Seçim sath-ı mailinde olmasak da; millet olarak “Halk Oylaması” (referandum) eğik düzlemindeyiz…
Bu ülkede “entelektüel derinliği” olan siyasetçiler de gördük ama son yıllarda “satıhta” kalan, adeta sığ sularda kulaç atan lâf cambazlarıyla yüz yüzeyiz…
Söylemlerinde nükte yok, mizah yok, üst seviyede özlü sözle kısa anlatım yok…
Mecaz yok, teşbih yok, kinaye yok, intak yok, hüsn-i talil yok…
Barış dilinin yerine kin ve nefret dili ikame edilmiş…
Bol bol tahkir var, taciz var, tariz var, tecahül-i arif var…
Şişirilmiş ego, tevazu nedir bilmeyen enaniyet…
***
Hattı zatında, insan üzerine türetilen teorilerin yüzde doksanı, pratiğe döküldüğünde lâf-ı güzaf olmaktan öteye geçmiyor…
Ebna-yı beşerin “Üslub-u beyan; ayniyle insan” diyerek yaptığı tespit de bu kategoriye girer!
Meselâ…
Değil mi ki, on beş yıl önce, her kelimesiyle, her harfiyle “hümanizm” kokan beyanlar, on beş yıl sonra, sahibinin dilinde ete ve kemiğe bürünerek “kine ve nefrete” dönüşmüştür…
Yapmacık üslup ile yapmacık beyan, zaman içerisinde maskesini yırtarak gerçek yüzünü ortaya çıkarmıştır…
***
Hâl böyle olunca; tecrübenin bir mum mesabesindeki cılız ışığına sığınacaksınız… Zira uyduruk teorilerin geçici projektörlerinin saçtığı aydınlıktan daha muteberdir; çünkü kalıcıdır…
***
Hicrî 604 (Miladi 1207) yılında Horasan diyarının Belh şehrinde dünyaya gözünü açan Mevlânâ Celâleddin, beş yaşındayken babası Sultan’ül ulema Muhammed Bahaeddin Veled ile birlikte doğduğu şehri terk eder.
Kaderinin kervanı, onu önce Nişabur’a atarken; aynı zamanda devrin ve İran’ın en ünlü şâirlerinden ve mutasavvıflarından biri olan, Feridüddin-i Attar’ı tanıma fırsatını bahşeder. Attar, kendisine ünlü Esrar-nâme’sini hediye eder.
Daha sonra sırasıyla Bağdat’a, Mekke’ye ve Medine’ye giderler ve bir müddet sonra da kuzeye doğru yola revan olduklarında Şam’a ulaşırlar.
Şam’da “Şeyh-ül Ekber” diye anılan Muhyiddin-i Arabî, kendisi için “Subhanallah, bir umman (okyanus), bir denizin arkasından gidiyor” diyerek hayretini ifade eder…
O umman ki, dokuz asırdır milyonlarca gönüllerde taht kurarken; barışçıl dillerin de ezberi olmuştur…
***
Şimdi tasavvur buyurunuz;
Dokuz asırda kaç yüz tane “kendini ilâh sanan” tiran gelip geçmiştir yeryüzünden.
Kim ya da kimler hatırlıyor?!
Kim ya da kimler hatırlanıyor?!
Büyük çoğunluğunun adı tarihe bile geçmemişken; küçük bir kısmının şan ve şöhreti ise tarihin küflü sayfalarında çürümüş, bedenleri gibi adları da yok olup gitmiştir…
Kur’anî inancın ışığında; Cehenneme vasıl olduklarından da şüphe yoktur…
***
Evet, ey azizân…
Mademki “Maksim Gorki’ye mektuplar silsilesinden” sonra bir de “Allah dostlarını köşemize konuk etme serisi” başlattık; o hâlde bugün de bu seriden devam edelim…
Bu yazımızdaki baş tacımız da Mevlânâ Celâleddin-i Rumî olsun…
Onun ölmez eseri Mesnevî-i Şerif’ ten bazı beyitleri alıntılayalım…
Birinci Cilt
Peygamberlerle beraberlik iddia ettiler; Velîleri de kendileri gibi zannettiler. Dediler ki: “İşte biz de insanız, onlar da insan. Bizde uyumaya ve yemeğe bağlıyız, onlar da.Onlar körlüklerinden aralarında uçsuz bucaksız bir fark olduğunu bilmediler.
Her iki çeşit arı, bir yerden yedi. Fakat birinden zehir hâsıl oldu, diğerinden bal.Her iki çeşit ceylan aynı yerde otladı, su içti. Birinden fışkı zuhur etti, öbüründen halis misk.
Her iki kamış da bir sulaktan su içti. Biri bomboş öbürü şekerle dopdolu.
Böyle yüzbinlerce birbirine benzer şeyler var, aralarında bulunan yetmiş yıllık farkı sen gör!
Bu, yer; ondan pislik çıkar… O, yer; kâmilen Tanrı nuru olur.
Bu, yer; ondan tamamı ile hasislik ve haset zuhur eder… o, yer; ondan tamamı ile Tek Tanrı’nın nuru husule gelir.
Bu temiz yerdir, o çorak ve pis yer. Bu temiz melektir o şeytan ve canavar!
Her iki suretin birbirine benzemesi caizdir, acı su da, tatlı su da berraktır.
Zevk sahibinden başka kim anlayabilir? Onu bul! Tatlı su ile acı suyun farkını işte o anlar.
(Zevk sahibi olmayan) sihri, mucizeyle mukayese ederek her ikisinin de esası hiledir sanır.
Mûsâ ile savaşan sihirbazlar, inatlarından ellerine onun asâsı gibi asâ aldılar.
Bu asâ ile o asâ arasında çok fark var, bu işle o işin arasında pek büyük bir yol var.
Bu işin ardında Tanrı lâneti var, o işe karşılık da vade vefa olarak Tanrı rahmeti var.
Kâfirler inatlaşmada maymun tabiatlıdırlar. Tabiat, içte, gönülde bir âfettir.
İnsan ne yaparsa maymun da taklit eder; maymun her zaman insandan gördüğünü yapmayı adet edinir.
O, “Bende onun gibi yaptım” sanır. O inatçı mahlûk aradaki farkı nereden bilecek?
Bu emirden dolayı yapar, o, inat ve savaş için. İnatçı kişilerin başlarına toprak saç!
O münafık; muvafıkla beraber, inat ve taklide uyup namaza durur; niyaz ve tazarru için değil.
Müminler; namazda, oruçta, hacda, zekâtta münafıkla kazanıp kaybetmektedirler.
Müminler için nihayet kazanç vardır, münafığa da ahirette mat olma.
İkisi de bir oyun başındaysa da birbirlerine nispetle aralarında ne kadar fark var; biri Merv’li diğeri Rey’li!
Her biri, kendi makamına gider, her biri kendi adına uygun olarak yürür.
Onu mümin diye çağırırlar, ruhu hoşlanır. Münafık derlerse sertleşir, ateş kesilir.
Onun adı, zatı yüzünden sevgilidir. Bunun adının sevilmemesi, afetleri yüzünden, nifakla sıfatlanmış olan zatından dolayıdır.
Mim, vav, mim ve nun harflerinde bir yücelik yoktur. Mümin sözü ancak tarif içindir.
Ona münafık dersen… O aşağılık ad, içini akrep gibi dağlar.
Bu ad, cehennemden ayrılmış ve kopmuş değilse niçin cehennem tadı var?
***
Kıssadan hisseler, yine siz değerli okurların takdirindedir… Su akar ve mutlaka mecraını bulur. Sabır, her işin başıdır.
Yüce Rabb’im ülkemizi ve milletimizi her türlü belâdan hıfz eylesin…
Cahit Kılıç