Son zamanlarda gerek bölge ülkeleri arasındaki ilişkilerde gerekse de büyük güçler arasındaki ilişkilerde kırmızı çizgilerin çizilmesinden çokça söz ediliyor.
Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah es-Sisi, 3 Temmuz Deniz Üssü’nün açılışı öncesinde yaptığı açıklamada, Libya krizi ve krizdeki Türk varlığı bağlamında aşılması mümkün olmayan kırmızı çizgiler olduğunu vurguladı. Büyükelçi Cemal Beyyumi’ye göre bu sözler sihir gücüne sahipti. Bundan sonra hiçbir şey değişmedi, siyasi bir uzlaşı oldu.
Şu anda uluslararası haberlerde başı çeken bir Ukrayna krizi var. Aynı zamanda bu, Rusya ile ABD arasında ve Rusya ile Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) arasındaki ilişkilerdeki sıcak konulardan biridir. Bunun sebebi, Rusya’nın Ukrayna’nın NATO üyeliğini reddetmesi ve bunu aşılamaz bir kırmızı çizgi olarak görmesidir. Bu, Rusya ve NATO arasında hararetli bir çatışmaya ve Ukrayna yüzünden bir üçüncü dünya savaşının patlak vermesine neden olabilir.
Ayrıca Tayvan örneğinde ABD, Çin’in Tayvan’ı işgal edeceğinden korkuyor. ABD Başkanı Biden’ın bir Çin işgali durumunda savunma sözünü verdiği şey buydu. Bu durum şu soruyu gündeme getiriyor: Batının sınıflandırmasına göre otoriter rejimlere sahip ülkeler ile demokratik ülkeler arasında yeni bir soğuk savaştan mı bahsediyoruz? Başkan Biden, devletler arasındaki anlaşmazlıkları diplomasiyle çözmeye dayalı bir dış politika benimseyerek ABD’yi dünyaya döndürmeyi mi vaat ediyor? Şu anda otoriter rejimler eksenindeki ülkelerin (Rusya ve Çin) bilek güreşi diplomasisi benimsediklerini ve kırmızı çizgileri vurguladıklarını görüyoruz. Bu, altmışların ve yetmişlerin soğuk savaşından farklı, yeni bir soğuk savaşın başlangıcı mı?
Sovyetler Birliği’nin meşru varisi Rusya ile Batı arasındaki yeni Soğuk Savaş’ın kökleri, Ruslara göre Batı’nın sosyalist kamp çöktüğünde yeni bir iş birliği kurulacağı yönünde kendisine verdiği sözlere ihanet etmesine kadar uzanıyor. Rus analistler, Rusya’nın Soğuk Savaşı kaybetmesinin ardından bunun sona ereceğine inanarak ciddi bir jeostratejik hata yaptığını söylüyor. Nitekim Gorbaçov’un ‘Perestroyka’ döneminde sosyalist kamp terk edilmişti. Bu, Sovyetler Birliği’nin İkinci Dünya Savaşı’ndaki zaferinden sonra elde ettiği kazanımlar karşısında jeopolitik bir intiharı temsil ediyordu. Öte taraftan bu analistler, Sovyetler Birliği’nin Doğu Avrupa’yı terk etmesinin sosyalist kampın dağılmasına, Alman birliğinin kurulmasına ve Varşova Paktı’nın da sona ermesine yol açtığını düşünüyorlar. Oysa Batı kampı bu dönemlerde (1999, 2004 ve 2009) giderek Rusya’nın batı sınırına (Ukrayna-Gürcistan) kadar ulaştı.
2008 NATO Bükreş Zirvesi’nde Ukrayna ve Gürcistan birliğe katılmak için başvurdu. Fakat Fransa ve Almanya’nın itirazı nedeniyle talepleri reddedildi. ABD ise bu devletlerin ve Polonya gibi bazı müttefiklerinin katılımını güçlü bir şekilde destekledi. Bu zirvenin oturum aralarında Rusya ile NATO arasında bir toplantı gerçekleşti. Vladimir Putin, ABD’nin bir ‘füzesavar kalkanı’ kurma projesine şiddetle karşı olduğunu vurguladı.
NATO’nun 1999 yılının 24 Mart ila 10 Haziran tarihleri arasında Sırbistan’a karşı yürüttüğü bir kampanya, yeni Soğuk Savaş çerçevesinde önemli bir dönüm noktasını temsil etti. Zira NATO tarihinde ilk kez, ittifakın üyelerine yönelik herhangi bir doğrudan saldırı olmaksızın başka bir tarafın topraklarına karşı güç kullandı. Ayrıca Sırbistan’a yönelik yürütülen bu operasyonlarda Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nden (BMGK) izin alınmadı. Bu, Kosova’daki Müslüman halka yönelik gerçekleştirilen soykırıma karşı yürütülen bir operasyon olarak değerlendirilerek gerekçelendirilmeye çalışıldı.
Ancak bu olay Rusları memnun etmedi. Aksine, Belgrad ile dayanışma içinde olduklarını ifade etmek için sokaklara dökülen ve ellerinde “Bugün Belgrad, Yarın Moskova” yazılı pankartlar bulunan halk içinde endişelere sebep oldu. Rusya bu olaydan yararlanarak kendisinin de nükleer bir güç olduğu yönünde propaganda yaptı. Dönemin Rus Devlet Başkanı Boris Yeltsin, TV’de verdiği bir röportajda meydan okurcasına ve tehditkâr bir tonla, Başkan Clinton’ı ‘Rusya’nın entegre nükleer silahlara sahip bir dünya gücü olduğunu unutmakla’ suçladı. Başkan Yeltsin’in sözlerine yanıt, General Wesley Clark’tan geldi. General Clark, Rusya’nın Çeçenistan’a yönelik politikası ile Sırbistan’ın Kosova’ya yönelik politikasından söz ederek iki otoriter rejim arasında bir karşılaştırma yaptı.
Rus siyasi rejimini otoriter bir rejim olarak sınıflandırmaya yönelik Batılı yaklaşım, geleneksel Soğuk Savaş döneminde de hüküm süren benzer bir eğilimi yansıtmaktadır. Batı, siyasi, askeri ve ekonomik liderleri aracılığıyla iki rejim (otoriter-demokratik) arasındaki farklılıkları tekrar etmeye devam ediyor. Bu, Batının değerlerinden farklı olan böyle bir rejimle birlikte yaşamanın çok zor olduğu anlamına geliyor. Batı, Rusya Devlet Başkanı Putin’e baktığında, emperyalist bir eğilime sahip, yurtiçinde ve yurtdışında gücünü pekiştirmek isteyen eski Rus istihbarat (KGB) adamından başka bir şey görmüyor. Bu söylem günümüzde hala NATO yetkilileri ve bazı insan hakları örgütlerinin liderleri tarafından tekrar edilmektedir.
Ukrayna krizi, NATO ve NATO’nun rolünün önemi hakkındaki tartışmayı yeniden canlandırdı. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, çok uzun zaman önce değil, Kasım 2019’da ittifakın üyeleri arasındaki anlaşmazlıklar nedeniyle gelinen noktayı eleştirerek, NATO’nun bir ‘klinik ölüm’ durumunda olduğu değerlendirmesinde bulundu. Şu anda Rusya, Ukrayna’nın üyeliğini reddetmekle kalmayıp, NATO ile çeşitli alanlarda yakın ilişkileri olan İsveç ve Finlandiya’nın üyeliğini de reddetti. İki ülkenin ittifaka katılımının ciddi askeri ve siyasi yansımaları olacaktır ki tartışmaları alevlendiren şey de budur.
Rusya’nın bu krizde benimsediği ikinci bir yaklaşım daha var. Rusya, güvenliğe dair bağlayıcı taahhütler hakkındaki müzakerelerin netice vermemesi durumunda güçlerini Venezuela’da ve Küba’da konuşlandırılmaktan söz ediyor. Nitekim Rusya, ABD’nin Avrupa’daki askeri varlığını kendi güvenliği için bir tehdit olarak görüyor. Putin yakın zamanda buna atıfta bulunarak, “Rus kuvvetlerinin ABD sınırının yakınında konuşlanması durumunda Washington nasıl tepki verir?” açıklamasında bulundu.
‘Demokratik yolla’ seçilen ‘Rus Çarı’, Sovyetlerin dağılmasının ardından ABD tarafından tek taraflı olarak kontrol edilen uluslararası ilişkilerde dengeyi yeniden kurabilecek mi? Çin baskın bir oyuncu olarak üçüncü bir taraf, Avrupa Birliği de Rusya ve Çin’e karşı denge ekseni kurmak için ABD’nin yanındaki dördüncü taraf mı olacak?
Muhammed Ali Sekkaf
Yemenli yazar şarkulavsat