KAFKASSAM – Kafkasya Stratejik Araştırmalar Merkezi

  1. Anasayfa
  2. »
  3. Türkiye
  4. »
  5. Nesib L. Nesibli: Körüklenen Yanlışlar ve Türkiye Algısı

Nesib L. Nesibli: Körüklenen Yanlışlar ve Türkiye Algısı

Kafkassam Editör Kafkassam Editör - - 27 dk okuma süresi
388 0

Türkiye hiçbir zaman Azerbaycan’a bu kadar yakın olmamıştı. Türkiye’nin özellikle Üçüncü Karabağ Savaşı’nda siyasi ve askeri gücüyle Azerbaycan’ın yanında yer alması kardeşliğin sözden icraata geçmesinin simgesine dönüştü. Ayetullah Şeriatmedari, Ebülfez Elçibey, Haydar Aliyev ve İlham Aliyev’in dile getirdikleri bir millet, iki devlet düsturunun gerçekleştiği ender dönemlerden biri oldu. Bu bakımdan 1918’də Osmanlı Ordusu’nun Kuzey ve Güney Azerbaycan’da soydaşlarını kurtarmak amacıyla buralara gelmesi tarihin yegâne istisnası olması gerek.
Güney Azerbaycan da hiçbir zaman Türkiye’ye bu kadar yakın olmamış, Türk Dünyası’nın bir parçası bilincini taşımamıştır. Hiçbir zaman gözünü bu kadar Türkiye’ye ve Türk Dünyası’na yöneltmemiştir. Bu gelişmenin en çarpıcı belirtisi olarak Tebriz-Bakü-Ankara, Farslar hara, biz hara?! sloganı ortaya çıkmıştır.
Gidişat böyle ise neden Türkiye hakkında olumsuz algı oluşturulur? Acaba bunu Türk ve Türkiye düşmanlarının gelişen ortamdan rahatsızlığının ifadesi olarak saya bilir miyiz?
Önce Türkiye hakkında olumsuz algının esas tezlerine kısaca göz atalım.

Yanlış tezler
‘Osmanlı-Safevi savaşları, Çaldıran meydan muharebesi, Sultan Selim – Şah İsmail münasebetleri ta kadimden Türkiye’nin Azerbaycan’a olumsuz yaklaşımının en iyi kanıtıdır.’ Sovyet döneminden itibaren körüklenen bu tezdeki tarihî olgular gerçektir. Yanlış olan 500 yıl önce yaşanan hadise ve süreci saptırarak günümüze taşımak ve 21. yüzyılın hadisesi gibi dayatmaktır. Ortaçağlarda ne milli devlet, ne de modern anlamda millet vardı. Savaşlar ise hanedanlar arasında olmuştur. Her devlette hâkim hanedanı ve kudretli aileleri temsil eden güç odakları arasında ihtilafların, kanlı savaşların çıkması bilinen bir gerçektir. Tarihî olguyu bu şekilde aşırı ‘çağdaşlaştırmak’ gayreti meseleye sadece gayri-akademik yaklaşım ile açıklanamaz. Amaç siyasidir – Türkiye hakkında olumsuz algı oluşturmaktır.
‘19. yüzyılın başlarında Osmanlı Azerbaycan’a iddialarından vaz geçmemiş; burayı işgal etmek istemiştir.’ Bugüne kadar sürüp gelen bu tez üzerinde ayrıntılı duralım. Resmî İran tarihçiliğinde Osmalı’nın hep İran topraklarına göz diktiği, onu işgal etmek niyetinde olduğu vurgulanmıştır/vurgulanmaktadır. Sovyet döneminde Kuzey’de de yaklaşık aynı sahtekârlığa yol verilmiş, 19. yüzyılın başlarında Azerbaycan’ın “üç kötüden birini seçmek mecburiyetinde kaldığı” – ya geri kalan feodal İran’a, ya Osmanlı’ya, ya da göreceli gelişmiş durumda olan Rusya’ya birleşmek – resmi konsept olarak vatandaşın bilincine yerleştirilmiştir. Günümüzde Kuzey Azerbaycan’da “dengeli dış politika” görüşünü tarihî geçmişin bu hadisesi ile açıklamak gayreti hâlen ortadadır.

Nadir Şah’ın katlinden (1747) sonra İran’da oluşan yeni siyasi krizden Osmanlı faydalanmak için acele etmedi. Afganistan’da devlet kuran Ahmet Şah Dürrani İstanbul’a gönderdiği mektubunda Kızılbaşlardan kurtulmak için uygun imkanın doğduğunu bildirir, Osmanlı Sultanına Şii devletini lağv etmek şansını gerçekleştirmek amacıyla birlikte harekete geçmeyi teklif ediyordu. Osmanlı Padişahı III Mustafa cevap mektubunda ‘şerefli bir Türkmen lideri olan Nadir Şah’la’ imzalanan bağlaşmaların hâlen geçerli olduğunu belirtmiş, ‘Allahın yardımı ile Devleti-aliyyemizin hazinesi ve askeri çok ve kuvvetli olduğundan bizler için İran’ı zabtetmek gayet kolay ise de, böyle zayıf durumda olan bir milletin üzerine asker göndermek, onların varlıklarını harab etmek Devleti-aliyyemizin şanına yakışmaz” diye onun teklifini geri çevirmişti.

Babi-ali, İran işlerine faal müdaheleye tahrik eden başka çağrıları da cevapsız bıraktı. Nadir Şah’ın katlinden sonra Tebriz valisi Rıza Han, Osmanlı hükümetine müracaat ederek, Azerbaycan’da bağımsız bir saltanat kurmak için buraya bir şehzade gönderilmesini istemiş, ancak İstanbul bu müracaata olumlu cevap vermemişti. Nadir Şah’ın resmi elçilikle İstanbul’a gönderdiği Şamlı Mustafa Han, Şah’ın ölümünden sonra yolda kalıp, Bağdat valisi ile ona yardım verildiği takdirde İsfahan, Kazvin, Hemedan, Kirmanşah’ı Osmanlı’ya katmak teklifi verdi. Fakat onun teklifini de Osmanlı hükümeti geri çevirdi. Hindistan’daki Haydarabad devletinin hükümdarı Nizamülmülk’ün İran’ı zabtetmek ve ‘Şiiliğin ortadan kaldırılıp, Sünniliği hâkim duruma getirmek, bununla halkı rahat etmek’ teklifine de aynı münasebet belirtildi. İran sınırlarındaki valilere İran topraklarına saldırmama emri gönderildi.

Bazı Kuzey Azerbaycan hanlarının Osmanlı Devleti’ne müracaatları da çekingen doğu siyasetinin talepettiği şartlarda cevaplandırıldı. Şeki hanı Hacı Çelebi 1747’de, Gence hanı Şahverdi 1751’de, Şirvan hanı Muhammed ise 1760’da Osmanlı’nın tebaası olmak isteklerini resmen belirtmişlerdi. Sonraki yıllarda da bu istek tekrarlanmış, Osmanlı’nın himayesini isteyen hanların listesi genişlemişti. Örneğin 1787’nin Kasımında İrevan hanı Muhammed, Osmanlı padişahına yazdığı Farsça mektupta Tiflis hanı İrakli’nin İrevan kalesini zaptedip, Müslümanlar üzerine yürümek niyetinde olduğunu belirtir, Osmanlı Devleti’nden yardım ricasında bulunur, İrevan Hanlığının Osmanlı himayesinde olduğunu birkaç defa özel olarak vurgular. Ağa Muhammed Han’ın Karabağ üzerine hamlesi arifesinde Karabağ hanı Osmanlı sadrazamına yardım talebi olan mektubunda kendisi hakkında yazıyor: “Hülasatü’l-kelam Dövlet-i Aliyye-i Aliye’nin hizmet-güzar bendeleriyüz.” Babi-ali Çıldır beylerbeyine, Kars valisi ve Van saresgerine Kafkaslar, bu sıradan Azerbaycan hanlıkları ile ilgilenmək emrini vermiş, burada olub-bitenlerden anında haberdar olmağa çalışmışdır. Bu hanlara ara sıra kıymetli hediyeler de gönderilmiş, buradan gelen elçilerin harcamaları karşılanmıştır.

Fakat Osmanlı hükümeti manevi destekten, yardım vaadlerinden, hanları birliğe davetetmekten öteye geçmemiş, hanlıkları tehdit eden tehlike karşısında – ne Ağa Muhammed Şah Kacar’ın hücumlarından, ne de Rusya’nın artan baskılarından Azerbaycan hanlıklarını korumamış, bu yönde hatırı sayılır girişimde bile bulunmamıştır. Karabağlı İbrahim Han’ın Osmanlı sadrazamına yazdığı mektup bu anlamda mânidardır. İbrahim Han mektubunda yazıyor ki, ‘iğirmi yıl ve belki de daha çoktandır ki, Rum diyarının ahali siyahısına düşmekle şereflendirilmişim.’ O, Ağa Muhammed Han Kacar’ın Karabağ üzerine hamlesi arifesinde ‘bizleri koruyup, bize yardım ve inayetinizi esirgemeyin’ ricası ile Osmanlı’dan yardım talep ediyor. Sadrazamın cevabı katidir: ‘İran’la Devleti-aliyye arasında sulh olduğundan, Ağa Muhammed Hanın sulhu pozar bir hareketi görülmedikçe Osmanlı devleti tarafından İran hevalisine askerle müdahile edilmeyecek.’

Yukarıda zikredilen tarihî olgular gösteriyor ki; İran resmî tarihçiliğinin, veya Sovyet döneminden miras kalan Kuzey Azerbaycan tarihçiliğinin Azerbaycan’ın bölünmesi konusundaki tutumunun Osmanlı bölümü bilimsel değildir; tamamen siyasî amaçlara hizmet eden bakıştır. 18. yüzyılın ikinci yarısı – 19. yüzyılın başlarında Osmanlı’nın Azerbaycan’daki hanlıkları işgaletmek niyeti olmamış, buradaki hanların Osmanlı Sultanının tebaasına dönüşmek isteklerine olumlu yaklaşmamıştır. Osmanlı, bu dönemde Azerbaycan’ın bir bölümünün Rusya tarafındann işgali meselesine karışmamış, suskun kalmıştır.

‘1918’de Osmanlı petrol için Bakü’ye geldi; Osmanlı İrevan’ı Ermenilere verdi; Atatürk Azerbaycan’ı Ruslara sattı…’ gibi fikirlerle Osmanlı/Türkiye – Azerbaycan münasebetlerinin en önemli dönemine gölge salmak, hatta şuurlardan kazıp atmak istediler. Yüzlerce eser yazıldı. Rayevski, Tokarjevski, Cemil Quliyev, şimdi de yeni peyda olmuş Vasif Qafarov gibiler çeşitli yönlerden 1918-1920’ler tarihini tahrif ettiler/ediyorlar. Onların yazılarında ayrı-ayrı detay şişirtilir, mahiyet teşkil eden tarihî olgu ya basitleştirilir, ya da sadece yok sayılır. Bu dönemin en önemli tarihî olgusu ise şudur: Osmanlı Türkü, Azerbaycan Türkünü fizikî yok edilmekten kurtarmıştır! Kalanları teferruattır. Genel Türk tarihinin en muhteşem hadisesini – Türk halklarının biri birini kurtarmalarını! – unutturup, detayları şişirtmek – budur Türk düşmanlarının ezeli ve ebedi düşüncesi. Bu tür insanlardan insaf talep etmek cahillik olmasa da sadeliktir.

1918-1920’ler tarihi 30 yıl önce tartışmalı sayılabilirdi; müzakere konusuydu. Bu zaman içinde onlarca kıymetli eser yazıldı, artık sıradan vatandaş için de karanlıklar aydınlığa çıkmıştır. Fakat ‘delinin kuyuya attığı taşı çıkarmak’, tarih bilincimizi bu yanlışlardan arındırmak için hala çok yazılmalıdır.

Söz konusu meseleler üzerine biz de az yazmadık. Yine de yazacağız. Konu açılmışken bu yazının hacmini aşmadan 1-2 olguyu okuyucunun dikkatine sunalım. Sovyet ve İran resmî tarihçiliğinde Osmanlı işgali olarak nitelendirilen 1918’deki Osmanlı yardımı hakkında onlarla tarihî kaynak mevcuttur. Azerbaycan’dan olan temsilcilerin Ermeni saldırılarına karşı direnmek için Osmanlı’dan ısrarla, hatta yalvarırcasına yardım talebinde bulunmaları azca insafı olan tarihçilerin hepsine bellidir. Örnek olarak, baştan Osmanlı’ya soğuk yaklaşımı ile seçilen, sonra da Rusya tarafına geçen Memmed Hasan Hacınski’nin fikirlerine bakalım. Bu adamın verdiyi bilgiye göre, Enver Paşa bilinen Trabzon Konferansı zamanı Azerbaycan temsilcileriyle görüşte Azerbaycan’ın komşu Gürcistan ve Ermenistan’la birlikte vahit federatif veya konfederatif bir devlet kurması ve onun Türkiye ile sıkı ilişki sağlamasını kendi ülkesi için arzu olunan hal saydığını bildirmişti. Fakat Güney Kafkasya’da vahit devletin varlığına şüphe eden Enver Paşa, bu şüphenin gerçekleştiği takdirde ‘Türkiye ile ortak sınırları olan bağımsız Azerbaycan’ın Osmanlı Devleti ile Avusturya-Macaristan örneğinde daha sık bir ittifak oluşturabilmesi’ imkânını da kaydeder. Enver Paşa defalarca ona edilen müracaatlara cevap olarak (dikkat buyurun), Azerbaycan’a yardım için bazı tedbirler aldığını, kardeşi Nuri Paşa’nın 300 askeri eğitmen ile Tebriz’den Gence’ye gitmesi hakkında bir emir verdiğini diyordu. Hacınski’nin ‘Ermenistan’ın bağımsızlığına münasebetiniz?’ sorusuna da Enver Paşa’nın yanıtı ilgi çekicidir: ‘Türkiye bağımsız Ermeni devletinin kurulması aleyhine değildir, bir şartla ki İngiliz-Rus siyaseti hatırına Ermeni halkı Türklere karşı entrikalarına son versin.’

Son zamanlar Osmanlı ve Osmanlı Devleti liderlerinin ‘Ermeniperest mevkii’ konusunda yalanlar tirajlanıyor. İrevan’ı onların Ermenilere ‘hediye ettikleri’ hakkında akıl almaz iddialar ileri sürülüyor. Bu arada ikide bir Osmanlı Mebûsan Meclisi Reisi Halil Menteşe’nin adı zikrediliyor. Biz de Menteşe’nin anılarından kısa bir alıntı verelim: “Bir gün İstanbul’dan şifre aldım: ‘Guéguetchkori (Gürcistan Başvekili) ile görüş, bu Ermenileri aramızda taksim edelim.’ [dikkat buyurun!]deniyordu. Gülerek İstanbul’un arzusunu bildirdim. Şu cevabı almıştım: ‘Beyefendi, koca Rus ve Osmanlı imparatorlukları bu heriflerle baş edemedi. Benim küçücük Gürcistan’ım bu belaları nasıl üzerine alır? Bunlar Tiflis’te (Gürcistan’ın payitahtı) yüzde altmış ekseriyettedirler.’ Şerhe gerek var mı?

Mustafa Kemal Atatürk hakkında iddianın ne kadar esassız olduğunu belirten sadece bir olgu: Büyük Millet Meclisi’nin Reisi olarak Mustafa Kemal Paşa’nın Lenin’e gönderdiği mektubun tarihi 26 Nisan 1920’dir. Bu mektup Moskova’ya 1 Haziran’da ulaştı, hâlbuki bu zaman Azerbaycan çoktan (27 Nisan’da) işgal edilmişti…

Böylece, malum tarihi determinizm metodunu tersine çevirerek, geçmişte de böyle olmuştur, şimdi de böyledir, hatta gelecekte de böyle olacaktır fikrini boş, veya yarı boş kafalara yerleştirmek isterler. İşte tarihî temel oluşturulduktan sonra münasebetlerin şimdiki durumunu karalamak zor iş değildir. Çünkü artık malum kafa buna müsaittir. Türkiye kendi çıkarları peşinde Azerbaycan’a geldi (2020); ortak Türkçe – eski Osmanlı emperyalizmidir; Ə, X harflerini beğenmemek ihanettir gibi saçma fikirleri artık sosyal medyada yaymak olur.
Azerbaycan-Türkiye ilişkilerine bir başka yönden yaklaşalım. Münasebetler ideal miydi? Hiç problem çıkmadı mı? Türkiye ile Azerbaycan arasında geçmişte bir problem olmamıştır, şimdi de yoktur demek uluslararası münasebetler sisteminden habersiz olmak demektir. Müttefik devletler arasında bazı problemler olmuştur, var ve olacaktır. Önemli olan hayatî meselelerde birliğin olmasıdır. Elbette Türkiyeli komünistler ve bazı ittihatçıların Azerbaycan istiklaline karşı faaliyetleri (1920) tekzip edilemez olgudur. Nuri Paşa ne kadar bir heykeli hak etmiş ise, amcası Halil Paşa’nın faaliyeti o kadar sorgulanmalıdır. Süleyman Demirel’in ne kadar milli hükümetin yıkılmasında rolü var ise, Türkiye Cumhuriyeti devletinin bin kat Azerbaycan’ın toparlanmasında rolü olmuştur. Doğru-düzgün ve adaletli sonuca varmak için münferit ile geneli, ikinci-üçüncü dereceli nedenle/olguyla hayatî öneme haiz nedeni/olguyu biri birinden ayırmak gerektir. Türk ve Türkiye düşmanlığını yaymakla görevlendirilenler işte propagandanın bu özelliğini bildiklerinden sinekten fil yaparlar.
Türk ve Türkiye düşmanlarının yersiz yürek bulandırmaları bir yana, daha ciddi konuyu açıklamaya çalışalım. Güney ve Kuzey Azerbaycan’daki çağdaşlarımızın bilincindeki ve dilindeki ‘gardaş Türkiye’ anlayışı nerden çıktı ve ne kadar gerçekçidir?

Allah’ın lütfü
Milli bilinç aynı zamanda dostunu, düşmanını tanımak demektir. Milletleşme sürecinin kendisiyle beraber getirdiği bir olmazsa olmazdır.
Kuzey Azerbaycan’da Hasan Bey Zerdabi’den başlayarak milli fikir sahipleri ve kuruluşları Çarlık/Sovyet rejimlerinin tüm karalamalarına rağmen, sömürge durumunda olan mazlum Azerbaycan’dan gözlerini Osmanlı’ya/Türkiye’ye çevirmişler. Özellikle 1925’den itibaren İran’ın ırkçı devlete dönüşmesinden sonra Türkiye, medet uma bilinecek yegâne ülke olarak algılanmıştır. Birkaç örnek verelim.
Balkan Savaşı arifesinde Müsavat teşkilatı verdiyi beyanatta vurgulamaktaydı: ‘Biliniz ve agâh olunuz ki, yegâne ümidimiz ve çare-i necatımız Türkiye’nin istiklal ve terakkisindedir. Eğer biz şimdi de kendimizin evvelki hissizliğimizden vaz geçmezsek, dünyanın gözü önünde hak, İslamiyet ve milliyetimizi kaybedip ağyare ecir [yabancılara hizmetçi], tabi, adeta esir olacağımız şek ve şüpheden aridir…’
Mehmed Emin Resulzade 1922’de yazıyordu: ‘Azerbaycan Cumhuriyeti, âlem-i İslam’da teşekkül eden ilk cumhuriyettir. Bu cumhuriyet aynı zamanda bir Türk hükümetidir; tabir-i diğerle küçük Türkiye’dir. Küçük Türkiye halkı ile büyük Türkiye halkı arasındaki münasebet, iki kardeş münasebatı kadar samimanedir.’
1950’lerin ortalarında KGB’nin ele geçirdiği açıklamaların birinde şunlar yazılmaktaydı: “Müslümanlar, 30 yıldır Ruslar ve Ermeniler tarafından ezilmekteyiz. Onlar bizi yağmalıyor, varımızı-yokumuzu elimizden alıyorlar. Bakü petrolü Rusya’ya taşınmaz ise milyoner oluruz. Sarılar [Ruslar] petrolümüzü, yün, pamuk, çay, pirinç, yağ, süt, yumurta – ne varsa elimizden alıyorlar. Ruslardan kurtulalım. Korkmayınız, yaşasın Türkiye, yaşasın Türkiye’nin asker ve subayları.”
Özellikle şu son belge çok anlamlıdır. On yıllar boyunca devamlı olarak Türkiye’ye karşı propagandanın yürütülmesine, milli kimliğini ifade ettiği için ‘Türkiye’nin casusu’ suçlaması ile represya olunan yüzbinlerin acı kaderine bakmaksızın, Azerbaycan halkı ‘NATO’nun el altısı’, ‘Azerbaycan’a karşı asırlarca devam eden işgalci niyetin olması’, ‘geride kalmış Türkiye’nin Batı’nın uç noktası olması’… gibi masallara inanmadı. Sovyetlerin sonlarından itibaren Azerbaycan’da gardaş Türkiye anlayışı, bir millet, iki devlet düsturu siyasi fikirde kendine yer buldu. Azerbaycan siyasi muhaceretinin işte Türkiye’de yerleşmesi ve faaliyette bulunması, milli siyasi-ilmi fikrin Türkiye’de gelişmesi, ekser fikir ve emel büyüklerimizin mezarının bu ülkede olması bu kardeşliğin kanıtı olarak algılandı.
Türkiye’ye münasebet meselesine şimdi de jeopolitik ilminin soğuk mantığıyla bakmaya çalışalım. Önce Azerbaycan Cumhuriyeti’nin küçük devlet kategorisinde bir devlet olduğu gerçeğini kabul etmeliyiz. Ve küçük devletlerin orta ve büyük devletin/devletlerin himayesine ihtiyacı vardır fikrini de kabul etmeliyiz. 10 milyon nüfusu, 86 bin kilometre kare resmî arazisi, 46 milyar dolar milli geliri olan Azerbaycan Cumhuriyeti, çok karışık bir jeopolitik ortamda milli problemlerini çözmek zorundadır. Azerbaycan Cumhuriyeti, Rusya-İran-Türkiye jeopolitik üçgeninde yer almaktadır. Bu devletlerden ilk ikisinin geçmişte de, şimdi de Azerbaycan’a dost münasebette olmayan ülkeler olduğunu aklı başında olan her bir kes biliyor. Bu üçgende Türkiye Cumhuriyeti’nin – kardeş Türk devletinin olması Allah’ın bir lütfudur. Yeter ki bu lütfu kavraya bilelim, siyasi ve toplumsal fikirde bu üç devleti aynı mesafede tutmak yanlışlığından vaz geçelim. Hâkim idareci sınıfın (nomenklatörün) uzun yılların ‘dengeli dış politika’ adlı git-gelden sonra bu gerçeği kısmen idrak etmesine galiba sevinmek gerektir. Azerbaycan’ın Karabağ problemini kökden çözmesi, diğer hayatî meselelerinin çözümü üçün Türkiye’nin timsalinde müttefike ihtiyacı vardır. Türkiye’ye yersiz kibirle bakanlar kabul etmelidirler: Türkiye Cumhuriyeti devleti orta ölçekli bölge devletidir – kendini savuna bilir. Azerbaycan’ın bu ittifaka daha çok ihtiyacı vardır.
Bu ittifakın 2008/2009 örneğinde tehlikeye düşmemesi, dayanıklı olması için iktidarların yakın olması, dostum-kardeşim iltifatları yetmiyor. Halklar o kadar yakın, tek millet olmalılar ki iktidarların yanlışları veya kaprisleri münasebetleri bozabilmesin.
Azerbaycan-Türkiye münasebetleri strateji müttefiklikten de ileri gidebilir. Konfederatif birlik fikri de müzakere edilebilir, hatta edilmelidir. Türkiye’yi taklit etmek değil, üstün değerlerinden faydalanmak gerektir. Türkiye’de durum ideal değildir. Ancak gelin gerçekçi olalım: Türkiye belki de her alanda Azerbaycan’dan bir adım ileridedir.
Kendi problemlerini çözmek için riski göze alabilen bir Azerbaycan’ın Türkiye’deki Türk milleti nezdinde nüfuzu çok yüksektir. Hatta Azerbaycan, siyasetini düzgün kurabilirse resmî Londra’nın ABD siyasetine etkisi kadar tesir gücüne de sahip olabilir. Bir başka deyişle Beyaz Saray’ın kararını etkilemenin en yakın yolu Dauning Str. 10’dan hareket etmektir düsturu üzere resmî Ankara’nın da kararlarına tesir etmek potansiyeline sahiptir.
Azerbaycan-Türkiye ittifakının daha bir stratejik önemi de vardır. Bu ittifak Türk Birliği’nin oluşması için ön şarttır – Türk Birliği’nin çekirdeği işte bu ittifak olabilir. Bir hususu da ilave edelim: Türkiye ile iki Azerbaycan’ın nüfusu Türk Dünyası nüfusunun yaklaşık yarısını oluşturur.

Azerbaycan, yalnız Kuzey’inden ibaret değildir, onun Güney’i de vardır. Güney Azerbaycan, Kuzey’e göre Türkiye’ye münasebetini daha azaplı yollar kat ederek şekillendirmektedir. İrancılık değerlerinden, özellikle mezhep taassubundan kopmak uzun zaman aldı. İran için fedakârlık, fakat kendi için gaflet adlandırdığımız 1905-1925’lerde Güney Azerbaycan’ın davranışı acı tecrübeleri ortaya koydu, sonraki Fars ırkçı rejimlerinin (Pehlevi ve Humeyni) aşağılama, soygun ve eritme siyaseti Türklüğü İran bütününden kopardı. Pehlevi döneminin ‘Türke xer’ [Eşşek Türk] aşağılaması şimdiki molla rejiminin ‘Merg ber Türk!’ [Türk’e ölüm] tehditleri ile yenilendi. Bir zamanlar Sovyetler en masum düşmanlarını ‘Türkiye casusu’ suçu ile Sibirya’ya sürgüne gönderiyor, hatta kurşuna diziyorduysa, şimdi de İran, Tebriz, Bakü, Ankara, Farslar hara, biz hara?! diyenleri aynı ‘Türkiye casusu’ adıyla hapishanelere dolduruyor. Ancak tarihin gidişini durdurmak mümkün değildir. Soydaşlarımızın hayli hissesi dostunu-düşmanını anlamağa başlamıştır, gözünü kuzeye – Azerbaycan Cumhuriyeti’ne, hem de batıya – Türkiye’ye çevirmiştir. İran’da asırlarla sürüp gelen Türk ve Osmanlı/Türkiye düşmanlığı özellikle yeni nesilde ters tepmeğe başlamış, Türkiye algısı köklü şekilde değişmiştir.

Sonuç
Çarlık/Sovyet ve Pehlevi/Humeyni dönemlerinde on yıllarca yönetilen anti-Türkiye propagandası Azerbaycan nüfusunun bilincine etkisiz kalmamış, Türkiye hakkında şüphelerin, hatta bazı kesimlerde düşman münasebetin oluşmasına neden olmuştur. Tarihî hadiseler saptırılarak olumsuz algının oluşması için aktif şekilde kullanılmıştır.
Milli bilincin gelişmesi ve siyasi gidişatın (1918’in kurtuluşu, Karabağ Savaşı vs.) etkisiyle tasavvurlar değişmiş, Türkiye hakkında daha gerçekçi yaklaşım şekillenmiştir. Gardaş Türkiye anlayışı Azerbaycan Cumhuriyeti’nin ekser vatandaşlarının kimliğinde yer almıştır. Ancak Azerbaycan’ın Türkiye’ye artan meylinin ve aksine Türkiye’nin Azerbaycan’a ilgisinin güçlenmesinden rahatsız olanlar vardır. Azerbaycan’daki Türk düşmanları, kendi faaliyetleri ile Türkiye’dekilere pas atmaktadırlar.
Türkiye faktörü Güney Azerbaycan’da milli kimliğin şekillenmesinde önemli rol oynamaktadır. İran resmî propagandası özellikle yeni kuşağa etkisiz kalmaktadır, Türkiye’nin nüfuzu ise aksine artmaktadır.

Prof. Dr. Nesib L. Nesibli

İlgili Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir