Lübnan’ın kelime olarak anlamı Finikelilerden gelmektedir ve “Beyaz Dağ” anlamındadır. Ülkeyi kuzey güney istikametinde kesen Lübnan dağları, ülkeye ismini vermekle kalmaz aynı zamanda dağlık coğrafi yapının getirdiği iklim, sosyal yaşantı ve askeri faaliyetler bakımından da yakın çevresinden farklılaştırır. Ayrıca bu dağlarda yetişen bir ağaç türü olan sedir, Lübnan bayrağının merkezinde yer almaktadır ve altı bin yıllık bir tarihi sembolize etmektedir. Köklü geçmişine rağmen ülkenin gündemi ise son derece kırılgandır ve adeta her gün savaş ve barış arasındaki tahterevallide gidip gelmektedir. Lübnan’ın bugününü anlamak üzere geçmişine kısaca göz atmak gerekir.
Lübnan Cumhuriyeti, (Arapça: الجمهورية اللبنانية, el-Cumhûriyyetü’l-Lübnâniyye) Doğu Akdeniz kıyısında bir Arap ve Orta Doğu ülkesi. Başkenti Beyrut’tur. Tarihteki Fenike uygarlığının vatanı Lübnan ve kıyılarıdır. Kuzeyinde ve doğusunda Suriye, güneyinde İsrail yer alır. Yüzölçümü 10.452 km2, nüfusu 4.224.000’dir. Lübnan’ın ulusal ve resmî dili Arapçadır.
Lübnan, Yavuz’un Mısır seferinden birinci dünya harbinin sonuna kadar yaklaşık dört yüz sene Osmanlı İmparatorluğu hâkimiyetinde kalmıştır. 1920’de Fransız mandasına giren ülkede 1926 yılında Lübnan Cumhuriyeti ilan edilse de bağımsızlığına ancak 1943 yılında kavuşmuştur. 1946’ya kadar ise Fransız askeri varlığı devam etmiştir. 1948 yılında Arap-İsrail savaşının ardından İsrail devletinin kurulması sonucu Filistinli mülteciler ülkeye akmaya başlamıştır. 1958 yılında hükümetin yardım talebi üzerine 5000 Amerikan askeri ülkede konuşlandırılmıştır. Filistinlilerin ikinci dalgası 1967’deki altı gün savaşından sonra gelmeye başlamış ve bundan sonra Yaser Arafat’ın Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) İsrail’e saldıralar için ülkeyi bir üs olarak kullanmaya başlamıştır. 1975’de karşılıklı olarak Hıristiyan ve Müslümanların öldürülmesi ile Lübnan iç savaşı başlamış, 1976 yılında cumhurbaşkanının daveti ve Arap zirvesi kararıyla Suriye ordusu taraflar arasında barış sağlamak için ülkeye girmiştir. Ne var ki FKÖ’nün İsraillilere karşı eylemleri sonucunda İsrail de 1978 yılında güney Lübnan’ı işgal etmiş, 2000 civarında insan ölmüştür. Bunun üzerine Birleşmiş Milletler İsrail’in geri çekilmesini istemiş ve bunu takip etmek üzere Birleşmiş Milletler Lübnan Geçici Gücünü oluşturmuştur. 1982 yılında FKÖ ve İsrail arasındaki çarpışmaların şiddetlenmesi üzerine BM güvenlik konseyi tüm tarafları ateş kes yapmaya çağıran kararını yayımlamış ancak bir gün sonra İsrail tekrar Lübnan’ı işgal etmiştir. Hıristiyan militanların 800 Filistinliyi topluca katletmesinden sonra hükümetin talebi üzerine Amerikan, Fransız ve İtalyanlardan oluşan barış gücü Beyrut’a gelmiştir. 1983 yılında İsrail ülkeden kısmen çekilmiştir. Yılın sonlarına doğru ise iki ayrı bombalı saldırıda 241 Amerikan, 56 Fransız askeri öldürülmüştür. 1984 yılında Amerikan askerleri ülkeyi terk etmiş, ancak hizipsel çatışmalar beş yıl daha kötüleşerek devam etmiştir. 1989 yılında “Taif Anlaşması” ile iç savaşın sona erdirilmesi için ilk adım atılmış 1991 yılında Hizbullah haricindeki tüm militan gruplar silahsızlandırılmıştır. 1993 ve 1996 yıllarında İsrail, Hizbullah üslerine yönelik olarak saldırılarda bulunmuş, 2000 yılında ise 17 yıllık işgali sona erdirerek ülkeden geri çekilmiştir. 2005 yılında eski başbakan Refik Hariri’nin Beyrut’ta bombalı saldırı sonucu öldürülmesinden Suriye sorumlu görülmüş ve uluslar arası baskılar sonucu Suriye askerleri ülkeden çekilmiştir. 2006 yılında Hizbullah’ın iki İsrailli askeri kaçırması üzerine İsrail hava ve denizden ülkeye geniş çaplı bir saldırıda bulunmuştur. Ancak Hizbullah’ın küçük çaplı füzelerle karşılık vermesi ve direnmesi Arap dünyasında başarı olarak yorumlanmıştır. Bu savaşın ardından 1701 sayılı güvenlik konseyi kararı yayımlanmış, BM gücü tekrar yapılandırılmış ve büyütülmüştür. Bu tarihten itibaren Türkiye’de barış gücü içerinde görev almaya başlamıştır. 2008 yılında Hizbullah ile Sünni ve Dürzi milisler arasında cereyan eden çatışmalarda en az 80 kişi ölmüş, iç savaşın geri gelmesinden korkulmuştur. 2009 yılı haziran ayında yapılan seçimlerin ardından beş ay sonra 14 Mart Koalisyonu lideri Saad Hariri başkanlığında hükümet kurulabilmiştir. Saad el-Hariri, ekonomik kriz ve hükümetin vergi politikaları nedeniyle patlak veren gösterilerin ardından 29 Ekim 2019’da istifa etmişti.Lübnanlı protestocular, 1975-1990 yılları arasında yaşanan iç savaştan sonra yönetimi paylaşan mevcut siyasi grupların oluşturduğu Hariri’nin hükümeti yerine, bağımsız teknokratlardan oluşan küçültülmüş bir hükümetin kurulmasını talep ediyordu. Lübnan’da iç savaş ve kaos nedeniyle 2 yıldır bir ekonomik kriz var. Lübnan’ın Cumhurbaşkanı Hristiyan’dır, Meclis Başkanı Şii ve Başbakan Sunni’dir. Azınlıkların ve Filistinli mültecilerin yaşadığı bir ülkedir. Lübnan’daki protestolar nedeniyle 29 Ekim’de istifa eden hükümetin yerine Şii Hizbullah örgütü ve siyasi müttefiklerinin desteğiyle öne çıkan Hassan Diyab başbakanlığında yeni hükümet kuruldu.Lübnan Cumhurbaşkanı Mişel Avn, yeni hükümeti kurmakla görevlendirdiği Diyab ve Meclis Başkanı Nebih Berri’yi, Baabda Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda kabul etmişti. Diyab, görüşmenin ardından Saray’da düzenlediği basın toplantısında, 20 kişiden oluşan kabine listesini kamuoyuyla paylaşmıştı.
Görüldüğü üzere Lübnan’ın yakın tarihi çekişmeler, çatışmalar ve değişik aktörlerin güç mücadeleleri ile geçmiştir. Lübnan halkı barışa açtır aslında. Sessiz, çatışmasız geçen günler, haftalar garipsenmekte ve genellikle kısa bir süre içerisinde yeni çatışmaların yaşanacağı öngörülmektedir her defasında. Aslında kabullenmeye daha fazla eğilimin olduğu şey savaş değil barıştır, şüpheyle yaklaşılsa bile. İstikrarsızlık barışın tesisinde bir engel olarak durmaktadır.
Ülkenin istikrarsız durumunun en önemli gerekçesi olarak devlet otoritesinin bilinen anlamda bir devlet işlevini yürütecek biçimde şekillenmemiş olması sayılabilir. Dinsel ve mezhepsel olarak bölünmüş ülke halkının aidiyet duygularında ve bu grupların liderlerinde genel ülke çıkarından ziyade bu grupların çıkarlarını önde tutmaları, merkezi güçlü devletin hayat bulmasını neredeyse imkânsızlaştırmaktadır. Dolayısıyla iç ve dış politika konularında istikrarsız bir devlet görüntüsü ortaya çıkmaktadır. Diğer yandan ülkeden eksik olmayan yabancı ülke askeri varlığı ve çeşitli organizasyonlar faaliyetleri, ülke içindeki grupların birbirleri ile yakınlaşması ve bütünleşmesinden çok kendilerini diğer gruplara karşı güçlendirebileceğini düşündükleri yabancı ittifaklar aramalarına ve ayrışmalara yol açtığı düşünülmektedir. Devlet olarak Lüban’ın İsrail ile aralarında bir savaş durumu söz konusu iken, iç savaş döneminde bazı grupların İsrail ile işbirliği içinde olması ve İsrail tarafından desteklenmesi, konunun anlaşılması için yeterlidir.
Birinci dünya savaşı sonunda Osmanlı topraklarından koparılan ve Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal’ın başına geçmeyi umduğu Büyük Suriye devleti, Fransız mandasına bırakılınca hayal olarak kalmış, Lübnan’da bu topraklardan ayrılarak Hıristiyanların yönetime egemen olduğu ayrı bir devlet olarak kurulmuştu. Günümüzde halen, yönetimde ve ekonomik hayatta geçmişten gelen ayrıcalıklarını kullanan küçük bir azınlığın pastadan büyük payı aldığı gözlenmektedir. Uzun vadeli olarak Lübnan’ın en büyük açmazının bu sorun olacağı tahmin edilmektedir. Zira Müslümanlar, özellikle Şiiler nüfus olarak en büyük grup olmalarına rağmen siyasi ve ekonomik hayatta bunun karşılığını alamamaktadırlar. İsrail işgaline karşı direniş maksadıyla İsrail ordusuna karşı yaptığı eylemleri nedeniyle batı dünyasında terörist bir örgüt olarak görülmesine rağmen Lübnanlı Şiilerin en önemli siyasi hareketi olan Hizbullah, “dünyadaki bütün ezilenlerin çıkarlarına ve toplumsal, ekonomik ve siyasi adalete kavuşmaları için sürekli devrime hizmet eden bir parti” olarak tanımlanmaktadır. Hizbullah, siyasal alanda Lübnan siyasi sistemi ile teorik problemleri nedeniyle gücü ile doğru orantılı olarak yer almamaktadır, ancak sosyal alanda özellikle güney Lübnan’da ciddi bir yer sahibidir. Lübnan’da sosyal ve ekonomik hayatta eşitsizlikleri gidermeye yönelik, hak arama mücadelesinin ileriki dönemlerde yaşanması muhtemeldir ancak Hizbullah’ın bu mücadelede kullanacağı yöntemin şiddetten uzak ve diyaloga dayalı olması beklenmektedir. Zira Hizbullah “Lübnan’ı oluşturan ve her biri farklı ideolojiye kafa yapısına, anlayışa, bakış açısına be inanç sistemine sahip on sekiz mezhep arasında diyaloğun mümkün olduğunu” ileri sürmektedir. 2008 yılında batı Beyrut’ta yaşanan çatışmalarda kuruluşundan itibaren ilk defa ülke içi gruplarla çatışmaya girmiş olması Hizbullah’ın kuruluş felsefesine ve imajına hasar verdiği ve 2009 seçimlerinde bunun olumsuz etkisini yaşadığı düşünülmektedir. Benzer bir olayın yakın gelecekte tekrar etmesi ise beklenmemektedir.
Lübnan, Hizbullah ve İsrail arasındaki mevcut statükonun da en azından sıcak çatışmalar ile bozulması beklenmemektedir. 1978 yılında kurulan Birleşmiş Milletler Lübnan Geçici Barış Gücü 2006 yılına kadar bölgedeki saldırıları ve tekrarlayan işgalleri önlemede yetersiz kalmıştır. Ancak 2006 savaşının ardından 1701 sayılı kararla adeta yeni baştan yaratıldığı ve büyüdüğü, Litani nehrinin güneyinde kalan bölgede Lübnan ve İsrail arasında güvenliğin sağlanmasında önemli katkıda bulunduğu görülmektedir. Tarafların genel olarak mevcut durumdan memnun oldukları söylenebilir. İsrail işgalinde olan Gajar köyü ve Şabaa Çiftlikleri bölgeleri halen ihtilaflı sınır konuları olarak beklemektedir ancak bu sorunlar askeri faaliyetlerle değil politik araçlarla çözülmeye çalışılmaktadır. Hizbullah’ında şimdilik İsrail’le bir savaşa sebep olabilecek bir eylemden kaçındığı, mevcut durumu devam ettirmeye çalıştığı söylenebilir. 2009 Temmuz ayında Khirbat Silim’de Hizbullah üyelerine ait bir evde meydana gelen patlama sonucunda 1701 sayılı BM kararına aykırı biçimde, Lübnan ordusu dışında Litani nehrinin güneyinde silah bulundurulduğu ortaya çıkmasına rağmen, yakın zamanda Hizbullah İsrail’e karşı doğrudan bir eylem içinde bulunmamıştır. 2009 Eylül ayında Sur’un güneyinden İsrail’e atılan roketlerin arkasından da Filistinli radikal gruplar çıkmış , İsrail’in bu saldırılara karşılığı da oldukça sınırlı kalmıştır.
ABD başkanlık seçimleri sonucunda Ortadoğu bölgesinde esmeye başlayan olumlu rüzgârların, İsrail-Lübnan (Hizbullah) çatışma olasılığını minimize ettiği, buna karşılık İsrail’in hasmını sınırlayıcı-önleyici faaliyetlere öncelik verdiği düşünülmektedir. İsrail’in, İran’dan Hizbullah’a silah sevk edildiği iddiasıyla , Kıbrıs açıklarında uluslar arası sularda Francop isimli gemiye baskın düzenleyerek, kargo içinde saklanmış yüzlerce ton silah bulunduğunu ileri sürerek bunlara el koymuştu. Bu hamle, İsrail’in askeri harekâtlarına alternatif olarak hasımlarının güçlenmesini önleyici-sınırlayıcı tedbirler uygulamaya başladığı şeklinde yorumlanabilir.
Lübnan’ın ayrı bir devlet olarak kurulmasındaki tarihi rolünün etkisini sürdürmeye çalışan Fransa’nın yanında, İtalya ve İspanya gibi AB ülkelerinin doğu Akdeniz’in Ortadoğu’ya açılan kapısı konumundaki bu bölgede nüfuslarını artırma gayretleri içinde oldukları gözlenmektedir. AB, Iraktan sonra Ortadoğu’dan vazgeçmiş görünmemektedir. Bunun yanında İsrail’in arkasındaki destekleri aşikâr olan ABD ve İngiltere’nin bölge halkına açıktan faaliyetlerde bulunmamaları dikkat çekicidir.
Suriye ile olduğu gibi coğrafi ve sosyolojik etmenler açısından yakın ancak ticari, ekonomik ve dolayısıyla genel ilişkiler açısından uzak olan Lübnan ve Türkiye yavaş yavaş yakınlaşmaya başlıyorlar. Bu yakınlaşma genel anlamda olumlu karşılanıyor, zira yakın komşuların aralarındaki geçimsizliklerin diğer güç odaklarının işine yaramış olduğunu tarih gösteriyor. Örneğin geçmişte Lübnan’ın Beka vadisinde Türkiye’de faaliyet gösteren terör örgütleri barınabilmiş ve destek görmüştür. Ayrıca ne yazık ki Ermeni soykırımını tanıyan devletlerden biri de Lübnan’dır.
Türk kamuoyunda Suriye’den Hicaz’a kadar olan bölgede yaşayan Arap milletleri hakkındaki Birinci Dünya Savaşı’nın acı hatıraları küllenmiş olmasına rağmen hafızaların bir köşesinde halen duruyorlar. Türkülerde anılan Yemen’den, Kanal’dan, Gazze’den, Kûtülamare’den, kızgın Arap çöllerinden dönmeyen binlerce Anadolu evladının ardından, yeni kurulan Türk devleti günümüze kadar, Ortadoğu halklarını kendi başlarına bıraktı, yeri geldikçe sadece siyasi enstrümanlarını kullandı.
Geçen yüzyılın başında bağımsızlık ateşiyle harekete geçip Osmanlıya başkaldıran Ortadoğu milletleri, müttefiklerinin himayesinde bağımsız devletler kurmayı başardıysalar da gerek emperyal güçler, gerekse totaliter yönetimleri sebebiyle özgür olamadılar. İkinci Dünya Savaşı’nın sonucunda bir oldubittiye dönen İsrail meselesiyle de başa çıkamadılar ve yüz binlerce Filistinli mülteci konumuna düştü.
Kısacası Ortadoğu devletleri, büyük oranda aynı soydan ve dinden gelmelerine rağmen, benzerliklerini değil farklılıklarını öne çıkarmaları nedeniyle güçlü bir siyasi yapı, ortak bir politika oluşturmayı ve olaylara yön verebilecek bir güç olmayı günümüze kadar başaramadılar.Geçtiğimiz yüzyılda Ortadoğu’da yaşanan acıların, Türklerin bu bölgeden çekilmesinin yarattığı otorite boşluğunun doldurulamamasından kaynaklandığı halen tartışıla gelmektedir. Ne var ki bir devir kapanmış ve yeni Türk devleti Ortadoğu mirasını devralmamıştır. Kendi kaderini belirlemek isteyen milletler muradına belirli ölçüde erebilmişlerdir. Günümüzde Suriye ve Lübnan’la başlayıp Afrika ülkelerine kadar uzanmaya başlayan olumlu ilişkiler komşuluk, ticari ve ekonomik ilişkiler açısından tartışılmaz faydalar sağlayacaktır.Örneğin yanı başımızdaki bu ülkelerde Fransızca dili konuşulurken Türkçe Türk azınlıklar dışında pek bilinmemektedir. Bunun aksine aynı dönemlerde Osmanlı hükümranlığında bulunmuş Balkanlar’da, Kosova’da halen Türk olmadığı halde Türkçe konuşan gruplara rastlanabilmektedir. Yine de Türkiye’nin batılı ve doğulu diğer devletlere karşı Ortadoğu devletleriyle ilişki kurması ve anlaşması sahip olduğu değerler açısından daha kolaydır. Komşularımızla iyi ilişkiler içerisinde olmak, birbirimize her konuda destek olmak, gerektiğinde insani yardımlarda bulunmak, ticaret yapmak onlar ve kendi adımıza yapılacak en yararlı işlerdendir. Bu bağlamda bakıldığında, sınır komşumuz olmasa da oldukça yakın bir ülke olan Lübnan ile Türkiye’nin iyi ilişkiler geliştirmekten faydalanacağı açıktır.
Ortadoğu’nun etnik ve dini olarak en parçalı devleti sayılan Lübnan, diğer Ortadoğu devletleri gibi petrol gelirine sahip değildir. Ekonomisi büyük oranda tarım ve turizme dayanmaktadır. Döviz girdisinde Türkiye’deki tabiri ile yurt dışında çalışan gurbetçilerinin büyük payı bulunmaktadır. Türkiye dışında bölgedeki ikinci laik devlet olmasının çevre ülkelerden gelen turistlerin rahat hareket etmelerini sağladığı ve Beyrut’taki eğlence sektörünün oldukça gelişmiş olmasının turizm açısından cazibeyi artırdığı söylenebilir. Ancak gelişmiş sanayiden ve teknolojiden yoksun ekonomi dolayısıyla kısıtlı bir bütçe, başta güvenlik olmak çeşitli alanlardaki devlet hizmetlerinde yetersizliklere yol açmaktadır. Bunun yanında etnik ve dini olarak paylaşılmış devlet yönetimi sebebiyle, mevcut kaynakların ülkenin genel menfaatleri yönünde kullanıldığını söylemek oldukça güçtür.
Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta atam bombası gibi bir patlama meydana geldi. Beyrut Limanı’nda 2 bin 750 ton amonyum nitratın infilak etmesi sonucu patlama meydana geldiği dile getirildi. Patlamada 100’den fazla kişi hayatını kaybederken 4 bine yakın yaralı ve çok sayıda kayıp bulunuyor. Patlama Beyrut’un kalbinde meydana geldi. Beyrut’un ortasında bütün ticari faaliyetlerin gerçekleştiği, hayatın döndüğü önemli bir yer. Patlama 12. depoda meydana geliyor, itfaiyecilerin yangına müdahale ettiği sırada bir patlama daha yaşanıyor. Patlamada 8 kilometrelik alan birinci derecede etkileniyor. Burada yaşam alanındaki herkes patlamadan etkileniyor. Patlama Kıbrıs’tan hissediliyor.
Beyrut’ta bu patlama neden meydana geldi? Beyrut Limanı’ndaki patlama kaza mı sabotaj mı?
Patlamanın ardından Lübnan Gümrük Genel Müdürü Zahi yaptığı açıklamasında; “Beyrut Limanı’ndaki patlayıcı maddelerin oluşturduğu tehlike için 6 kez yargıya başvuruda bulunduk Gümrük görevlileri, önümüzdeki üç yıl boyunca (5 Aralık 2014, 6 Mayıs 2015, 20 Mayıs 2016, 13 Ekim 2016 ve 27 Ekim 2017) en az beş mektup daha yolladılar. Üç seçenek önerdiler: Amonyum nitratı dışa aktarın, Lübnan Ordusuna teslim edin veya özel mülkiyetteki Lübnan Patlayıcılar Şirketi’ne satın. Yaklaşık üç yıl sonra, amonyum nitrat hala hangardaydı. Tonlarca patlayıcı madde neden şehrin kalbinde tutuldu? Beyrut Limanı’ndaki patlamayla ilgili cevap bekleyen sorular. Neden patlayıcı maddeler transfer edilmedi. Neden patlayıcı maddeler imha edilmedi. Neden patlayıcı maddeler bu güne kadar kullanılmadı. Lübnan’da bir iç savaşa ve Lübnan’da ve Orta Doğu coğrafyasında istikrarsızlığı kontrolsüz bir şekilde derinleştirecek bir eylem de olabilir.
Son zamanlar Hizbullah’la İran’la Lübnan’la İsrail’le gerginleşen bir fotoğraf var ve biz bunu bir haftadır çok net olarak görüyoruz. Bir kaç gün önce havan atımları yapıldı. Golan Tepeleri’nde bir takım sızma hareketlerinin yapıldığı bu nedenle iki tarafın birbirlerini etkilediği görülüyor. Bunun hemen ertesinde insani boyutu ağır olan böyle bir olayla karşılaşılıyor. Bu patlama Ortadoğu’da projelerin devam ettiğini gösteriyor.Ama bu bir iddia. Bu işin insani boyutu çok ağır.
Lübnan’lı kaynaklar bunun bir kaza ve yangın olduğunu dile getiriyor. Ancak bu patlama bütün Ortadoğu’yu bütün jeopolitiği etkileyecektir.
Doç.Dr. Murteza HASANOĞLU