KAFKASSAM – Kafkasya Stratejik Araştırmalar Merkezi

  1. Anasayfa
  2. »
  3. Gündem
  4. »
  5. MERYEM ÇAĞIL: SALGIN, ÖZGÜRLÜK VE SAĞLIK GÜVENLİĞİ ÜZERİNDEN CİNNET TOPLUMUNA EVRİLME -Maske ve Kişilik Üzerine-

MERYEM ÇAĞIL: SALGIN, ÖZGÜRLÜK VE SAĞLIK GÜVENLİĞİ ÜZERİNDEN CİNNET TOPLUMUNA EVRİLME -Maske ve Kişilik Üzerine-

Kafkassam Editör Kafkassam Editör - - 8 dk okuma süresi
358 0

Maske, kimlik kurulumunun olmazsa olmazıdır. Doğduğum yer, yaşadığım yer, yüzüm, çağrıldığım adım, benliğimi oluşturan bütün hatıralarım ve tanındığım yerle birlikte gelen tanınmışlığım benim maskemdir.
Hiçbir insan yoktur ki bir maskeyle var olmasın, varlığını maskesiyle tanınır kılmasın. Grupların, toplumların, milletlerin maskeleri vardır; kültürdür bu. Bireylerin hep diğeri ile oluşan, oluşmak zorunda olan maskeleri vardır; bu da benliktir. Kimlik, maskeli bir imajdan başka bir şey değildir ve tümüyle maskelilikle var olan bir olgudur. Ancak salgınla zorunlu hale gelen maske, kişiliği ortadan kaldırır. Çünkü maske, maskeyi, yani kimliği örter. Bu durumda kişi tanınır olmaktan çıkar. Çağımız, kimlik kartları, parmak izleri, yüz tanıma programları ile var olan maskeyi, kimliği, tanınırlığı zaten imkansız kılmıştır. Kişiliğin ihtiyaç duyacağı mesafeyi kapatırken tanınmışlığı ortadan kaldırmıştır. Yeni salgın düzeniyle insan, maskeyle birlikte varoluşunun maskesini, kişiliğini soyunmak zorunda kalmıştır. Mesafeler, bütün uzaklıklara rağmen kapanmıştır ancak tanınma ortadan kalkmıştır. Salgın yasaklarından önce, Türkiye’de şehir hayatı, çalışan insanlar için sosyal dayanışmanın, paylaşmanın her gün daha da silindiği bir hayat olageldi. İnsanlar, iş yerlerinde ve barındıkları apartman dairelerinde bu tanınma olasılığından gittikçe uzaklaşmış durumdaydılar. Geçinmek, ayı çıkarmak, faturaları ödemek, şehir insanının hayatının dinamiğiydi hep.
Salgınla birlikte gelen kapanma, bu tuhaflığı da kapatmanın içerisine dahil etti. “Kapatma” diyorum çünkü Foucault’un hapishanesinin doğuşu, hastanesinin doğuşu gibi bu salgın yasakları da karantinanın doğuşudur ve sadece kendisi için var olan insanın icadına denk düşer; izole olmuş bir toplumun toplum olamama çelişkileri içerinde kıvranan yeni insanın. Salgın, duyuların bir felaket kaynağı olduğunu söylüyor bize. Yaklaşırsam, dokunursam, yanacağım bir oyundayım zannına alışmaya çalışıyor herkes. Oysa duyuların hafızası vardır ve öğrenmenin en güçlü yollarından biridir. Demek ki bir arada olmamanın öğrenileceği, insanı insana ram etmekten uzaklaştıran, bir uzaklaşma ve yabancılaşma eğitimidir bu olanlar. Bireyleri, bir araya gelmekten korkan zayıf toplumların düşüşü ve onları daha kolay kontrol ve idare edecek iktidarların yükselişi. Yeni dünya düzeninde olan budur ve zannımca sevincin erdeminden kederin hazzına ve yalnızlığın bayağı zevkine sürükleyecektir insanlığı. Artık aslolan hayatta kalmaktır. Hayatta kalmak için özgürlükler ve temel haklar askıya alınır, hatta diğer hastalıklar dahi askıya alınır. Cenaze törenleri, taziyeler, düğünler askıya alınır. Toplumu ayakta tutan kültür tümüyle askıya alınır. Eğitim askıya alınır; her çocuğun ve gencin ailesinin bildiklerinden fazlasını, yüz yüze, sıcak dersliklerde öğreneceği temel beceriler, milli şuur ve medeniyet askıya alınır. Askıda hayattır, bu gelen.
Evet, maslahatlar kuralınca, canı korumak diğer her şeyi korumaktan evladır. Ancak canı korumak, bireyi yüceltmektense aşağılıyorsa, onu özgürleştirmektense tutukluyorsa, toplumu bir cinnet haline sürüklüyorsa, korunurken kaybedilen bir değer haline geliyor demektir. Maddeperestliğe evrilen, bireyselci bir çağa çok yakışan bir hastalık gibi geliyor bu salgın. Kapatmanın mekanı olan evler, dışarının coşkunluğundan dönülen yerler olmaktan uzaklaştı. Bu yüzden evin tanımı da değişebilir. Artık, dinlenmenin değil, yorulmanın merkezi, kirli bir dünyaya karşı bir uzay üssü, yabancılığımızın kalesi… Bu düzende haneler, nezarethaneler olarak kullanılır ve serbestlik askıya alınır.
Salgının en büyük icadı yabancılık olacaktır. Tanınmışlığın ve hep diğeri üzerinden kurulan benliğin yitirildiği, bir araya gelemeyen kopuk benliklerin var olacağı bir yabancılık çağının hazırlığını tecrübe ediyor bütün dünya. Kayıtlarla kurulan bir benliğin dijital bir benlik olacağı besbelli. Android vatandaşlıklar, kodlarla yaşanacak yeni hayat, insana, insanca bir benlik kurma hakkını tanımıyor artık. Worldometerslerde bir sayıdan ibaret olacak olan yeni insan, onu farklı kılan, toplumu çoğullukla kaim kılan eski hayatını belki de sadece fotoğraflarda bulacaktır.
Önce isimler vardı, sonra kimlik numaraları girdi hayatımıza ve artık kodlarla, genişleyen yasaklarla devam ediyoruz. Oysa insan isminden, ona verilen numaralardan ve kodlardan fazlasıdır. Şairin,
“Diyorum hepimizin bir gizli adı olsa gerek
Belki çocuk ve ihtiyar belki kadın ve erkek
Hepimiz her birimiz gizli bir isimle adaşız.” dediği yerden bakmak gerek isimlere ve kodlara. Çünkü insan, bir isimle ya da iki isimle kaydedildiği her yere, birçok kimlik, birçok “ben” ve kendinden daha fazla insanla gelir. Her insanın benlik yolculuğu, yolundaki her insanla kurulur. Bu öyle karmaşık bir oluştur ki tekil bir benlik inşası söz konusu değildir. Herkes kendisi olarak doğup, kendisi olarak öldüğü bu dünyada kendisi olarak bir an bile yaşayamaz. Heidegger’in “Ben başkalarıyım.” şeklinde tanımladığı ve bir İsmet Özel dizesinde “Doğrusu gerçekten bizmişiz başkaları.” diyerek anlatıldığı gibi benlik, izlerden, iz iz büyüyen bir şeyden ve her birinin toplamı olarak ortaya çıkan imajlardan başka bir şey değildir. Bu yönüyle yeni benlik, salgın düzeninde, artık başkalarıyla kurulmayan, diğeri üzerinden şekillenmeyen asosyal bir benlik olacaktır. Bireylerinin kendi yalnızlığına, ailelerinin paranoid bir ilişkiye itildiği toplumlar, otistik bir hal alır ve korkarım güçlü ulus hayali, yerini cinnet toplumuna bırakır.
Gerçi kimilerine göre, insan dünyanın her zaman yabancısıydı ve şayet bir delilik hali vuku bulmazsa, onu diğer canlılardan ayıran bilinci yüzünden dünyaya hiçbir zaman ait hissetmedi. Bununla beraber dünya, her zaman eskiyi özleyen ve şimdiyi dayanılmaz bulan insanlarla doludur. M.Ö. 500’lü yıllarda yaşayan Hesiodos bile “Ah eski çağlar!” diye yakındığına göre…
Belki de insan uyum sağlamaya çalıştıkça yabancılığını keşfediyor ve bu usanç durumundan da çağı sorumlu tutuyor. Ve belki de şikayet ettiğimiz yasaklarla birlikte gelen yeni düzen, insanın durdurulamaz evriminin son parçasıdır ve en yalnız yazgısıdır. Blanchot’un deyimiyle “İnsan sonsuzca mahvedilebilen bir mahvolmazlıktır.” nasılsa. Ve tarihin değiştirilemeyeceği kadar geleceğin de durdurulamayacağı açıktır.

Meryem Çağıl

İlgili Yazılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir