Selçuklu-Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti kültürel sürekliliğinin takip edilmesi, İslam dünyasında Arap ve Fars Aklının ortaya koyduğu dini tasavvurların dışında gelişen Türk Aklı ve Müslümanlık tasavvurunu anlamak ve güncellemek için önemlidir. Biz, bu sürecin Selçuklu Sultanları Tuğrul Bey, Sultan Alparslan ile başladığını, Osmanlı Devletinin kurucu beyi Osman ile farklı bir siyasal paradigma aktarıldığını, Yavuz Sultan Selim ile orta ölçekli bir devlet olarak artık islam dünyasında siyâsî ve dini hükümranlığın tek elde toplandığını, Fatih Sultan Mehmet ile bunu bütün dünyaya ilan edildiğini; Mustafa Kemal Atatürk ile Türkiye Cumhuriyetinde devam ettiği iddiasını ettiğini vurguluyoruz. Yazılarımızı takip edenler, bu süreci İslam yani Hz. Muhammed (sav) getirdiği sistem öncesini Gök/Kök/Tek Tanrı inancının farklı sunumlarından ortaya çığan dinî öğretileri (Musevîlik (Yahudilik), İsevîlik (Hıristiyanlık), Zerdüştlük, Maniheizm, Mazdekizm) ve Şamanizm kültürel gelenekleri benimsemiş yani “mümin dönem” dediğimizi bilir. Türklerin Hz. Muhammed (sav) yol ve yöntemini kabul ettikten sonraki dönemine “mümin ve müslim dönemi” denilmesi uygundur. Cumhurbaşkanlığı forsundaki simgelerin de bunun siyasal yansımalarının bazılarını oluşturduğunu, metafizik temelinin de varlığın birliği öğretisi bağlamında okunabileceğini iddia ediyoruz.
• Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Forsu ve Simgesel Değeri
Modern zamanlarda toplumsal sözleşmeden hareketle devletin ne olduğunu anlama çabasına, devleti tarih içine yerleştirerek yani tinsel bir boyut yükleyerek anlamak verimi artırabilir. Cumhurbaşkanlığı forsundaki on altı yıldız, aslında devletin tarih içinde tin/maneviyatın ve mahiyetin somutlaşmış şekli olduğunu gösterir. Hüviyetler, aynı mahiyetin ve inniyetin farklı zaman ve mekânlarda tezahür etmiş şekilleridir. Felsefi olarak geniş anlamıyla inniyye, “hüviyyet ve vücûd” yanında “zât, mahiyet ve cevher” anlamına da geldiğini hatırlarsak, 1925 yılında bir talimatname ile son şeklini alan Cumhurbaşkanlığı Forsu, cumhurbaşkanlığı makamını temsil eden en üst simgesinin felsefi temelleri de ortaya çıkabilir. Cumhurbaşkanının bulunduğu her yerde; bayrak direğinde, çalışma masasında, makam arabasında yer alan fors, 1922 yılından beri kullanılmaktadır. Bir güneş ve etrafında 16 yıldız olarak yer alan simgeye Cumhurbaşkanlığı Arması, bu armanın Türk bayrağının sol üst köşesine uyarlanmış haline Cumhurbaşkanlığı Forsu denir.
Armada yer alan yıldızların sayısının 16 olması ve bunların tarihte kurulmuş olan Türk devletlerine işaret etmesi meselesi, Cumhuriyetin erken döneminde olmasa da 1960’lı yıllardan beri tarihçiler arasında tartışma konusu olmuştur. Forstan bağımsız olarak, 16 Türk devleti sayısının belirlenmesi çalışmaları, bir rivayete göre Atatürk zamanında bir heyet tarafından ele alındığı söylenmiştir.” Forsun şekli ve önemi, amblemdeki güneşin ve yıldızların bir anlamının olup olmadığı, varsa bu anlamlandırmanın ne zaman ve hangi güdülerle yapıldığı; niçin sadece 16 Türk devleti ismi var sorusu bağlamında yaşanan tartışmalara girmek bu yazının sınırlarını aşar.
Bu sıralar 28 Nisan tarihinde Konya’daki Erol Güngör sempozyumuna hazırlanıyorum ya, merhumun Türkiye Cumhuriyetinin kurulduğu Anadolu coğrafyasını. Selçukoğulları’nın idaresi altındaki Oğuzlar kazandırdığını belirterek, kültürel süreklikteki bu sırrın anlaşılması üzerinde ne kadar gayret sarfettiğini bir kez daha gördüm. Çünkü bu sırrı anlamak, Anadolu Türk devletinin tıpkı Cengiz imparatorluğu veya Timur Bey’in imparatorluğu gibi dağılıp gitmesinin engellenmesini anlamak demektir.
Sultan Alparslan’la birlikte önce Anadolu’ya, daha sonra da Rumeli’ye gelen Oğuzlar’ın torunlarının Selçuklu-Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyetini kurmuşlardır. Selçukoğlu Tuğrul ve Çağrı beylerin kurduğu devletin bir devamı olan Osmanoğulları’nın siyasî dehası ve sırrını anlaşılınca, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinin tarihsel temellerinin daha iyi anlaşılmasına katkı sağlayacaktır.
• Şanlı Tarih Sendromu mu?
Bizim aslında “Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak” dediğimiz budur. Ziya Gökalp, Mümtaz Turhan, Erol Güngör ve Yılmaz Özakpınar üzerinden Türk Sosyolojisi ve sosyal psikoloji çizgisini takip etmeye çalışırken Türkiye dışında Türk soyunun izini takip ederek dört bin yıllık bir geçmişi bütüncül bir şekilde okuma denemesi diye isimlendirebileceğimiz “Tarih’te Türkler’”in neler yaptığına dair tespitleri güncellemek gerekir. Erol Güngör merhum, Oğuz Kağan’ın Mete Yabgu/Han (M.Ö.209-174) olduğu tezini, Şehnâmede ve Dîvân-ı Lügati’t -Türk’ de adı geçen Alp Er Tunga olma ihtimalini gündeme getirmesi, bize göre, şanlı tarih sendromunu pekiştirmek ve bir nevi “sığınak” oluşturmak için değil, geçmişte neler yapıldığını bilip, muasır medeniyet seviyesini aşma çabası içinde olma gayretidir.
Böylece Güngör, Türk tarihinin bütüncül bir okumasını yaparak, Bilge Kağan, Kültiğin, Tonyukuk, Orhun abideleriyle Asya’nın bağrına Türk’ün mührünü vurduğunu; Kaşgarlı Mahmut ata yurdumuz Türkistan’da bilgi ve bilgeliğin zirvesi olduğunu; Alparslan Anadolu’yu ebedi yurt yaptığını; Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethederek en yüce övgüye mazhar olduğunu vurgular.
Selçuklu- Osmanlı-Türkiye Cumhuriyeti kültürel sürekliliği bağlamında Türkler, 1789 Fransız ihtilaliyle değişen yenidünya düzenine uyum sağlamak için gerekli düzenlemeleri (Islahat ve Tanzimat) yapar. Osmanlılık, İslamlık ve Türklük şeklinde özetleyeceğimiz geçiş aşamalarını Yusuf Akçura Üç Tarz-ı Siyaset şeklinde analiz eder. Bu öncü düşünürün yanısıra Erol Göngör’ü de çok etkilemiş olan Ziya Gökalp, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunun ilk aşaması, derlenip toparlanma ve yeni devletin temellerini sağlamlaştırmak, ikinci aşaması Oğuz İttihadı, son hedef ise Turan olduğunu gördüğümüz zaman Selçuklu ve Osmanlı birikiminin jeo politik ve jeo kültürel açıdan temellendirildiği görülür. Ötüken/Türkistan Ergenekon’u ile Türkiye/Anadolu Ergenekon’u arasındaki kültürel sürekliliğin güncellenmesiyle birlikte yeniden “millî bir irfan doğacak, yeni Orhun ve yeni Turfan doğacak”tır.
Bu tespitleri şanlı tarih sendromu” ve “ütopik ve öznel okuma” olarak görülebilir. Ama biz ütopya terimini olmayan ülke veya düş ülke olarak değil, yaşanılan sorunlar bağlamında ilk ve kurucu ilkelerin unutulmaması ve yeniden oluşturulabileceği ortamları hazırlamak diye okuyoruz.
Erol Güngör’ün ifadesiyle söyleyecek olursak, objektif tarih olaylarıyla sübjektif tarih anlayışını mukayeseli ve eleştirel okumalar yapıp, mümkün olduğunca birbirine yaklaştırarak sağlam bir tarih şuuru oluşturmaya katkı sağlamak istiyoruz.
Türk Metafiziğinin İslam öncesi temellerine dair yazıyı okuyanlar hatırlar, biz siyasal çarpışmaların olası etkilerini aza indirgeyerek, özgün bir Türk Milliyetçiliği için her türlü ideolojik angajmana ve olası risklerine dikkat çekiyoruz. Güngör de bu bağlamda, “Türkler’den önce Anadolu’da hüküm sürmüş kültür ve medeniyetleri dışlayan, Türklerin Anadolu’ya yerleşmesini Türk tarihinin başlangıcı olarak kabul eden, İslam öncesi Türk kültürünün yok sayanlara karşı eleştiriler yöneltir. Çünkü dördüncü Yüzyıl’ın sonunda Hunlar Batı’da Tuna’yı geçerek Balkanlar’a indiler, Doğu’da da Kafkaslar’dan Anadolu’ya girdiler. Güney Anadolu’dan Suriye’nin Akdeniz kıyılarına ve Kudüs’e kadar yıldırım hızıyla ilerlediler. Sonbaharda ayni yoldan Azerbaycan’a döndüler diyerek bilgisel hazır bulunuşluk sağlar ve Romalıların nasıl şaşkınlığa düştüğünden bahseder.
Ona göre, Türk tarihi ve kültürü İslâm öncesi dönemlerden başlar, dolayısıyla Mavi ve Nurettin Topçu ve benzeri Muhafazakâr Anadolucular olarak bilinen grupların aksine, Türk milletini Anadolu’da yaşamış halkların bir bileşimi olarak görmez. Dolasıyla İslam etkisindeki Türk tarih ve kültürünü yok sayan kesimlere karşı çıkmakta, Türklüğü kan, ırk ve soy gibi biyolojik referanslara dayandıran yaklaşımlara -genellikle- mesafeli durmakta ve Türk kültürünü Batılılaştırma çabalarına direnç göstermektedir. Ona göre, Türk kültürü Batılılaşmaya direnmiştir, çünkü Türkler, çok eski bir tarihe ve kültüre sahip olmaları, insanî değerler açısından Batı medeniyetinden daha güçlü ve köklü konumdadırlar.
Millet anlamında İslamiyet öncesi Türklük dönem ile İslamiyet’le tanışmış olan Türklük dönemini eklemleyen bir tarihsel çizgiye, Orta Asya ile başlayıp Anadolu’da devam eden ve ideal olarak Turan’da bütünleşecek bir kültürel coğrafyaya işaret eder ki Felsefeyi Anadolu’da Yurtlandırmak ve Türk Felsefesinin boyutlarını bundan daha iyi bir açıklama zor.
• Cumhurbaşkanlığı Forsunda Niçin Sâfevî Devletinin Simgesi Yok?
Bu soruya “Türkçe Felsefe ve Türk Felsefesinden bahsediyorsunuz ve Selçukluyu önemsiyorsunuz, tamam ama onların Farsçayı resmi dil olarak sunmaları çelişki değil mi?” ilave edebilirsiniz.
Bu yazıda sadece ilkine şöyle cevap vereyim: Tuğrul Bey, Arap ve Fars akıllarının ortaya koyduğu Müslümanlık tasavvurlarının dışında gelişen Türk aklı ve Müslümanlık tasavvurunun ortaya konulması açısından önemlidir. Bunu söylemek Arap ve Fars geleneklerinin birikiminden istifade etmeyeceği anlamına gelmez. Nizamülmülk devletin en önemli yöneticilerinden birisi olarak Fars geleneğindendi. Türklerde Sâsânî devlet geleneklerinden birçoğunu almışlardı, çünkü şehir medeniyetinde kurulan bir devlet bunu gerektiriyordu. İlk zamanlarda devlet hizmetleri belli bir tahsilden ve memuriyet tecrübesinden geçmiş kimseler olarak Türkler kadar İranlılar tarafından da yürütülmüştür
Türk Aklı ve Müslümanlık Tasavvuru dediğimiz dönemler de Karahanlılar, Gazneliler ve Selçuklular; Fars Sünnî Sâmânî devletinden önemli oranda etkilenmişlerdir. Dolayısıyla Arapça’nın yanısıra Farsça da yaygın kullanılıyordu.
Tuğrul Bey, (993-1063) devlet olarak Abbasî Halifesi Kaim bi Emrillah’ın yanında yer alıp Büveyhioğulları devletine son verdi. Şiî-İsmailî-Buvehyî söylemine karşı Sünnî temellere göre eğitim veren Nizamiye medrese/üniversitesini kurması, buralarda felsefe din ve temel bilimlerin bir arada okutturması son derece önemlidir. Büyük çoğunluğu Hanefî mezhebini tercih etli ve hep öyle kaldılar. Türkler Peygamber Sülâlesine karşı büyük bir sevgi ve saygı gösterdiler ve Emevîlere karşı Abbasîleri desteklediler. Ama yönetime karşı kendi geleneklerini korudular ve devlet olarak doğrudan mevcut halifenin kontrolü altına girmediler. Anadolu Selçuklu ve Osmanlı Devletinin de Sünnî-Hanefî-Maturidî geleneği devam ettirdiğini düşününce, ara başlıkta sorunun da cevabının tarihsel temelleri belirginleşir.
Bu aşamada, Osmanlı-Türkiye Cumhuriyeti kültürel süreklilik bağlamında Cumhurbaşkanlığı forsunda niçin Sâfevî Devletinin forsu yok diyenlere Erol Göngör şöyle cevap verir: O, Yavuz ile Şah İsmail arasındaki Şiî-Sünnî mücadelesi de Türklerin varoluşu açısından son derece önemli görür. Şah İsmail’in Türkçeye vurgusundan hareketle Türklüğünün öne çıkarılmasını tutarlı bulmaz, çünkü bir süre sonra Şah İsmail’in devleti bir İran Devleti olmuş ve Farsçayı benimsemiş, Yavuz’un devleti ise Türkçe’nin yegâne dayanağı olarak kalmıştır. Ekonomi politik savaşta dini tasavvurların meşruiyet aracı olarak kullanılması açısından değerlendirecek olursak, tamamı Osmanlı bürokratı olan Türkiye Cumhuriyeti kurucularının da tarihteki Şii-Sünnî çatışması üzerinden gelen birikimi Cumhurbaşkanlığı Forsuna koymamaları rasyonel bir tercih olarak duruyor.
Yine Güngör’e dönecek olursak, Türkler ilim ve felsefede herkes gibi Arapça kullandıklarını ama edebiyatta esas itibariyle kendi dillerini koruduklarını belirtir. Türk dilini korumalarını hâkim millet oluşlarına bağlar.
Bu çerçevede Türkçe’nin büyük eserlerinden Kaşgarlı Mahmud’un Dîvânu Lûgati’t-Türk; Karahanlı Saray Nâzırı Yûsuf Has Hâcib’in Kutadgu Bilig; Hoca Ahmed Yesevî’nin Dîvân-ı Hikmet adlı eserini zikreder. Yesevî’nin takipçilerinni de hep Türkçe yazdıklarını, temel de Arap edebiyatına dair kavramları, Farslıların arûz kalıplarıyla değil, hece vezniyle yazmalarının öneminden bahseder.
Anadolu’da, Selçuklular’ın son ve Osmanlılar’ın ilk yıllarında Anadolu’da yaşayan Yûnus Emre’nin bu geleneği takip etmesi, yeni Âşık Paşa, Gülşehrî gibi şâir ve mutasavvıfların Türkçe yazıp, Türkçe’yi savunduklarını söyler. Anadolu’da gelişen edebiyatta Türkçe hâkim olurken, Harezm ve İran bölgesinde yüksek tabakanın edebî dili Farsça olduğunu, Türkler arûz kalıplarıyla Fars nazım şekillerini kullandıklarını vurgular. İlaveten Hind-Türk devletlerinde yine Farsça hâkim olduğunu ama Mısır Memlûk Sultanlığı Kıpçak sâhasından Türklerle beslendiği için onların kullandığı Türkçe Arapça ve Farsça tesirinden olduğundan dolayı “Hâlis Türkçe” denildiğini belirtir. Bu çerçevede Memlûk Sultanlarının hâlis Türkçe ‘ye pek çok eser tercüme ettirdiklerini, Mısır’da Türk dilinin gramerine ait de çok önemli eserler yazıldığını hatırlatır. Dinin bir ideolojiye dönüştürülmemesi bağlamında laikliği önemser.
• Ve Günümüz Sorunlarına Dair Soru-Yorumlar
Osmanlı-Sâfevî gerilimini İran-Türkiye üzerinden ipek yolunun yeniden canlandırılması, Amerika ve İngiltere’nin İran ve Suriye ve Irak üzerindeki düşünceleriyle İngiltere’nin bakış akışının farklı olup olmadığı üzerine düşünün lütfen. Tabii bir de bu politikaların Türkiye üzerindeki olası etkilerini düşündüğümüzde, laik-sosyal bir hukuk devleti olarak kurulmamızın önemini ve bunun sürekliliğini sağlamamızın önceliği de ortaya çıkar.
Amerika Dış işleri Bakanı/Sekreterinin Deprem sonrasında Türkiye’yi ziyareti öncesinde Almanya Münih’te Nato Güvenlik Toplantısı yapılması, demokrasi konulu bir oturuma Pehlevi’nin oğlunun aktivist olarak davet edilmesi de aklınızın bir kenarında dursun. Türkiye’nin İsveç ve Finlandiya’nın üyeliklerine olumsuz yaklaşımını gidermeye dönük çabaları da bir kenara koyun. İngiltere ve Rusya’nın Nato’yu daha fazla genişlemesini ister mi? Ve ABD Ankara Büyükelçisi, Dış İşleri Başkanlığına çağrılarak, genelkurmay başkanlarının Suriye’de yaptığı açıklamayı sormasına ne dersiniz?
Türkiye Cumhuriyetinin forsundaki yıldızlar ve laik-demokrat-hukuk devleti olarak kurulmasıyla günümüz sorunlara da dair soru-yorumlara devam edelim: Son dönemde bir mescitte değil de Türkiye Cumhuriyetinin büyükelçiliğinde Kur’an yakma yapılmıştır ve bu kimin değirmenine su taşır?
Türkiye neticede laik bir devlet, niçin başka Arap ülkesinin büyükelçiliğinde değil de Türkiye’ninki tercih edilmiştir? Adam, yine aynı eylemi gerçekleştireceğini söylüyor ve Türkiye’deki bazı ağalar, bunun düşünce hürriyeti ile ilgili olduğunu ve devletin söz konusu eylemin içeriğine katılmadığını belirttiğini vurguluyorlar. Aynı eylemin diğer kutsal kitaplarla gerçekleştirme ihtimali nedir, diye sormanızın anlamı yok, kısa bir taramada Tevrat ile ilgili böyle bir eylem çabasının gerçekleştirilmeden engellendiğini görebilirsiniz. İsrail yetkilileri biz uyardık derken, bazıları da orada yaşayan Müslüman topluluk engelledi diyor. Danimarka’da da aynı eylemi aynı şahsın gerçekleştirmesi üzerine, Avrupa Konseyi, Danimarka’da ifade özgürlüğü uygulamasında nefret söylemi sorunu dikkate almadığını söylüyor.
Demek neymiş, burada amaç başkaymış, Türkiye yönelik operasyonların bir parçası olma ihtimali güçlüymüş. Soru-yoruma devam edelim;
Finlandiya ve İsveç üyelikleri konusunda ABD ve Almanya ile İngiltere çakışır mı, ayrışır mı?
Türkiye ve güneydoğunda özellikle Şam yönetimi ile olan gerilimi bitirmek isteyen küresel güçler hangisidir? Irak ve Suriye’den sonra İran, ardından Türkiye’de etnik hareketliliği tetikleyerek olası sorunları artırmak isteyenler hangisidir?
Ne sorup duruyorsun kardeş, ABD genelkurmay başkanının Suriye ziyareti sonrasında Ankara Büyükelçisinin Dış işlerine çağrılması bunun cevabını veriyor mu, dediniz.
• Türk, Rus, Pers Aklı: Kaos-Kosmos
Bu hareketliliğin etkisini kırmak için Türkiye, İran, Suriye ve Rusya bölgesel barışın temini için görüşmeler yapması, yüzyıllardır bölgede etkili olan Rus, Türk ve Pers akıllarının işbirliği olarak görülebilir. Irak ve Suriye kaotik ortamda, buna Türkiye’nin güneyine katarak Hatay üzerinden yeni bir devlet kurulma çabasına engel olmak için bu görüşmeler önemli. Amed tarihte Asurlulardan kalma bir terim, bugünkü Sur içi bölgesine tekabül ediyor, ama spor üzerinden toplumsal kitleler hareketlendirilmeye çalışılıyor; bizim çözülme süreci dediğimiz çözüm süreci ve hendek çatışmalarını hatırlayınız.
Buna ilaveten Yunanistan Dışişleri Bakanı Nikos Dendias’ın, hafta sonu Fener Rum Patrikhanesi’ndeki ayine katılmak üzere İstanbul’a gelişini, “Konstantinopolis’e seyahat edeceğim.” sözleriyle duyurması ve Patrikhane için “ekümenik” iddiasını kullanmasını ve bunun basında yer almamasını düşündüğümüzde, Rus-Pers ve Türk yetkililerin görüşmeleri daha bir önem kazanıyor.
Bununla birlikte tez zamanda Mısır ile ilişkiler geliştirilmeli, çünkü Ortadoğuda Suriyesiz barış, Mısır’sız savaş olmaz. Mısır’ın Memlüklü ve Osmanlı geçmişine bakılınca Türk Aklının etkinliği güncellenebilir.
Çin Aklı nerede derseniz, ipek yolunun yeniden güncellenerek Londra’ya kadar ulaşma projesinin Marmaray ile aksaksız kuruldu ama Ukrayna-Rusya çatışmasıyla Çin’de mi etkisi kırılıyor, Tayvan-Çin gerilimi ile yeni bir Ukrayna deneyimi mi yaşanacak? Ve İngiliz aklı neresinde bu gerilimlerin?
Bu sorular zihninizin bir kenarında dursun. Yukarıdaki yazıyı bir de bu bağlamda zihin jimnastiği ve tarihsel arka plan olarak değerlendirin lütfen.
Mevlüt Uyanık