz. Bilindiği gibi ‘Kürt’ adı, ‘Türk’ adının, TRK ve KRT olarak ters kullanış biçimidir. Bu nasıl olmuş, neden olmuş diye bir fikir belirtmiyoruz; ama Selçuklu dönemin-de ilk kez bu dağlıların bir kısmının ovalığa inmesinin sağlanması ve Türk adının ters biçimi olan, Kürt ismiyle anılması, incelenme-ye değer bir konudur. Türklerin, eski çağlardan itibaren kendi İmparatorlukları içinde bulunan azınlıklara, kendine özgün adlarla anılmalarına yönelik birçok örnekler bulunmaktadır. Buna örnek olarak Gürcü ve Ermenileri gösterebiliriz. Gürcüler kendilerini ‘Kartvelebi’, ülkelerini ‘Sakartvelo’, dillerini ‘Kartuli’, Ermeniler ise kendilerini ‘Hay’ olarak adlandırıyorlar. Türkler ise kendilerini ‘Kartvelebi’ olarak adlandıran halkı ‘Gürcü’, dillerini Gürcü dili, ülkelerini ‘Gürcistan’ ve kendilerini Hay olarak tanımlayan halkı ise ‘Ermeni’, dillerini ‘Ermenice’, ülkelerini ise ‘Ermenistan’ olarak adlandırmışlardır. Tabii bu da uluslararası ilişkilerde, Türklerin vermiş oldukları adlarla anılmalarına neden olmuştur. Kürtler de aşiret ve konuştukları dil üzerinden farklı anılsalar da Selçuklu döneminden itibaren ‘Kürt’ olarak adlandırılmışlardır. Bu da göçebe, daha net söylersek gezgin topluluk olduklarına ve Türk göçer konarlarına bir açıdan yakın kültürü yaşattıklarına göre Türk sözcüğünün ters biçimi olan Kürt adıyla adlandırılmalarına neden olmuştur; diye düşünüyorum. Ermeni ve Gürcüler gibi Kürtler de, Türklerin vermiş oldukları adla tanımlanıyorlar, diyebiliriz. Bu da gayet normaldir.
Üçüncü yaklaşım ise Kürtlerin Hint-Avrupalı denilen topluluklarla beraber bölgemize geldiklerine yönelik ünlü kürdologlar tarafından ileri sürülen iddialardır. Bu yaklaşım, önde gelen Kürt aydınları, Faşist milliyetçi kesimi ve Kürdologlarca daha gerçekçi ve daha inandırıcı olarak kabul görmektedir! Bunun ne kadar doğru veya yanlış olduğunu tartışmayacağız. Bilimsel gerçekliklerin tarihsel verilerle kanıtlanmayacağı döneme kadar, bir toplum kendini nasıl tanımlarsa öyle kabul görmesi gerekiyor diye düşünüyoruz. ​
Bu iddianın başlıca fikir babalarından biri Rus kökenli Viladimir Minorsky’dir. Kürt, Lor ve Fars tarih bilim adamı diye ün kazanmış bu şahıs, 6 Şubat 1877’de, Rusya’da doğmuş ve 25 Mart 1966 tarihinde İngiltere’de ölmüştür. Çar dönemi 1904-1908 yıllarında, Rusya’nın resmi diplomatı olarak Tebriz’de diplomatik görevde bulunmuştur. Çarlık dağıldıktan sonra, Bolşevik muhalifi olarak, İngiltere’ye sığınmıştır. Eserlerinde, Türklere hoş bakılmaz, Türkler aşağılandırılır ve aksine azınlıklar büyütülüyor. Hatta “Tarih boşluklarında bulunan bilinmezlikler Pan Türkistler için benimseme odağıdır!” diyerek; Türkleri faşist olmakta ve tarihi tahrif etmekte suçlar! Aynı zamanda hatırlatalım ki bu şahıs, İran’da Türk düşmanlığı yapılarak kurulan İngiltere eksenli sistemin sıkı taraftarı olmuş, Rusya’nın tatbik etmekte olduğu Türk karşıtı ‘Azerilik’ teorisine mukabil İngiltere eksenli Türk karşıtı ‘Azerilik’ teorisini ileri süren Ahmet Kesrevi’yi kesin savunan ve onun Kraliyet Akademisi’ne üye seçilmesini sağlayan şahıslardan biri olmuştur. Asıl bir Türk düşmanı olduğunu diye biliriz.​
Vladimir Minorsky “Kürtler Medler’in Torunları” ve “Kürt, Tarih, Dil, kültür” (Farsça Çevirisi) kitabında bu konuları ele almıştır. Bu eserler; Farsçaya, Kürtçeye, Arapçaya vb. dillere çevrilmiştir. Kürt tarihiyle ilgili en ünlü kaynaklardan birini oluşturmaktadır. Vladimir Minorsky “Kürt, Tarih, Dil, Kültür” adlı eserinin 32 ve 33 sayfalarında şöyle yazıyor: “Kürtler, Hint-Avrupalı halklardandır.” Diğer bir yerde “…Geçmiş ünlü tarihçilerin kanaatine göre Kürtler Medler’in torunlarıdır. Kürtler, Medler’in torunu değilse, bu koskoca büyük ve eski Med devle-tinin ve halkının akıbeti ne olmuştur ve bu kadar çeşitli, farklı İran dilini konuşan Kürtler nerden gelmişler, diye konuya giriş yapar. İlginçtir, bu sorusuna da kesin ve net bir cevap verememiştir. Ama kesin ve net cevap bulamamasına rağmen Kürtleri, Hint-Avrupalı halklardan biri gibi tanımlamış ve Medler’in torunları olarak sunmuştur!
Hint-Avrupa Teorisini destekleyen Tarihcilere göre, Kürtçe konuşan Türkler hariç, diğerlerinin Hint-Avrupalı denilen halklar-la beraber M Ö. 8. ve 9. yüzyıllarda Hindistan’ın kuzeyinden günümüz İran’ın güney iç sahrasına -Kirman ve Yezd Bölgesi’ne Afganistan üzerinden geldikleri muhtemeldir. Ama onlar, o dönemde günümüz Azerbaycan’da- İran’ın kuzeybatı bölgesinde yerli Türkler tarafından yeniden kurulmakta olan ‘Med’ Devleti’nin nasıl torunları olur?! (yeri geldiğinde bu konu-ya yeniden döneceğiz.)​​
Gerçek şu ki, Herodotos, Ctecias vb. Bu gibi diğer ünlü batılı tarihçiler Medler, Persler (Hint-Avrupalı denilen topluluklar), Saspirler ve Kolhiler’in, coğrafi sınırlarını çizerek Medlerle Persler’in ayrı iki ulus olduğunu göstermişlerdir. ​​
Herodotos, Medler’in bizzat kendilerinin Pers olmadıklarını söylemelerini şöyle anlatır: “Maglar ‘Moğlar’ dedi: Ey kral! Biz de senin hükümranlığının kalmasiyle çok ilgileniyoruz; çünkü aksi durumda krallığın senin ulusundan, Persli olan bu çocuğa (1. Cyrus ‘Kuruş’) geçecektir. Bu durumda biz Medler, köle-leştirileceğiz ve biz ayrı kandan olduğumuz için de, persler tara-fından hiç hesaba katılmayacağız…”​​​​
Diğer kanıt da Medlerle Pers Ahamenidler’in yazıtlarının iki ayrı dilde yazılmasıdır. Ahamenidler döneminde yazılan başta Bisütun yazıtı olmak üzere Perspolis yazıtları ve Cyrus (Kuruş) yazıtı gibi diğer yazıtların çoğunun, Persçe ve Medce (Bazı bilginler Medce yerine Sakaca, Tatarca, Sakaca-Medce veya Yeni-Elamca demişlerdir.) olarak iki dilde yazılmış olmasıdır. Med İmparatorluğu’nu Cyrus, son Med kralı olan anne tarafından dedesi Astyages’e (Afrasyab-Alp Er Tunga) karşı yaptığı başkaldırı ile ele geçirince, bu sefer Medler Persler’in tebası oldular.
Başka bir önemli kanıt da Tevrat’ın Türeyiş efsanesidir. Bu efsaneye göre, Tufan’dan sonra bütün ulusların Hz. Nuh’un üç oğlundan türediği anlatılır. İsimleri anılarak Medler’in ve diğer Türk soyluların Yafes’ten ‘Yafet’ türediği açık bir şekilde anlatıldığı halde, efsanede: Persler’in (Hint-Avrupalı topluluklar denilenler) ismi bile geçmez. Bunun tarihi nedeni, efsanenin yer aldığı Tevrat’ın Yaratılış (Genesis) bölümünün yazıldığı tahmin edilen MÖ. 1500-2000 yılları arasında Persler’in (yanlış olarak İran dilli denilenlerin) henüz bölgede ve İran’da olmadıkları için söz konusu bölümü yazanın veya yazanlarının onlardan haberdar olmadıklariyle açıklanabilir. Eski Mısır kaynaklarında da Persler, hiçbir zaman etnik isimleriyle yer almazlar. Her ne kadar bazı batılılar Persler’in, İran’a gelişlerini, MÖ. 2. binli yıllara kadar götürürlerse de genel görüş, onların MÖ. 900 veya 800 yıllarında bölgeye geldikleri şeklindedir. Abdulhâluk Çay, siyasi Kürt tarihinin babası sayılan V. Minorsky’ye atıfta bulunarak şu ifadeyi eklemektedir: “Asur tarihi, ‘Kürt’ denilen bir topluluktan kesinlikle bahsetmemektedir. Mezopotamya’nın tarihi incelendiğinde, bölgede bir Kürt varlığı söz konusu değildir. Eski tarihçilerden, ‘Tarihin Babası’ olarak nitelendirilen Herodotos’da ‘MÖ. 5. yy.’da Kürtler’den bahis yoktur. ​
Bayraktar, Frye’nin ‘Truth and Lies in Ancient İranian His-tory’ adlı makalesine atıfta bulunarak; günümüz için oldukça önemli olan diğer bir tarihi hadiseye ışık tutmaktadır: “Richard N. Frye, ‘Eski İran Tarihinde Hakikat ve yalanlar’ adlı makale-sinde, İran tarihiyle ilgili, kendisinin de aralarında bulunduğu batılıların oluşturdukları bazı tarihi yalanlarını anlatır. Frye bu itirafını, maalesef, devrik İran şahı Muhammed Rıza Pehlevi’nin ölümünden sonra yapmıştır. Söz konusu Şah, 1950’li yıllarda, eski İran tarihinin araştırılması projesi çerçevesinde, dönemin meşhur oryantalistlerinden Frye’nin de içinde bulunduğu yirmi kadar bir komisyon teşkil eder ve ortaya yüklü bir servet koyar. Bugünkü İran topraklarında yaşamış bütün halkları ve kişileri, ya İranlı (Fars) yapan ya da bilim namusu buna engel olunca onların etnik kökenleri hakkında susan H. Corbin, R. Ghrishman, I. M. Diakonoff gibi meşhurlar da komisyonun diğer üyeleridirler. İkinci bölümde anlatacağımız gibi Sumer, Asur, Babil ve Persepolis tabletlerini çözen 19. ve 20. yüzyılların en meşhur ve otorite bilginleri, özellikle Persepolis yazıtlarına dayanarak Medler’in, Turanî veya Türk soylu olduğunu göstermişlerdir. Buna rağmen o meşhurlar, aksini anlatan hiçbir yeni belge bulmadan ve Medler’in Türk soylu olduğunu ortaya koyan bilginlerin görüşlerini tartışmadan, Medleri ya İranlı (Fars) veya Aryan yapmışlar ya da onların kökenleri konusunu suskunlukla geçiştirmişlerdir. İşte bu komisyon üyelerinin yaptıkları çalış-malarla Medler’in Farslılığı görüşü, yaygınlık kazanmaya başlamıştır.​​​
Medleri Fars yaptıran, sadece söz konusu İran Şahı mıydı? Ed. Noriss de, J. Oppert de devrin en önemli batılı dilcileri, tarihçileri ve arkeologları, Persepolis yazıtlarını çözümleyerek, Medler’in Türk soylu olduklarını ilan edince, özellikle Hıristiyan otoriteler ve siyasi otoriteler, bu tezden vaz geçilmesi veya tezin çürütülmesi için hemen faaliyete geçmişlerdir. Örneğin, dönemin Belçika kralı -kendisinin de anlattığı gibi- bu iş için A. J. Dellatre’yi, resmen görevlendirmiştir. Dolayısiyle İran Şahı’ndan çok önce batılılar, Medler’in Türk soylu olduklarını duymak istememişlerdir. Buna rağmen, bilime ve kendisine saygısı olan, Medler üzerine özel olarak çalışmış olan 19. ve 20. yüzyılın insaflı dilcileri ve tarihçileri, Medler’i Türk soylu göstermekten geri durmamışlardır. Bu bilginlerin çalışmasıyla Medler’in Türklüğü tezi, 19. yüzyılda bir reform dönemi yaşamıştır.

12. yüzyılın başlarında Selçuklu Sultanı büyük Sencer Han
Haçlı yürüyüşlerine karşı güçlü savunmanın oluşturulması
için Kirman Bölgesindeki Kürt aşiretlerinin bir kısmını
kuzey İlam – Güney Batı Kirmanşah, Kasr-ı Şirin Bölgesi’ne
getirmiştir. Bu, Kürt topluluklarının bölgemize ilk gelişi olmuştur.

2 HİNT-AVRUPALI DENEN TOPLULUKLARIN
BÖLGEMİZE GELİŞLERİ VE YAYILMALARI FİKRİ

Kürtlerin, Hint-Avrupalı topluluklardan olduğunu belirten tarihçilere göre: Hint-Avrupalı boylarla beraber, M Ö. 8 ve 9 yüzyıllarda, Hindistan’ın kuzeyinden, daha doğrusu günümüz Afganistan’ı üzerinden İran iç sahrasına, şimdiki Kirman ve günümüz Fars bölgesine, yarı vahşi göçebe olarak gelmişler ve Elam Türkleri’nin izniyle orada yerleşmişlerdir.
Prof. Dr. M. T. Zehtabi (Kirişçi) eserinde, Hint-Avrupalı denilen bu toplulukların, bölgemize gelişini şu sözlerle ifade ediyor: “Kesin bilimsel verilerle kanıtlanmış ki, Hint-Avrupa dilli bu halklar, on boydan oluşarak M Ö. 900 yıllarda, İran topraklarına gelmişlerdir. Elam Şehzadeleri’nin hükümranlığı altında, çağdaş Kirman ve Fars bölgesini, Elam devletinin izniyle yurt edip yerleşmişlerdir. Türkler, onlardan yaklaşık 3500 yıl önce bu İran denilen topraklarda büyük uygarlıklar ve devletler kurmuşlardır.”
M Ö. 900 yıllarda üçü yerleşik, yedisi göçebe 10 boydan oluşan Hint-Avrupalı denilen bu topluluklar; ‘Pasargad’ boyunun önderliğiyle doğudan İran’a gelmişlerdi. Bunların yerleşik üç boyu, şimdiki Fars bölgesinde ve yedi boydan oluşan göçebeler ise Kirman’da yerleşmişlerdir.
Bu 10 boydan oluşan Hint-Avrupa dilli denilen topluluk, Abul Kasim Firdevsi’nin ‘Şahname’ eserinde gösterdiği gibi bölgeye geldiklerinde, tam ilkel hayat yaşamaktaydılar. İran’da yurt edindikten sonra ülkenin gelişmiş yüksek uygarlığını yaşatan yerel Elam, Kassi, Ellipi, gibi Türklerin asırlarca egemenlikleri altında yaşayarak eğitilmişler ve kültür, ileri hayat tarzı, Elifba, yazı vb. öğrenmişlerdir. Hint-Avrupalı topluluğun ülkemize gelişinden itibaren, M Ö. 550. yıllarda Ahamenidler’in egemen oldukları döneme kadar Manna Hükümranlığı devam etmiştir. M Ö. 673 tarihinde ise Med isyaniyle Med İmparatorluğu kurulmuş ve Manna hükümranlığı da onun egemenliği altına alınmıştır.
Bu topluluklar, Sasaniler dönemine kadar Kirman ve kıs-men Fars bölgesinde yaşamışlardır. Kısacası Fars, Lor, Mazeni, Gilek, Simnanlı ve konumuz olan Kürt göçebelerinin asıl vatan edindikleri topraklar, günümüz İran’ın iç sahralıkları olmuştur. M Ö. 900’de, Elam Türklerinin izniyle o bölgeyi, vatan edinmişlerdir. Türklerin, ağırlıkla İran’ın en yeşil, yaşanır verimli topraklarında yaşamaları da bölgenin, ilk halkları olmalarından kaynaklanıyordu. Azerbaycan, Batı İran, güney Hazar ve Horasan bölgesi, İran’ın iklim olarak en yaşanır bölgeleridir. Bu bölgeler, İslamiyet’in hâkim olduğu döneme kadar Türklerin asıl yurdu olmuştur. Hint-Avrupalı denen bu topluluklar; defalarca bu verimli ve mümbit topraklara yerleşmek istemişlerse de Türkler tarafından geri püskürtülmüştür. İslam’dan sonra çoğunlukla göçebelerden oluşan bu 10 boy, İran’ın mümbit bölgelerine dağılmaya başlamışlardır. Maalesef bu dağılım tarzı ve zaman-ları üzerinde, şimdiye kadar doğru, akademik ve bilimsel çalış-malar yok denilecek kadar azdır.
Ahamenid ve Sasani İmparatorluklarının, bu Sahralıktan başkaldırmış oldukları kaydedilmektedir. Sasaniler, Arsak (Arşak – Aşkan – Part) Türk İmparatorluğunu yenerek, günümüz İran’ı ve çevre bölgelerini işgal etmiş; egemenliğini, işgal ettiği topraklara ve esir aldığı halklara dayatmıştır. Bu İmparatorluk, 224’den 651’e kadar, egemenliğini ve işgallerini acımasızca ve vahşi biçimde devam ettirmiştir. Sasani İmparatorluğu, 6. yüz-yılın başlarında, iki büyük akınla karşı karşıya kalmıştır.
Bu İmparatorluğu tehdit eden akınların biri, kuzeyden ardarda gelen göçebe Türkler’le güçlenen yerleşik Türkler ve diğer taraftan günümüz Irak’ından doğuya, kendi topraklarını genişleten Araplar’dı. Sasaniler, işgal ettikleri Türk topraklarını ellerinde tutmak ve bu akınlara karşı Hindistan kökenli toplulukların bir kısmını tedbir amacı ile Azerbaycan, Kafkasya ve Hazar çevresine, diğer bir kısmını ise günümüz Irak’ına yerleştirmeye çalışmıştır.
Azerbaycan ve Kafkasya’ya yerleştirilmiş kısmı, büyük ço-ğunlukla Türkler içinde erimiş ise de Hazar’ın güney kıyısına yerleştirilmiş olanlar -büyük olasılıkla- 10. yüzyıldan itibaren Hindistan’dan sevkettirilen gruplarla sayılarını artırmışlar ve günümüze kadar varlıklarını sürdüre gelmişlerdir. Şimdilerde, Gilek ve Mazeni toplulukları olarak, Horasan’la Azerbaycan Türklüğü arasında, fiziksel bağı zorlamaktadırlar. Kaydetmemiz gerekiyor ki, Güney Hazar kıyılarına sevkettirilen Gilek ve Ma-zeni diye adlanan ve belirgin bir kısmı Çingenelerden oluşan toplulukların, ne zaman bu bölgeye geldiklerine yönelik, bilimsel bir akademik çalışma günümüze kadar yapılamamıştır.
Mazeni ve Gileklerin, bu bölgeye Hindistan’ın kuzeyinden gelip yerleşmeleri de büyük ihtimaldir. Diğer bir konu da adı geçen bölgede, İskender’in işgalinden sonra egemenliklerini sürdüren Selevkoslar sonrasında, egemenliği ellerine alan Ar-şaklar (Partlar) döneminde, (M Ö. 146) Atena’nın, Rum İmparatorluğu tarafından işgaliyle bazı Yunan kökenlilerin bölgemize mülteci olarak göçtükleridir. Bu Yunan kökenli mülteciler, 3. yüzyıla kadar bu bölgede yaşamışlar ve 3. yüzyılın ortalarında, Yunan ve Makedonya’ya geri dönmüşlerse de az sayıdaki kısmı, güney Hazar bölgesinde yerli halklarla beraber kalmayı tercih etmişlerdir. Bu kesimi de içinde bulunduran topluluğun, gü-nümüzde konuştukları Gilekçede çoğu Türkçe sözcükler bulunmakla birlikte, Slav ve Yunan sözcükler de bulunmaktadır. Bu, araştırılması gereken bir konudur.
Gilek ve Mazeni’lerden önce o bölgede yaşayan Teberis’ lilerin (Teberiz – Teberistan – Teburz), yerli Tebriz Türkleri ile aynı dili ve kültürü paylaştıkları kanısı, bize göre daha gerçekçidir. Güney Hazar kıyısında bulunan eski Teberis, Gürcistan’ın başkenti Tiflis (Tiblis, Gürcü dilinde ise Tibilisi), Türkiye’nin Trabzon (b, z, yer değişimi ile eski Türkçemizin “an” ekini kabul ederek “Tebrizan”) ve Toros Dağları ve Tahran’ın temel bölgelerinden biri olan Tefriş gibi eski yer adları, doğrudan eski Tebriz Türkleri ile aynı kökeni paylaşmışlardı. etimolojik çözümlemeler de bu yer adlarının aynı kökten olmalarını ispat etmektedir.
Etimoloji ve Mitoloji araştırmacılarının, kaydedilen adların ve tesbit etmediğimiz birçok diğer eski bölge adlarının, etimolojisi üzerine çalışmaları gerekmektedir. Diğer taraftan, İran’ın ‘Kaşan’, ‘Kazirun’ ve Rusya Tataristan Federatif bölgesinin başken-ti ‘Kazan’ isimlerinin etimolojik çözürlülüğü aynı toplum ve Türk uygarlığının varoluşunu ispat etmektedir. Bununla beraber İran’ın Kerec (Kereç), Türkiye’nin Kars (kers, Kerc veya kerec) ve Ukrayna’ya bağlı Kırım adasının Keriç Limanı (Türkiye’de Kerç olarak tanımlanıyor) aynı Türk dil ve kültürünün açık göstergeleridir. Bunlar, konumuz olmadığından daha fazla üzerinde durmayı uygun bulmuyoruz.
Gelelim asıl konumuz olan Kürt topluluklarının bölgemize nasıl ve ne zaman göç ettiklerine: Sasaniler’in, günümüz Irak üzerinden genişlemeye başlayan Araplara karşı koymak amaciyle Kirman bölgesinde yaşayan bazı aşiretleri, bu bölgeye göç ettirdiği bilinir. Bu aşiretler, zamanla kuzey Musul dağlarına sıkıştırılmış ve orayı, vatan edinmek zorunda kalmışlardır. Bunlar, Büyük Selçuklu İmparatorluğu döneminden itibaren, Kürt olarak anılmaya başlanmışlardı. Ondan önce, çeşitli aşiret isimleri ve geldikleri yer adına bağlı isimlerle anılmışlardı. Önce değindiğimiz gibi Kirman kenti, Hint-Avrupalı denen toplulukların göçebe kısmının yerleştiği ve vatan edindikleri bölge olmuş-tur. Yani Kirman sahralığı, bu göçebelerin ilk vatan edindikleri bölge olmuştur. Sasanilerin o bölgeye göç ettirdiği ilk Kürt aşiretleri -bize göre- günümüzde İzedi-yezidi olarak anılan, oldukça az sayıdaki aşiretler olmuştur. Hamza İsfahani ve Firdevsi’ye göre sayıları, 12 bin kişidir. (Bu konulara yeri geldiğinde tekrar değineceğizdir.)
‘Kürt Tarihi’ adlı eser, bu göçü şu sözlerle ifade ediyor: “Sasani şahları döneminde ardı ardına devam eden zaferlerle ‘toplum göçü’ olarak karakterize edebileceğimiz bir şekilde Kürtler, ülkenin (İran’ın) kuzey batı -günümüz kuzey Irak- bölgesine göç ederek yerleşmişlerdir.”
8. ve 9. yüzyılda yaşamış, Bağdat doğumlu ünlü tarihçi ‘Ahmet İbn-i Yahya Belazeri’ ‘Futuh-ül-Beldan’ eserinde, gelecekte Kürt olarak adlanacak toplumu, ‘dağlılar’ olarak kayde-der. O, fikrini şu sözlerle ifade ediyor: “hicri 20 / m. 641 tarihinde Atabe İbn-i Ferged Urmiye’yi fethettikten sonra, Musul’u ve çevresindeki dağlıları yendi.”
Belazeri, Teberi gibi ünlü Müslüman tarihçilerinin verdikleri bilgilere göre sonraları Kürt olarak adlandırılacak olan toplulukların, çoğunlukla Botan ırmağının doğu kıyıları, kuzey Dicle ve İbn Ömer adasının (Gazarta, Ceziretüşşeref, Cizre) güneyinde yaşadıkları bildirilir.
12. y.y’da yaşamış, kuzey Musul kökenli İbn Al Asir ese-rinde, Kürtlerin, Musul çevresinde olduklarını kaydeder. Görül-düğü gibi Selçuklu Devleti’ne kadar günümüzde Kürt diye hitap ettiğimiz topluluğun adı İslami kaynaklarda Kürt olarak geçmez; Dağlılar, dağda yaşayan göçebeler, bazen aşiretlerinin ismi, bazen ise mülhit, yanı dinsiz olarak geçer; diye kaydedilmiştir. Ama büyük Selçuklu İmparatorluğu döneminden itibaren, kuzey Musul dağlarında yaşayan topluluklar için Kürt adının kullanılması yaygınlaşmıştır.
20. yy.’da, birçok batılı tarihçi, Kürtlerle ilgili Yunan kökenli yazıtlarda veya taş tabletlerde benzer isimler bulmağa çalışmışlardır. Bunun için ‘Kordien, Kordoen, Kordçikh ve benzer isimlerin günümüz Kürtlerinin eski Prototip adları olduğunu iddia etmişlerdir. Bunlar, iddia olarak kalmıştır ve belgelerle kanıtlanmamıştır. Kanıtlanması da mümkün değil. Çünkü siyasi amaçlar için uydurulmuş tarihi yalandan başka bir şey değildi.
Yine İngiliz tarihçi Guy Le Strange, (1854-1933) 1905 tarihinde yazmış olduğu ‘Doğu Hilafeti’ eserinde, veri tabanını göstermeksizin, belirsiz bir rivayete dayanarak şu iddiada bulunmuştur. “1117-1128 tarihinde Selçuklu Sultanı Sencer Han, Batı Zagros dağlarının eteğinde yerleşen batı Kirmanşah ilçelerinden birini ‘Kürdistan’ diye adlandırarak, kendi kardeşi Süleyman Şahı oranın valisi yapmıştır.” Maalesef Strange’nin, bu belirsiz rivayete dayanan iddiası, şimdi ‘Kürdistan’ adının, ilgili en temel kaynağını oluşturmaktadır.
Kürtçü Dr. Alırza Khani araştırmasında, Strange’nin fikirlerine dayanarak; bunu, şu sözlerle ifade ediyor: “Görünen şu ki, ‘Kürdistan’ adı, terminoloji olarak ilk kez, 1117-1128 tarihinde, Selçuklu padişahı Sencer Han tarafından Kirmanşah’ ın batı ilçelerinden birine verilmiştir. Kürdistan diye adlandırılan ilçe, Azerbaycan’la Loristan arasında ve batı Zagros dağlık vilayetlerinin ortasında bulunuyordu. O günden itibaren bu bölge, Kürdistan olarak adlandırılmıştır.”
Fayeg Şeriat Panah, Strange’ın bu iddiasını kendi eserinde şu sözlerle ifade ediyor: “Rivayet edildiği gibi, Kürdistan ismi ilk kez Selçuklu döneminde Azerbaycan’la Loristan ve Kirmanşah’a yakın bir bölgeye verilmiş isimdir.’’ F. Ş. Panah, Strange’nin bu kökü belirsiz iddiasına dayanarak, bölgeye Kürdistan adının verildiğini ileri sürmektedir. Aslında ise Strange, 1905 tarihinde, (İran’da ilk Eyalet ve Vilayet kanununun kabul edilişin-den iki yıl önce) bu eserini yazarken, bu bölge devlet belgelerinde, fiili ve yasal olarak Azerbaycan Memleketlerinin Irak’i Ecem bölgesi olarak geçer. Strange’nin kendisi bile bölgenin Azerbaycan Memleketlerine ait olduğunu anlayarak “Azerbaycan ile Loristan” ifadesini değil, aksine “Batı Kirmanşa’ın bir ilçesi” olarak kaydetmiştir. Bir kere hangi ilçeye Kürdistan isminin verildiği de belli değildir. Bu iddia kökünden çarpıtılmıştır. O dönemde, ne Loristan ne de Kürdistan diye adlanan bir bölge olmuştur. Anuşirevan döneminde o bölgede, Kürt aşiretlerinin Irak’ı-Arab’a sevki zamanında, bazı Kürt obalarının yerleşmesi olasılığı olsa da orada yaşayanların çoğunluğunu, yerli Türkler oluşturuyordu. İslamiyet’in kabulünden sonra Kirman ve doğu Şiraz aşiretlerinden sayılan Lor ve Kürtlerin bir kısmı, o bölgeye göç etmişlerdi; azınlık olarak orada yaşıyorlardı. Resmi belgelerde bölge: ‘Irak’i-Acem’ kaydedilerek, Azerbaycan Memleketleri sayılıyordu.
Guy Le Strange’nin, 1905 tarihinde böyle kökü belirsiz id-diaya dayanarak, siyasi coğrafi terminoloji olarak ‘Kürdistan’ ismini gündeme taşımasının esas gayesini biz, şimdi daha iyi anlıyoruz. Strange, Selçuklu Türk Hanedanı tarafından Kirmanşah’ın batı ilçelerinden birine ‘Kürdistan’ isminin verildiğini iddia ederken, çökmekte olan Kaçar ve Osmanlı Türk devletlerinin bitişik sınırlarında, yeni bir etnik savaşın tohumlarının ekilmesine, teorik zemin hazırlamıştır.
Bu verilere dayanarak kesin olarak şunu söyleyebiliriz ki, Yezdiler-İzediler ilk önce 6. yüzyıldan itibaren göçebe olarak, kuzey Musul, güney Cizre ve doğu Mardin’in dağlarına sevk ettirilmişlerdir. Ferdevsi ve Hamze İsfahani bunların sayısını kendi dönemlerinde 12 bin olarak bildirmişlerdi. İkincisi, Strange’ın bu belirsiz rivayete dayanan iddiasına göre Zagros dağlarının batısında, Kirmanşah ilçelerinden birine ‘Kürdistan’ adının verilmesiyle Kürtlerin bir kısmı (Kirmanci’ler), o dönem Selçuklu İmparatorluğu tarafından bu bölgeye yerleştirilmiştir. Aslında söz konusu ‘Kürdistan’ adı değil, Sultan Sencer tarafın-dan 12. yüzyılda bir kısım aşiretlerin, Kirman ve doğu Şiraz sahralıklarından, Kuzey İlam-Batı Kirmanşah- Doğu Kasr-ı Şirin üçgeninde, dağlık bölgeye göç ettirerek yerleştirilmesidir.
1117-1128 tarihinde, Selçuklu Sultanı büyük Sencer Han, Kirman sahralıklarında bulunan aşiretlerin bir kısmını, günümüz Kirmanşah, Kasr-ı Şirin, İlam üçgenine yerleştirmiştir. Amacı ise 1095-1291 yılları arasındaki Haçlı seferlerine karşı koyabilmekti. Anuşirevan, İzedi aşiretlerini, Araplara karşı kullanmak için 6. yüzyılda Irak’i-Arab’a sevketmiştir. Büyük Selçuklu İmparatorluğu ise Kirman’da bulunan bazı aşiretleri, Haçlı yürüyüşlerine karşı İslamiyet’in korunması adına Kirmanşah vadisine göç ettirmiştir.
Selçuklu Sencer Han’ın, aşiretlerin bir kısmını Kirman’dan alıp, batı Kirmanşah vadisine yerleştirmesini, bölgenin ‘Kürdistan’ adlandırılması gibi yorumlanması gerçek dışı iddiaların ötesine geçmez. Zaten, 12. yüzyılda Kirman’dan sevkettirilen aşiretlerin yerleştiği bölgeye sonraları, Kirman Selçuklularının kurucusunun İranşah, Turanşah ve Kirmanşah adlı oğullarından birisinin adına atfen Selçuklu Şahzadesi Kirmanşah’ın ismi verilmiştir. Strange, bu isimlendirmeği tahrif ederek Kürdistan olarak kaydetmiştir.
Guy Le Strange, 1905 tarihinde, ‘Kürdistan’ iddiasını ileri sürmesini, belirsiz bir rivayete dayandırsa da, biz bu rivayetin biricik esas kaynağının ‘Neh’zet’ül-Gulub’ eserinin yazarı Hamdullah Mostofi olduğunu iyi biliyoruz. Bu konuya, Mostofi değinmiştir ve bu iddia, ona aittir. Hiçbir İslami kaynak, bu iddiayı onaylamamaktadır. Ama Kürtlerin, Kirman’dan sevkiyle ilgili geniş bilgi bulunmaktadır. H. Mostofi bu eserini, 1340 tarihinde yazmıştır. H. Mostofi’nin 230 yıl öncesine ait Kürt denilen aşiretlerle ilgili vermiş olduğu bu bilgileri, doğru okumamız gerekiyor.
Mostofi ve diğer İslam tarihçilerinin o döneme ait vermiş oldukları bilgilere göre Büyük Selçuklu İmparatorluğu, Haçlı yürüyüşlerine karşı güçlü savunmayı oluşturmak için Kirman ve diğer bazı bölgelerde bulunan aşiretleri, Kasr-ı Şirin, İlam, Batı Kirmanşah bölgesine yerleştirmiştir. Kürt topluluklarının, İzedi-Yezidilerden başka bölgemize ilk gelişleri, bu sevketmekle başlar. Kısaca söyleyelim ki 12. yüzyılın başlarında, Sencer Han tarafından, Kürt topluluklarının bir kısmı, kaydedilen bölgeye sevkettirilmiştir. Sonra Kirman Selçuklularının kurucusunun Kirmanşah adlı oğlu o bölgeye hakim olarak gönderilmiştir. Selçuklu Kirmanşah’ın bölgeye yönetici olarak atanmasiyle bölge, onun onuruna Kirmanşah olarak adlandırılmıştır. Bölgenin Kürdistan olarak adlandırılması, yersiz iddiadan başka bir şey değildir.
Demek ki Kürt adı altında birleştirilen aşiretlerin bir kısmı – İzediler 6. yüzyıldan itibaren Kuzey Musul dağlarını ve diğer bir kısmı ise 12. yüzyıldan beri batı Kirmanşah bölgesini vatan edinerek yaşamışlar ve Safeviler dönemine kadar bu, böyle devam etmiştir. Osmanlı-Safevi arasında, Şii-Sünni eksenli savaş başlarken bu topluluklar, göçebe olarak güç dengelerine uygun biçimde, diğer bölgelere yayılmaya başlamışlar. Bazı Kürt aşiretleri, Birinci Şah Abbas’ın tarafında savaşa katılırken, diğer bazı aşiretler de Osmanlı tarafında savaşa girmişlerdi. Nitekim siyasi otoritelere bağlı, çeşitli bölgelere dağılmışlardır. Güneydoğu Anadolu’da 1. Yavuz Sultan Selim’in ovalıklardaki yerli Şii Türklere karşı Sünni Kürtleri bölgeye yerleştirmesi, dayatması ve egemen kılması, bölgede zamanla Kürtlerin ağır basmasına ve Türklerin ezilmesine ve asimile edilmesine neden olmuştur.
Kürt aşiretlerinin üçüncü yurt edinişleri, Birinci Şah Abbas (1587-1629) döneminde vuku bulmuştur. Şah Abbas, Osmanlılarla savaşta, kuzey Irak ve günümüz Kirmanşah’da bulunan göçebe Kürtlerin bir kısmını yanına alarak, savaşlarda yararlanmıştır. 1639 Kasr-ı Şirin antlaşmasından sonra bu Kürt aşiretleri, Safeviler tarafından, günümüz Kasr-ı Şirin, Senendec, Bana (Bane) üçgenine yerleştirilmişler. Bu göçebe Kürtler o dönem, bölgedeki yerleşik Türkler’le beraber yaşamışlar. Bunların az bir kısmı, zaman-zaman yerleşik hayata geçmişlerdi.
Değineceğimiz diğer önemli bir konu da İslam sonrası, Hindistan kökenli aşiretlerin bölgemize devamlı göç ettirilme-sinin Gazneli, özellikle Selçuklu İmparatorlukları döneminden itibaren, devlet siyaseti olarak uygulanmasıdır.
İslamiyetin kabulü ve Türklerin egemenliği döneminden itibaren, bölgede kurulan düzen ve sağlanan gelişim, kalkınma, Haçlı savaşları ve Anadolu’nun yeniden fethedilmesi gibi evren-sel güç dengelerinin değişimine neden olan büyük oluşumlar, nüfus artırımına ihtiyaç doğurmuştur. Bu Hindistan’a yönelik, devamlı şekilde yapılan askeri seferlerden güdülen temel iki amaç, Hindistan’dan elde edecekleri maddi servetle ilgili olmamış, aksine İslamiyet’in oralara götürülmesi ve insan kaynaklarına olan ihtiyacın giderilmesi olmuştur. Hindistan kökenli bu aşiretler, ilk aşamada Kirman, Yezd ve diğer sahralık bölgelerine yerleştiriliyor ve uygunlaştırma sürecinden sonra İran, Kafkasya, Irak, Suriye ve kısmen de Anadolu bölgesinde yerleştirilmeleri sağlanılıyordu. Bu siyaset, 15. yüzyılın sonlarına kadar -daha net söylemek gerekirse- İstanbul’un Sultan Fatih tarafından fethedilmesi, ardınca günümüz İran’da Safevi Şii Türk devletinin kurulduğu döneme kadar, Türk-İslam egemenliğinin batı Hıristiyan güçlerine karşı devlet siyaseti olarak uygulanmıştır. Zaman zaman gereksinim duyulduğunda, Hindistan’da oldukça geri ve ağır şartlarda yaşayanlar alınıp, Kirman ve Yezd bölgesinde yerleştirilip, uygunlaştırma sürecinden sonra gerekli bölgelere gönderiliyorlardı.
Britanya güçlerinin, Hindistan’da etkin oldukları dönemden ve Osmanlı – Safevi karşı durmalarından sonra, Hindistan üzerinden yapılan insan sevkiyatı siyaseti, Türk-İslam karşıtı batı Katolik kilisesinin kontrölüne geçmiştir. Batılılar, özellikle İngilizler, Hindistan’da etkinlikleri artıkça Hindistan’dan yapılan sevkiyatı, Türk egemenlikleri tarafından kontröl edilemez bir biçimde uygulamıştır. Uzun süre Türk İslam egemenliğinin güçlenmesine yönelik yapılan bu insan göçü siyaseti, kaydedilen tarihlerden itibaren, Türk İslam egemenliğinin büsbütün orta-dan kaldırılması istikametinde Kilise tarafından kullanılmıştır. Büyük Britanya ile Kilise, 16. yüzyıldan itibaren, bazı Hindistan aşiretlerini, İran başta olmak üzere, Ortadoğu ve Anadolu’ya sürekli sevketmekle bölgenin etnik yapısını bozmuş ve Türk-İslam egemenliğinin aleyhine kullanılması için de oldukça vahim cinayetlere el atmıştı.
İran, Anadolu ve kısmen Ortadoğu’ya sevkettirilenlerin büyük çoğunluğu, egemen Türk toplumlariyle değil, esasen küçük aşiret ve kırsal bölge toplulukları ile uyum sağlamışlardı. Hindistan’dan sevkettirilen gruplar, ezici çoğunlukla İran’da Fars dilliler, Kürtler, Lor ve Gilek’lerle kaynayıp karışmışlardır. Irak, Suriye ve Türkiye’de ise çoğunlukla Kürtler ile iç içe kaynayıp karışmışlardır.
İlginç olan şu ki, bu şaşırtıcı gerçekleri şu ana kadar her hangi bir tarihsel araştırmada, köklü bir biçimde ele alındığını görmedik. Biz maalesef, kendi tarihimizi hep batılıları kaynak göstererek yazmaya çalıştık. İster batılı ister doğulu olsun, hiçbir oryantalist bu konuya asla değinmemiştir. Jeopolitik açıdan en önemli dört Müslüman ülke olan İran, Irak, Suriye ve Türkiye’de bulunan Kürt topluluklarının kökeninin, nerden ve nasıl geldiklerine yönelik kesin tarihsel verilere dayanan bir tespit yoktur. Çoğu batılı oryantalistler, hiçbir doğru tarihi veri-ye dayanmaksızın, Kürtleri, Hint Avrupalı olarak adlandırmaya çalışmakla birlikte, onları Med, Elam ve diğer ırmaklar arası uygarlığın devamcıları olarak göstermeye çalışmışlardır.
Bir kere, Hint-Avrupalı denen etnik yapının, tarihsel verilere dayanan, bir bilimsel yanı olmamıştır. Bir Hintli ile bir Avrupalının ne tipolojik, ne etimolojik ne genetik ne de ki, mitolojik benzer yanı olmamıştır. Bunu, yeni araştırmalar da tespit etmektedir.
“Ari Irk”, Hint-Avrupa dillerini kullanan, Hindistan’dan Batı Avrupa’ya kadar olan bölgede yaşayan halkların çoğunu, ortak bir ırk kabul eden kavramdır. Ari ırk teorisine göre Avrupalı olan bu kavim, tarih çağlarının başında, Hindistan’ı istila etmiş ve bugün Hindistan’daki kast sistemi ve yerel din, bu istila sonucu ortaya çıkmıştır. Ancak, 2009 yılında sonuçlanan ve Harvard, MIT gibi ABD’nin önde giden üniversiteleri tarafından yürütülen ortak bir genetik araştırma sonucunda, bu sosyal gruplar arasında, genetik büyük farklar saptamanın imkânsız olduğu, dolayısiyle de kast sisteminin böyle bir istilanın ürünü olmadığı anlaşılmıştır.”
Sanskritçe diline geldiğimizde ise kaydetmem gerekiyor ki, bu dillerde ortak harflerin varoluşu, aldatıcı olmamalıdır. Bu dillerin kök ve diğer fonetik benzerliklerinin, yeniden tarafsız tarihçiler tarafından ele alınması ve incelenmesi gerekmektedir. Burada, kurgulanan büyük bir yalan vardır. Hindistan, tarihen asla ve asla tek dilli ve tek kültürlü bir yarımada olmamıştır. Orada hâlâ konuşulan, binin üzerinde dil ve lehçe bulun-maktadır. Şimdi, bunlardan 14’ü, yasal zeminde resmi ve hukuki statüye sahiptir. Sanskritçe’nin üzerinde çalışan tarihçilerin, ortak kanaatleri şöyledir: “Hint-Ari koluna bağlı en eski lisan. Sanskrit, kelime olarak cilalanmış, düzenlenmiş, kusursuzlaştı-rılmış manalarını taşır. Tarihçiler, Sanskritçeyi ilk konuşanla-rın ve Ortadoğu’ya kadar yayılan çok geniş bir topluluk olduğunu öne sürerlerken; bazıları da bu lisanın, hiçbir zaman dini ve ilmi çevre sınırlarını aşıp, halk tarafından kullanılmadığını iddia etmektedirler. Sanskritçe, asla konuşulmuyor, sadece tarihçiler tarafından tarihi metinlerin okunması için öğrenilir.”
Toplumun konuşmadığı bir dil, niçin üretilir? Üretilen ve bin yıllarca yazılan, yöneticiler tarafından kullanılan bir dil, niye unutulur? Egemen sınıf tarafından desteklenmeyen, kitlelerin konuştukları diller, nasıl egemen sınıfın desteklediği dili ortadan kaldırabilir ki?
Avrupalılar, özellikle Britanya, Hindistan’ı kendi etkisi altına aldıktan sonra Katolik Kilisesi’ne bağlı tarihçiler, bu konuya tamamen siyasal amaçlarla yaklaşmışlar ve Doğu’da İslam egemenliğinin ortadan kaldırılması için toplumlararası ihtilaf kaynakları oluşturmayı ve var olan ihtilafları, artırmayı hedeflemişlerdir. 17. yüzyılın ortalarında, batılı papazın ileri sürdüğü Hint-Avrupalı tezi, bu siyasete hizmet etmiş ve hiçbir ilmi-tarihi yanı olmamıştır.
Bunları söylemekten temel amacımız, eski tarih üzerine odaklanmak değil, sadece Hint-Avrupalı dil ve soy birlikteliğinin tarihen mevcut olmadığı fikrinin doğruluğunu belirtmek ve bölgedeki halkların, bazı istisnalar hariç, yerli olmalarına vurgu yapmak içindir. İran başta olmak üzere Türkiye, Irak ve Suri-ye’de bulunan Kürt ve diğer bazı grupların büyük bir kısmı, İslam sonrası Türk-İslam egemenliğinin sebebiyet verdiği gelişim ve kalkınmadan dolayı bölgedeki nüfus azlığının ortadan kaldırılması amaciyle yüzyıllarca Hindistan’dan yapılan göçler-den oluşmaktadır.
Burada, sözde dünyanın büyük bir kısmını yöneten İran Pers İmparatorlukları’nın, nasıl ortadan kalktığına ve ikincisi, bölgedeki nüfus azlığının nedenleri gibi iki konuya, açıklık getirilmesi gerekmektedir.
Batı, Türk-İslam egemenliğinin Doğu’da ortadan kaldırılması için 17. yüzyıldan itibaren, hâlâ bizim için tam aydınlatılmamış eski tarih üzerinden, Hint-Avrupa birlikteliği fikrini ileri sürerek, sözde Pers Uygarlığı iddiaları, bir büyük kumpas olarak kurgulamıştır. M Ö. 550 yıllarından M. 6. yüzyıla, yani İslam’a kadarki 1200 yıllık dönem, büyük Pers Uygarlığı yalanlarıyla donatılmıştır. Nitekim bu, dünyanın en eski ve zengin Irmaklar arası “Mezopotamya” Urgarlığını arka plana itmiş ve Doğu tarihinin M.Ö. 550 yıllarında sözde büyük, ama aslında vahşi Ahamenidlerle başladığı fikrini dünyaya dikta etmişlerdir. Son dönem tarihi çalışmalar bu fikrin ne kadar siyasal ve düşmancasına üretilmiş bir kumpas olduğunu ortaya koymaktadır. Bu 1200 yıllık tarihi süreç, Doğu’nun uygarlık dönemi değil, aksine vahşiliğin, yerli halklara karşı yapılan amansız ve yırtıcı soykırımların, geriliğin ve durgunluğun egemen olduğu bir dönem olmuştur. Kısacası M Ö. 550 yılından itibaren, karanlığa gömülen ve soykırımlara maruz bırakılan tutsak Ortadoğu halkları, M. 6. yüzyıldan itibaren İslamiyet’le müşşerref olarak, yeniden özgürlüğüne kavuşarak, canlanmaya başlamıştır. Rahmetli Nasir Purpirar’ın 16 ciltlik “İran Tarihinin Temelleri Üzerine Düşünceler” adlı kitabı tam razılaşmasam da konuyla ilgili oldukça büyük önem arz etmektedir.
Nasir Purpirar, 1200 yıllık bu dönemi, yerli olmayan kuzey sitepli vahşi kavimlerin, saldırısı sonucunda kurulan, yerli halkların soykırımlarıyla devam ettirilen, Ortadoğu Uygarlığı’nı mahveden, gelişimden yoksun bırakan, her şeyi geriye götüren, bölgeyi karanlıklara gömen bir vahşi ve vahim Tiranlık dönemi olarak karakterize ediyor. Ama diğer çoğu çağdaş tarihçilere göre Nasir Purpirar’ın bu değerli fikirleri, Ahamenidler ve Sasaniler için geçerlidir. Yani M Ö. 550 yılından M Ö. 350 yılına kadarki, Ahamenidleri ve M. 230. yıldan, İslam’a kadarki Sasani vahşiliklerini kapsıyor. Diğer 600 yılın ilk 150 yılı, İskender’in devamcıları tarafından diğer 400 yılı ise Arşak Türkleri tarafından yönetilmiştir ki, bu iki döneme ait değerli maddi servetler de bunu isbat etmektedir. Bu, temel konumuz olmadığından uzatmayı uygun görmüyoruz. Fakat konuyla ilgilenenler, www.devlet.com.tr sitesindeki İran’la ilgili araştırmalarımızı takip edebilirler.
Vladimir Minorsky, -yukarıda belirttiğimiz gibi- “Geçmiş ünlü tarihçilerin kanaatine göre Kürtler, Medler’in torunlarıdır. Kürtler, Medler’in torunu değilse bu koskoca büyük ve eski Med devletinin ve halkının akıbeti ne olmuştur ve bu kadar çeşitli, farklı İran dilini konuşan Kürtler, nerden gelmişler?” Sorusunu ileri sürerek, Kürtleri, Medler’e bağlamaya çalışmıştır. Ama gerçek şu ki, Kürt kardeşlerimiz Medler’in torunu değildir. Hâlâ taşımakta oldukları boy ve aşiret adları ve hatta konuştukları dil ve lehçelerin isimleri bile İran sahrasıyla ve Hindistan’da bulunan yer isimleriyle doğrudan ilgilidir. Örnek olarak:
Birincisi, “Kirmançi” diye adlandırılan ağız, günümüz İran’ın Kirman kentiyle ilgilidır.
İkincisi, Kürtlerin yöresel giysilerinin Hindistan’dan sevke-dilen toplulukların giysileriyle aynını teşkil etmekte olmasıdır.
Üçüncüsü, M Ö. Hindistan’dan Avrupa’ya olan göçlerin etkisiyle Avrupalı dillerin Sanskritçe’den etkilenmesi ve birçok Hint kökenli sözcüklerin, o diller tarafından benimsenilmesi büyük ihtimaldir.
Dördüncüsü, Çingeneler İran’da, Farsça “Kuli” olarak tanımlanıyor. İran Arapları ise Kuli’lere, “Kut” diyor. Doğu Pakistan ve Batı Hindistan’da “Kut” adıyla bilinen büyük bir bölge vardır. “Kut”. O bölgenin çoğu aşiretleri tarafından, soyadlarına ek olarak eklenmektedir. O bölgeden geldiklerine dair inandırıcı kanaat mevcuttur.
Beşincisi, kayıtlara alınmış bu Hindistan aşiretlerinin adlarının, günümüz Kürt aşiretlerinin adlariyle ya benzer ya da aynı olmasıdır. Hindistan’da aşiret isimleri:
Kulilayi, Gurani, Suran, Kharat, Sur, Cat, Kaveli, Karaçi, Ghaderiya, Khani vb.
Kürtlerde aşiret adları: Kuliayi, Gurani, Surani, Kharat, Zur, Caf, Kaviani, Kirmançi, Ghaderi, Khani vb.
Göründüğü gibi isimler aynıdır, fakat bazen Arapça köken (mensubiyet) eki ‘i’ eklenmiştir. Bu aşiretlerin adları, Hindistan’da çoğu yer ve bölge adlarıdır. Örnek olarak:
“Kulila”, Hindistan’ın “Racastan” bölgesinde çeşitli “kent, bölge ve köy” adlarıdır. Kulilayi’ler İran’da Farsça ve Kürtçe konuşuyorlar.
“Kharat”, Hindistan’ın “Ottar Pradeş ve Maharaştra” eyaletlerinde kent ve bölge ismi olarak geçer.

İran’da bulunan Kharatlar, Senendec ve Kirmanşah’da yaşıyorlar ve kendilerini Kürt ve kuli olarak adlandırıyorlar.
İran’ın Loristan bölgesinde “Sur” adlı aşiret yaşıyor. İlginçtir aynı isimde “Zur” diğer bir Kürt aşireti kuzey Irak’ın Süleymaniye kentine yakın bölgede yaşıyor. Dilleri, ağızları, giysileri tamamen aynıdır. Sur, Suran, Suriya, Surana, Surani isimleri, Hindistan’ın Racastan Eyaleti’nde çeşitli toplulukların, bölge ve köylerin ismi olarak geçer.
“Guran”, Hindistan’ın Racastan, Orissa, Himaçal Pradeş, Bihar eyaletlerinde ve denetimi altında bulunan Keşmir’de çeşitli toplulukların, bölge, köy ve kentlerin ismi olarak geçer. Şimdi o bölge insanlarına “Gurani” denir, İran ve Türkiye’de bulunan Gurani’lerin kökleri, o bölgeden gelmedir.
Hindistan’ın “Maharaştra” eyaletinde “Ardal ve Ardalan” adlarında çeşitli topluluklar ve bölgeler bulunmaktadır. Ardalanilerin kökeni, o bölgeden gelmedirler. Kuzey Irak ve batı İran’da bu aşiretler yaşıyorlar. İran’ın Bahtiyari bölgesinde “Ardal” adlı kent bile bulunmaktadır.
“Khani”, Hindistan’ın “Himaçal Pradeş ve Maharaştra” eyaletlerinde, büyük bir boyun adıdır. Bunların bir kısmı Hindistan’da, diğer büyük kısmı ise İran, Türkiye ve kuzey Irak’ta yaşamaktadırlar.
“Cat”, Hindistan’ın en kalabalık aşiretlerinden birinin adı-dır. “Zet veya Zat” aşireti de “Cat”ların bir koludur. Şimdi Hindistan ve Pakistan’ın bazı bölgelerinde yaşamaktadırlar. Cat aşireti, önce kuzey Irak’ta yaşıyordu. Rıza Şah döneminde, İran’a göç ederek, Kirmanşah’a yerleşmişlerdir. Bu aşiretin diğer bir alt kolu olan “Zet ve ya Zat” aşireti ise İran’ın İlam eyaletinde yaşamaktadırlar. İran’ın Yezd kenttindeki Fars dillilerin, Karabağ’daki Yezidilerin, Kuzey Irak ve Suriye’deki İzedilerin (yanlış olarak Yezidiler denilen) de bu boydan olmaları da büyük ihtimaldir.
“Ghaderiya” aşireti, Hindistan’ın en kalabalık aşiretlerin-den birisidir. Hindistan’ın Karnataka eyaletinde yaşamaktadırlar. Ghaderiya aşiretleri, şimdi çoğunlukla Batı Azerbaycan’ın (İran’da) Mahabat denen Soğuk Bulak kentinde yaşamaktadırlar. Muhammed Gazi ailesi, Gürcistan kökenli mültecilerden olmasına rağmen bu aşirettendir. Bu aşiret mensupları, “Ghaderiya” soyadını “Ghaderi” olarak değiştirmişlerdir. “Ghaderi-ya” Sanskritçe “Koyun” demektir.
“Suran, Surana, Surani, Suriya”, Hindistan’ın “Racastan” eyaletinde çeşitli bölge, kent ve köy isimleri olarak geçer. Onla-ra “Surani” denir. Surani aşiretleri zamanımızda, kuzey Irak, Türkiye, Suriye ve İran’da yaşamaktadırlar.
Prof. Dr. Abdulhaluk M. Çay araştırmasında da bu konuya az da olsa değinmiştir. O, konuyla ilgili şunu yazıyor: “Bu, Kürt adı verilen toplulukların heterojen yapısını ortaya çıkarmaktadır. Pek çok aşiretin reisi, ya yabancı kökenlidir ya da pek çok aşiret reisi, menşeleri birbirinden farklı gruplara hâkimdir. Tarihi olayların sebep olduğu bölgedeki bu ‘sınır toplumu’; Kürtleşme vetiresini izah etmektedir. M. R. İzady, bu ırki yapıyı, daha net bir şekilde vurgulamaktadır: ‘Kürtlerin genetik yönden homojenleşmesi hiçbir zaman mümkün olmamıştır… Etnik Kürt halkı hakkında belirtilmesi gereken en önemli nokta, orijinlerinin birden fazla olmasıdır’.
Özellikle birinci Dünya Şavaşı yılları ve sonrasında, bu tür-den Kürtleşme olayı büyük oranda meydana gelmiştir. Hakkâri bölgesinde, birçok Nasturi grubu, zaman içinde Kürtleşmiştir. Varto bölgesinde, Frödin adlı Ermeni grubu, Teyyan aşireti içinde, 1950’li yıllarda asimile olmuştur. Tur Abidin dağlarında yaşayan Hewerkanlar ile çok sayıda Yakubi/Süryani unsuru, tamamen karışmıştır. Şırnak bölgesindeki güçlü aşiret reislerin-den birisi, ‘Geraçi (Qaraçı-karaçı- Pakistan’ın Keraçi kenti. Ya-zardan), Motrib denilen gruptandır. Varto, Çatak, Siirt, Şırnak, Tunceli, Eruh vb. gibi daha birçok bölgede aşiretler arasına, Ermeni unsurlar dâhil olmuş ve onlarla kaynaşmışlardır.”
Diğer önemli bir konu da Anuşirevan döneminde (6. yy.), Kuzey Irak’a sevkedilen ilk Kürt denilen topluluğun (büyük olasılıkla İzedilerin), sayısıyla ilgili elde edilen bilgilerdir. Hamza İsfahani, onların sayısını 12 bin olarak kaydetmiştir. Firdevsi eserinde bu konuya değinerek, onların sayısını yine 12 bin olarak belirtmiştir.
Gazneli İmparatorluğu’ndan beri İran, Kafkasya, Türkiye, Irak ve Suriye’ye sevkettirilmiş Kürt topluluklarının ve Fars dillilerin büyük bir kısmının Hindistan’daki anayurtlarına dair bilgiler Tablosu (1)

Gazneli İmparatorluğundan beri İran, Kafkasya, Türkiye, Irak ve Suriye’ye sevkettirilmiş Kürt topluluklarının ve Fars dillilerin büyük bir kısmının Hindistan’daki anayurtlarına dair bilgiler Tablosu (2)

2. tablodan da göründüğü gibi Kuzey Irak’daki Duhok, Zakho (Zahu), Şeladiz, Akra bölgeleri, adlarını Hindistan’ın Madya Pradeş, Maharaştra, Uttar Pradeş, Batı Bengal, Racas-tan, Pencap, Himaçal Pradeş, Cemmu Keşmir, Jharkhand ve Bihar Bölgelerindeki topluluklardan ve bölgelerden almıştır.
Yine 2. tablodan göründüğü gibi İran’ın Yezd kenti, ismini Hindistan’ın ‘Zat, Zet, Cat’ boylarından alması büyük muhte-meldir. Yezd ve Güney Horasan’daki ‘Dihuk’ adlı köy, dağ ve bölge; isimlerini, Hindistan’ın aynı isimli eyaletlerindeki yer ve topluluklardan almışlardı.
1. tabloda göründüğü gibi İran’ın Kirman kenti adını, Hin-distan’ın ‘Maharaştra Eyaleti’ ndeki ‘Khirman-Kirman’ bölgesin-den alması muhtemeldir. İran’ın Kirman eyaleti ve Kürt toplu-luklarının bir kısmının konuştuğu ‘Kirmancı’ dilinin adı da bu bölgeden esinlenmiştir.
İran’ın Kirman eyaletinin ‘Raver’ ve ‘Bam-Bem’ kentleri, Sistan Belucistan eyaletinin ‘Zahu’ bölgesi de adlarını Hindis-tan’ın Maharaştra, Racastan, Pencap, Uttar Pradeş ve Himaçal Pradeş eyaletlerindeki aynı adlardan almışlardı.
Burada üzerinde durduğumuz Hindistan kökenli boy ve yer adlarının etimolojik yorumlanmasını, uzman arkadaşımızdan istedik; ilgili yorumlarını, aşağıda veriyoruz:
1.​Kelila, Khaleel, Kolila: Hindistan’da bu isimde olan bir bölgeden gelen Hintli aşiretin adı, İbrani bir isimdir ve lau-ra/defne yapraklarından yapılan taç anlamını taşır. Farsça söz-lüklerde taç anlamında Eklil olarak aktarılmıştır. Kelile ve Dimne kitabının isminden gelmiştir. Xalil (Halil) sözüyle ilişkili olabilir. Kuli, (Çingene) anlamında kullanılan sözün kökenidir.

Given Name KELILA
GENDER: Feminine
USAGE: Hebrew
OTHER SCRIPTS: כְּלִילָה (Hebrew)
Means “crown of laurel” in Hebrew.

2.​Goron/Goran: Qara (Kara) sözünden geldiğini varsa-yanlar, büyükler olarak anlamlandırır. Kor sözünden gelenler; ateşle anlamlandırır. Gar sözünden türediğini varsayanlar; dağ/mağara adamı olarak düşünürler. Gilan (İran’da Bölge ismi) sözüyle de ilişkilidir (L harfinin R harfine dönüşmesi).
İngilizce sözlüklerde dağ adamı olarak anlamlandırılması yaygındır.
Given Name GORAN
GENDER: Masculine
USAGE: Croatian, Serbian, Slovene, Macedonian
Means “mountain man”, derived from South Slavic gora “mountain”.
3.​Soran: Suren, zoran, Soran, Surani, şoran/Şiran olarak da telaffuz edilir. Suriye gibi ülke isimleriyle de ilişkilidir. Dilciler bu sözü, Zor sözüyle ilişkilendirerek güçlü anlamında olduğunu varsayıyorlar. Zor sözünün fiil kökü yor+olmak (yorulmak)tır. Y harfinin z ve T/D ye dönüşmesi Türkçenin özelliğidir.
Bu ismin başka dillerdeki telaffuzu:
Saeram, Sayram, Seirian (Welsh), Shahram (Farsça), Sharma (Indian), Sharman (English), Shermain, Shermaine, Sherman (English), Shermen, Shermie, Shermy, Serwan, Sherwenn, Sherwenne, Sherwin (English).
4.​Sor: Sur, Tur, Dur olarak da telaffuz edilir. Soran sözüy-le aynı anlamda ve köktendir.
5.​Harat: Harta, Hart, Harita,
T harfi İbranice, Arapça ve Moğolcada olduğu gibi Eski Türkçede de çoğul eki olarak halk isimi olarak kullanılmıştır.
Harat (Dağlar, Mağaralar),
Noun (İsim) harat: Plural of hara (Haralar)
Given Name: HARTA GENDER: Masculine (Erkek) USAGE: Indonesian PRONOUNCED: HAHR-tah Means “treasure, pro-perty” in Indonesian.
6. Cat: Zatt, Gat, Zod, Gut, Zut (İng: Jatt) olarak tellafuz edilir. Yezt (Yezd, İran’da il ismi), İzed (Kuzey Suriye’de, Kafkasya’da topluluk ismi), Cudi dağı adıyla ilgili olabilir. God sözüyle bağlı çünkü çok saygınlığı olan bu grup, kendilerini yarı tanrı olarak görürler. Zade, Türkiye’de asil anlamında kullanılır. İran’da Farsça soyadların sonunda zad ve zade bu sözden gelir.
Cat halkı (Hindi: जाट Jāṭ, Punjabi: ਜੱਟ Jaṭṭ) bir etnik grup olarak Hindistan kuzeyinden İran’a doğru göç etmişler. Bu etnik grubun Hindistan’da yaşadığı yerler, Racastan ve Haryana eyaletleridir. Hindistan’da diğer etnik gruplar catları, “Jut” (Bollywood), “Jaat” (Haryana), “Whaat” (Bihar), “Sikh” veya “Humble follower” (Pencap), “Gadha” (Jataka) olarak da ad-landırmışlardır.
7. Ardal: 1. kızgın 2. Kartal anlamındadır. Türkçedeki Kar-tal sözüyle ilgilidir (K+artal). İran’da Çaharmahal-i Bahtiyari ilinde, bir ilçe adıdır.
8.​ Ardalan: Ardal sözünün ekli versiyonudur. Batı İran’da bir ilçenin ismidir.
9.​ Kavali: Kavel, Kuval, Keval, Kuvalai telaffuzları da vardır. Kabil sözünün kökenidir. Name Kaval generally means Nivala or Kodiyo, is of Indian origin, Name Kaval is a Masculine (or Boy) name. Person with name Kaval are mainly Hindu by religion. Name Kaval belongs to rashi Mithun (Gemini) and Nakshatra (stars) Sravana, Mrigashiras.
10.​ Karaçi (Karachi): Qaraçı, Karas, olarak da telaffuz edilir.
11.​ Kadria: Kadri, Kadari, Khadir, Qadiri olarak da telaffuz edilir.
12.​ Khani (Farsça, (خانی) German/Jewish (Kahn): Türkiye’de Hani olarak telaffuz edilen Hint kökenli bu aşiretin geldiği yer, kuzey Hindistan’dır (Haritada belirtilmiştir). Türkçedeki Han, Kaan, Hakan sözleriyle ilişkilidir. Soyadı olarak Hindistan ve İran’da kullanılmaktadır.
Rafael Blaga, İran topluluklarının kökeniyle ilgili takdire layik bilimsel araştırmasında, İran topluluklarının, özellikle İran’ın güney ve kısmen merkezi bölgesindeki Fars dillilerin, Lor’ların, Lar’ların, Lek’lerin, Arap’ların, Beluc’ların Hindistan kökenli göçebelerle tamamen iç içe karıştığına dair değerli bilgiler vermektedir. O, yazıyor: ‘’Romlar, bütün İran halklarını, onlarda eriyerek etkilemişlerdir. Bu etki özellikle güney İran halkları, Beluc, Fars, Lar, Lor ve Arap’larda daha belirgindir. Bu etkileşim ve karışımı, fiziksel, dilsel ve yaşam tarzlarındaki mevcut benzerlikler daha da kolaylaştırmıştır.’’
Konuyla ilgili diğer bir tespit de benim başka bir araştırmamda kendini göstermiştir. Fars dilli edebiyatla ilgili çalışmamda rastladığım ilginç mesele, Fars dilli edebiyatta, Fars dilini ve yakın ağızlarını konuşanların ‘Hintli’ olarak adlandırılmalarıdır. Örnek olarak Genceli Nizami, Nesim Gilani ve Mevlana Hazretlerinin şiirlerinde bu konuya daha çok rastlıyoruz. Burada kısa bir bölümünü veriyorum:
Nesim Gilani:
ز خارستان هندم تنگدل بختم به ایران بر
که وقف سایه گل کرده ام ایام جوانی را
Hindistan dikenliğindenim, sıla hasretindeyim, beni İran’a götür.
Çiçeğin gölgesine zamanımı harcadım gençlik yıllarımı.
تو ترک صادق و عاض ز بوالهوس نشناسی
در کیش تو هزاران یکی شهید برآید
Sen sadık ve şerefli bir Türk’ü sapık insandan ayıramazsın,
Senin yolunda bin adamdan ancak biri şehit olur.

Mevlana Hazretleri, şu konuya kendi şiirinde şöyle değiniyor:
بیگانه مگوئید مرا زین کویم،
در شهر شما خانه‌ی خود می‌جویم.
دشمن نی‌ام ار چند که دشمن رویم
اصلم ترک است اگر چه هندی گویم.
Beni yabancı sanmayın, ben de bu diyardanım,
Sizin şehrinizde kendime yurt arıyorum,
Düşman değilim, gerçi onlara benzerim,
Köküm Türk’tür, olsun ki Hindu (Hintçe) söylüyorum.
Veya:
خمش کن کز ملامت او بدان ماند که می‌گوید،
زبان تو نمی‌دانم، که من ترکم، تو هندویی.
Sitem etmeyi bırak, o söylediği gibidir,
Senin dilini bilmiyorum. Çünkü ben Türk’üm, sen bir Hindu.

Genceli Nizami kendi eserinde bu konuya şu satırlarla değinmektedir:
دولت ترکان که بلندی گرفت
مملکت از داد پسندی گرفت
چونکه تو بیدادگری پروری
ترک نه ای هندوی غارتگری
Türklerin devleti yükselmeye başladığı andan,
Ülkede adalet beğenilmeye başladı.
Çünkü sen zalimsin ve zalim besleyensin
Sen Türk değilsin, yağmacı Hindu’sun (Hintlisin)…

Göründüğü gibi Kürt topluluklarının çoğu aşiretlerinin, Hindistan kökenli olmaları, hem Boy adlariyle hem giysileriyle hem Biyotipoloji biçimleriyle hem de yaşam tarzlariyle büyük oranda tespit edilmektedir. Bu konunun, derinliğine incelenmesi amacıyla bilimsel grup halinde Hindistan Haritasında gösterilen bölgelere yönelik geniş bilimsel alan çalışması yapılmalıdır. Oryantalistler; özelikle Britanya’ya bağlı tarihçiler, asırlarca Hindistan’da bulunmalarına rağmen, birçok Kürt kökenli aşiretlerin, Hindistan menşeli olduğunu bilmelerine ve onların son sevkiyatlarında büyük rol üstlenmelerine rağmen, bu konuyu, daima gizli tutmaya çalışmışlardır. Kürt denen toplulukları, bölgenin asıl unsurlarından biri olarak, mevcut devletlere daya-tarak; İran, Türkiye, Irak ve Suriye’de, etnik yapılı büyük çatışmalara teorik zemin hazırlamışlardır. Zamanımızda “Kürt soru-nu” adı verilen konunun teorik kökeni, bu kasıtlı yalan ve uyduruk tarih anlayışından kaynaklanıyor. Kürt aydınları, birçok oryantalistin söyledikleri uyduruk tarihlere inanarak, asırlarca kardeşcesine yaşadıkları milletlere, nefret kusmaya başladılar. Bu nefret kusmaların sonucuysa dökülen ve akıtılan kardeşkanıdır.
Burada, Kürtlerin (büyük çoğunlukta), Lorların (kısmen), Gilek ve Mazeni denen toplulukların (belirli bir kısmı) ve Fars dillilerin (ortalama yarısı) Hindistan’daki aşiretlerle aynı kökten olmaları ve kesin çoğunlukla İslamiyet’ten sonra Türk Devletleri tarafından bu bölgelere sevk edilmeleri tespit edilir niteliğindedir. Bu çalışma sadece, tarihi verilerle üzerine gidilmemiş konuların, araştırılmasına yönelik gösterilen bilimsel bir çabadır.
Yazara göre; Türk, Kürt, Fars dilli, Arap, Lor, Gilek, Çingene ve başkaları bireysel olarak tam eşit haklara sahiptir. Yaşadığımız bölgede eşit ve kardeşcesine beraber ve hoşgörü ile yaşamak hepimizin vazgeçilmez insani, dini ve millî görevidir.

İlgili Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir