Barış ve istikrara karşı yaptığı her şeye rağmen Batılı ülkeler neden İran’ı seviyor?
Soru bilimsel görünmeyebilir, bilhassa sevgi ve nefret, ekonomi, tarih, coğrafya, askeri güçler dengesi ve ulusal güvenlik çıkarları gibi ülkeler arasındaki ilişkilerde daha gerçekçi belirleyicilerin onların ışığında ölçülmediği iki veri oldukları için. Bununla birlikte, Fransız siyaset bilimcisi Dominique Moïsi’nin bize söylediğine göre, bir duygu atlası geliştirmek coğrafi gerçekliğin haritasını çıkarmak gibi (siyaset biliminde) meşru ve zorunlu bir uygulama haline gelecek.
İran meselesine gelince, gözlemcinin meseleleri sevgi ve nefret veya sıcaklık ve soğukluk duyguları ölçütünde basitleştirmesi zor değil.
Batı, genel olarak, İran’ı çok fazla şımartıyor, burada eski ABD başkanı Donald Trump’ın temsil ettiği sert ekolü hariç tutmalıyız. Ayrıca genel olarak Batı, Arap ülkeleri, özellikle de muhafazakar olanlarla ilgili çok daha az hassas dosyalarla kıyaslandığında, İran’ın özellikle insan hakları konusundaki uygulamalarını şaşırtıcı ölçüde hoşgörü, göz yumma ve kendini kandırma ile ele alıyor. Arap muhafazakar ülkelerdeki bazı insan hakları dosyaları, Batı’daki araştırma, siyasal ve bilimsel kurumlar için bir meşguliyet haline gelirken, bu kurumların bir kısmı veya birçoğu, İran’da çok daha kötü insan hakları ihlallerini görmezden geliyorlar. Bunu, kimi zaman diyalogu sürdürmek, kimi zaman da tırmandırma yoluna gitmemek için İslam Cumhuriyeti rejimine teşvik sağlama başlığı altında yapıyorlar
Yıllardır süren bu şizofreni durumu için pek çok neden gösterildi. Bunlardan en belirgin ikisi şudur:
1- 1990’lar, ardından 11 Eylül 2001 ve Irak savaşının yaşandığı milenyumun ilk 10 yılında, Batı’nın Ortadoğu’da iki modelle karşı karşıya olduğu teorisi hakim oldu. Batı yanlısı ülkeler ve ona karşı olumsuz duygular taşıyan halklarına karşı ABD ve Batı’ya dost bir halkı yöneten İran rejimi. Teori, hatalı olduğuna dair bol miktarda kanıta rağmen, hala oldukça güçlü ve popüler. Doksanlı yıllarda kendisi kısmen doğru olsa da, bir dizi Arap ülkesinde yaşanan patlamalara şahit olan Arap Baharı’nın tüm gerçekleri ışığında geçmişte kalan bir teori haline geldi.
2- İran, devrim ve kovucu gücü sayesinde Batı’da sosyal ve kültürel dokusunun bir parçası haline gelen seçkin bir İran diasporasının doğmasını sağladı. Bunun aksine Arap diasporası, yoksulluk, geri kalmışlık, iş fırsatları ve yaşam koşullarını iyileştirmek çabasından türedi.
İran diasporası, kısmen, bölgeyle ilgili Batı düşünce makinesinin doğal bir bileşeni. İstikrarlı toplumları, vatandaşlarını Batı’ya göç etme ve yaşamaya sevk edecek faktörlerin zayıflığı, dolayısıyla Batı’nın sosyal ve kültürel mekanizmalarının organik bir parçasına dönüşmemeleri ile temayüz eden Körfez ülkeleri gibi muhafazakar Arap ülkelerinde eksik olan şey de bu.
Bu durumda Batı, Ortadoğu’dan iki göçmen toplumla temas kuruyor; birincisi, bazı marjinal gruplarının entegrasyona yüksek sesle karşı çıktıkları Müslüman Arap toplum, ikincisi, kültürel, politik ve entelektüel sisteme sorunsuz bir şekilde entegre olmuş birçok eliti içeren İran toplumu. Menşe ülkelere yönelik duygusal, psikolojik ve politik algılar ve tutumlar bu temasın sonucunda üretildi.
Bu iki gerçek, İran, Körfez ülkeleri ve Mısır’a yönelik duygusal tutumun arkasındaki nedenleri açıklamak konusunda oldukça yeterli. Ancak, hak ettiği biçimde tartışılmamış üçüncü bir neden eklemek istiyorum; Batı, bu ülkelerin büyüme, sosyal ve politik istikrar, refah, sosyal bakım ve ılımlılık, aynı zamanda demokrasi veya liberal değer kalıp yargılarının yokluğunun karakterize ettiği deneyimlerini anlamıyor.
Batı, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra, artık insani siyasal düşüncenin gelişim ve yükselişinin son aşamasını oluşturduğunu varsaydığı değer sisteminin dışında nasıl başka bir modelin mümkün olduğunu anlamıyor.
Aslında böylesi bir anlayış eksikliği, Batı’nın Çin ile ilişkisinde de karmaşıklığa yol açıyor. Çin, tecrübesi ile Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra liberalizmin zaferinin derin anlamını, yani liberal demokratik ideolojinin büyüme ve refahın tek yolu olduğuna dair mevcut yargıyı kırdı.
