7 Ekim sonrası yaşanan bölgesel tırmanma kritik bir noktaya ulaştı. Ortadoğu’da yanıtı aranan temel soru bu tırmanmanın bölgesel savaşa dönüşüp dönüşmeyeceğidir. Bu soruya verilebilecek en kısa yanıt bölgesel savaş olasılığının artan risklere rağmen hâlen düşük olduğudur. Buna karşın 7 Ekim’den bu yana çatışmaların düzeyi artmakta ve gerçekleştiği saha genişlemektedir. Dolayısıyla bölgesel topyekûn savaş riskinin düşük olduğu iddia edilse de giderek şiddetlenen tırmanmanın tanımlanması gerekmektedir. Devam eden süreç ve kısa vadeli geleceğe ilişkin olarak Ortadoğu’da büyük oranda vekil güçler üzerinden yürütülen İran – İsrail geriliminin düşük ölçekli bir çatışmadan orta ölçekli bir çatışmaya doğru evrildiği, bu sürecin çok kısa vadede sonlanmayacağı ve çatışmanın düzeyi ve coğrafyasının giderek genişleyeceği söylenebilir. Sürecin vadesine ilişkin olarak ilk kritik aşama ise ABD Başkanlık Seçimi olacaktır.
Çatışmanın ilk evresi
7 Ekim sonrasında İsrail açısından mücadelenin en önemli boyutunu Filistinlilerden arındırılmış bir Gazze yaratmak, Gazze’yi işgal etmek ve Hamas’ın askerî kapasitesinin yok edilmesi oluşturmuştu. Ancak İsrail açısından meselenin diğer boyutu İran ile bölgede sürdürdüğü rekabettir. Bu bağlamda bir taraftan Hamas ile mücadele ederken diğer yandan Lübnan’da Hizbullah’a ve Suriye’de İran destekli milis gruplara yönelik askerî saldırılarının dozunu giderek artırmıştır. İran da meseleyi benzer şekilde gördüğü için İsrail’e karşı vekil güçlerini harekete geçirerek farklı cepheler açmaya çalıştı. Düşük ölçekli olarak tanımlayabileceğimiz çatışmanın bu ilk evresinde, İsrail ile Hizbullah arasında sınır hattına yoğunlaşan kontrollü bir gerginlik söz konusuydu. İsrail, Suriye’de ise zaman zaman İran’ın silah tedarik ettiği bölgedeki vekil güçlerini, ulaşım yollarını ve konvoyları düzenli olarak vurdu. Bu süreçte İran ve İsrail birbirlerini doğrudan hedef almamaya özen gösterdi. Ancak iki taraf arasındaki bu mücadele şekli İran lehine işleyen bir süreci beraberinde getiriyordu. Zira İran doğrudan çatışmanın parçası olmadan İsrail içlerine erişim sağlama imkânı elde ediyordu. İsrail bu süreçte İran’ı ve onun vekil güçlerini caydırmak için saldırılarının seviyesini kademeli olarak artırdı ancak başarılı olamadı. En nihayetinde Gazze’de bütün katliamlara rağmen direniş sonlandırılamadı, Hizbullah’ın saldırıları neticesinde İsrail’in kuzeyindeki yerleşimler boşaltılmak durumunda kaldı ve zaman zaman da Hayfa ve Tel Aviv gibi şehir merkezleri hedef alındı.
Kritik dönüm noktası
Bu süreçte kritik dönüm noktası İsrail’in Şam’da İran Konsolosluğuna dönük saldırısı oldu. Bu teknik anlamda doğrudan İran topraklarına yönelik bir saldırıydı. İran bu saldırıya nisan ayı içinde karşılık verdi ve ilk kez doğrudan kendi topraklarından gönderilen füzeler ile İsrail’i hedef aldı. İran bu saldırı öncesinde ilgili tarafları bilgilendirmiş ve böylece füzelerin büyük çoğunluğu hedefe varamadan havada etkisiz hâle getirilmişti. Ancak İran ilk kez İsrail’i doğrudan hedef alabilecek irade ve kapasiteye sahip olduğunu göstermiş oldu. Bu noktadan itibaren bölgedeki rekabetin orta ölçekli bir çatışmaya doğru evrildiği söylenebilir. Ancak İran’ın İsrail’i vururken belli dengeleri gözetiyor olması bölgesel bir savaş istemediğinin en açık göstergesi oldu. İsrail İran’a nükleer ve askerî tesislerin bulunduğu İsfahan şehrine dönük saldırı ile yanıt verdi. Bu saldırı da krizi tırmandırmamaya dönük orantılı ve aynen İran’ın ki gibi verdiği askerî zarar açısından anlamı olmayan ama yapabileceklerine dair güçlü mesajlar içeren bir saldırı oldu.
İsrail bu aşamada İran ve vekilleri üzerindeki baskıyı giderek artırdı. İlk olarak Hamas lideri İsmail Haniye, Tahran’da hedef alındı. Bu saldırıyı Hizbullah’a dönük çağrı cihazı saldırısı ve Hasan Nasrallah dâhil olmak üzere Hizbullah’ın üst düzey isimlerinin çoğunluğunun öldürülmesi takip etti. İsrail ordusu 1 Ekim’de ise Lübnan’a kara harekâtının başladığını duyurdu. Bunun hemen ertesinde İran ikinci kez ve daha sert bir şekilde İsrail’i füzelerle vurdu. İran’ın bu saldırısında yine belli dengeleri gözettiği görüldü. Ancak yine de İran’ın istediği takdirde İsrail’in hava savunma sistemlerini aşarak başkent Tel Aviv’e ulaşabildiğini göstermesi, caydırıcılık açısından son derece etkili ve bölgede neden topyekûn savaş çıkma ihtimalinin düşük olduğunu iddia etmek açısından yeterli bir hamleydi. Zira taraflar arasındaki askerî denge bölgesel savaşın maliyetini her iki aktör açısından karşılanması çok zor bir noktaya getirmektedir. Bu dengeyi ancak ABD’nin müdahalesi değiştirebilir ki ABD’nin bölgesel savaş istemediği anlaşılmaktadır. Ancak ABD tercih etmese de bölgesel savaş senaryosunda İsrail’in yanında yer almak durumunda kalacaktır. Bölgesel savaşın önündeki bir diğer engel bölge ülkeleri başta olmak üzere bütün dış aktörlerin çatışmayı durdurma yönündeki çabalarıdır. Sonuç olarak kısa vadede bölgesel topyekûn savaş riski düşük olsa da çatışmanın daha üst ve riskli bir aşamasına doğru geçilmektedir.
Riskli aşama
Bu aşamada bölgeyi bekleyen ilk etkiler Lübnan ve Suriye sahalarında gerginliğin tırmanması olacaktır. İsrail ekim ayının başı itibarıyla Lübnan’da kara harekâtının başladığını duyurdu. İsrail 2006 Savaşı’nda yaşadığı yenilgiden dersler çıkardı ve Hizbullah ile yeniden karşı karşıya geldiğinde ne yapacağı konusunda değerlendirmeler yaptı. Aynı şekilde Hizbullah da İsrail’in güney Lübnan’ı işgal etmeye kalkması hâlinde nasıl mücadele edebileceğine ilişkin hazırlıklar yaptı. Hizbullah 2006 yılına göre askerî kapasite anlamında çok daha ileri bir konumdadır. İsrail bunun farkında olduğu için kara harekâtı öncesinde çağrı cihazı eylemi ve lider kadronun öldürülmesi gibi kritik saldırılar gerçekleştirdi. İsrail, Hizbullah’ın yüksek sayıda militan kaybı ile askerî kapasitesinin zayıflamasını ve lider kadronun ortadan kaldırılması ile emir komuta zincirinin kırılmasını sağlamaya çalıştı. Bu adımların Hizbullah’ın savunma ve karşı saldırı kapasitesinde zafiyet yaratacağı ortadadır. Ancak İsrail’in güney Lübnan’ı işgali askerî açıdan mümkün olsa da burada güvenliği tesis edebilmesi mümkün olmayacaktır. İsrail’in Gazze’de dahi askerî hedeflerine ulaşamadığı düşünüldüğünde; askerî açıdan Hamas’a kıyasla çok daha üstün ve coğrafya açısından derinliğe sahip olan, Irak-Suriye üzerinden İran ile arasında tedarik hattı açık olan Hizbullah’ın İsrail’e ciddi kayıplar verdireceği söylenebilir. Yani güney Lübnan işgal edilse bile bu bölge İsrail’in kurguladığı şekilde bir tampon bölge ya da güvenli koridor olamayacaktır.
Çatışma seviyesinin artması beklenen bir diğer saha Suriye’dir. İsrail birkaç nedenle Suriye topraklarını daha fazla hedef alabilir. Birincisi İran son yıllarda Suriye’nin güneyinde etkinlik sahası inşa etti. İran destekli Şii milisler gerektiğinde buradan bir cephe açabilir. İkincisi İran’ın Hizbullah’a erişimi açısından Suriye hattı kritik önemde ve İran buradan düzenli olarak milis gruplara silah desteği vermeye devam etmektedir. Dolayısıyla İsrail bu hedeflere dönük saldırılarını artıracaktır. Suriye’de ikinci risk faktörü İran destekli milislerin ABD varlığına dönük taciz saldırılarıdır. 7 Ekim’den bu yana saldırıların sayısında artış söz konusu ama gerginlik tırmanırsa İran, ABD’yi daha fazla baskı altına almak isteyecektir. Suriye rejiminin ise bu savaşın dışında kalmak istediği söylenebilir. Suriye, zaten içerde ciddi sıkıntılar yaşamaktadır ve bu ortamda savaşın bir parçası veya sahası hâline gelirse son yıllarda giderek güçlendiğini düşündüğü pozisyonu bir anda tersine dönebilir. Bu nedenle Suriye sahasına ilişkin beklenti taktik saldırıların sayısında artış olması ancak geniş çaplı bir savaşın parçası olmaması yönündedir.