Aynı şekilde, Doğu Avrupa ülkelerinin liberal merkezle ilişkileri ile merkezin onlarla ilişkilerini de karmaşıklaştırıyor.
2020’de yayınlanan en önemli kitaplardan birinde yer verilen bir çalışmada araştırmacılar İvan Krastev ve Stephen Holmes, Doğu Avrupa ve başka yerlerde liberal demokrasiden geri çekilişin, liberalizmin küresel zaferi, liberal demokrasinin modernitenin tek ve kapsamlı modeline dönüşümünün temsil ettiği kapsamlı egemenlikten kaynaklandığını savunuyorlar. İki yazar, çalışmanın bir bölümünde, ideolojinin esaretinden yeni kurtulmuş bazı ülke ve toplumlara, özellikle de Polonya ve Macaristan gibi komünist ülkelere odaklanıyor. Bu ülkelerde kendi vatansever ruhlarını aramaları gereken bir anda başka bir ideolojik modeli taklit etmek zorunda oldukları duygusunun, olumsuz vatansever duygular ürettiğini vurguluyor.
İki yazar, liberalizme karşı yaygın bir siyasi tepkiyle sonuçlanan, bağımsızlık, tanınma ve haysiyet anlamlarına odaklanan sağcı popülist politikalarla tezahür bulan kolektif “psikolojik baskılar” olarak özetlenebilecek bu dinamiğin sonuçlarını ayrıntılı olarak ele alıyor.
Bu makalede sorduğumuz sorunun konusu olan Körfez ülkeleri ve Mısır’a gelince, Batı’nın sahip olmadığı ve kabul etmediği araçları veya bu ülkelerin siyasi ve sosyal başlangıçlarını kavramadığı siyasi, sosyal ve kalkınma deneyimleri konusunda siyasi “psikolojik baskılardan” muzdarip olduğuna inanıyorum.
Batı, bu ülkelerle ilişkilerindeki katı liberal standartları ile çıkarlarının söz konusu olduğu liberal olmayan davranışları arasında her köşeye sıkışıp, şizofren belirtileri gösterdiğinde psikolojik baskı artıyor.
Bu senaryoların sonuncusu, Çad Devlet Başkanı İdris Deby’nin mirası ve ondan sonra Çad’ın geleceğine yönelik Batı’nın tutumudur.
Liberalizmin dünyadaki en prestijli kalelerinden biri olan Fransa’da, Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron Fransızlara uygulanan ambargo politikası doğrultusunda ülke dışına çıkmamaya özen göstermesine rağmen Deby’nin cenazesine katıldı. Fransa, baskı, zulüm ve kalkınmanın yokluğu gibi karakteristik özelliklere sahip yönetim sistemine rağmen, Deby’i dost ve stratejik müttefik olarak tanımladı. Paris ayrıca, “istisnai koşullar” olarak tanımladığı durum nedeniyle, iktidarın orduya devrini onayladı ve merhum başkanın oğlunun başkanlığı ve silahlı kuvvetlerin komutanlığını üstlenmesini destekledi. Bölgenin en eğitimli ve deneyimli ordusu olarak kabul edilen Çad’ın, Çad Gölü havzası ve tüm Afrika Sahel bölgesinde Boko Haram, el Kaide ve DEAŞ terör örgütlerine karşı mücadelede oynadığı rol gizli değil. Yine de Deby’nin öldürülmesinden sonraki gelişmeler liberal Fransa’nın standartlarına uygun mu?
Bir hafta önce de Ruanda hükümeti tarafından görevlendirilen bir Amerikan hukuk firması tarafından hazırlanan rapor, Fransa’nın, 1994’te Ruanda’da Tutsi etnik kökeninin maruz kaldığı soykırımda “büyük sorumluluk” taşıdığını kaydetti. Fransa’nın soykırım hazırlıklarını bildiğini, başka hiçbir yabancı ülkenin Ruandalı aşırılık yanlılarının oluşturduğu tehdidin farkında olmadığı bir zamanda Hutu kökenli devlet başkanı Juvenal Habyarimana rejimine kararlı bir destek vermeye devam ettiğini vurguladı. Bu aşırılık yanlılarını destekledi.
Suudi Arabistan, BAE ve Mısır gibi ülkelerden, Batı’nın kanlı bedellerine rağmen kimi zaman liberal sertlik kimi zamanda ahlaki pragmatizmi benimseyen bu şizofrenik tutumunu anlamaları nasıl istenebilir? Buna karşılık Batı’dan emsalsiz varsaydığı istikrar ve refah değerleri ile örtüşmeyen sosyal ve politik oluşumların varlığı gibi daha basit ve az külfetli bir şeyi anlamasının istenmemesini anlayışla karşılamaları nasıl talep edilebilir?
Bu anlayış eksikliğinin çözümü, Arap ülkelerine ve halklarına dayanamayacakları ve sorumlu olmadıkları şeyleri yüklerken, İran ve onun kurumsal, anayasal mirası söz konusu olduğunda “istekleri düşünme” yöntemi değil.
Nedim Kuteyş
Lübnanlı gazeteci şarkulavsat