KAFKASSAM – Kafkasya Stratejik Araştırmalar Merkezi

  1. Anasayfa
  2. »
  3. Türkiye
  4. »
  5. Memmed İSMAYILOV: KENDİ KADERİNİ TAYİN HAKKI VE KUZEY KIBRIS TÜRK CUMHURİYETİNİN TANINMASI SORUNU

Memmed İSMAYILOV: KENDİ KADERİNİ TAYİN HAKKI VE KUZEY KIBRIS TÜRK CUMHURİYETİNİN TANINMASI SORUNU

Kafkassam Editör Kafkassam Editör - - 15 dk okuma süresi
361 0

Kendi Kaderini Tayin Hakkı ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti
38 yıl önce 15 Kasım 1983 tarihinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Bağımsızlığını ilan etti. 1974 yılının yazında Türk Silahlı Kuvvetleri dönemin Başbakanı Bülent Ecevit ve Başbakan Yardımcısı Necmeddin Erbakan’ın talimatları esasında Kıbrıs’taki Türk halkına karşı Rumların gerçekleştirdiği şiddet ve baskıya cevap olarak bir barışı koruma harekatı gerçekleştirdi.
Bu harekat Kıbrıs’ta dökülen kanın durması ve adaya barışın gelmesiyle sonuçlandı. Ardından 13 Şubat 1975 tarihinde Kıbrıs Federal Cumhuriyeti kuruldu. 15 Kasım 1983 tarihinde ise Kıbrıs Türk Federal Devleti Yasama Meclisi Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kurulduğunu ilan etti. Bu gelişmeler uluslararası hukukun önemli prensiplerinden biri olan kendi kaderini tayin hakkını ve bir adada iki devletin olup olamayacağı tartışmalarını beraberinde getirdi. Peki bu noktada Kıbrıs’ta yaşayan Türk halkı bakımından kendi kaderini tayin hakkı mümkün olacak mıdır? Bu soruyu cevaplamak için uluslararası hukukun kendi kaderini tayin hakkı bakımından ortaya koyduğu temel ilklere başvurmak yerinde olacaktır.
Kendi kaderini tayin hakkı BM Şartı’nda, “İkiz Sözleşmeler” olarak bilinen BM Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi ile BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’nde ve daha bir çok uluslararası ve bölgesel düzenlemelerde yer almaktadır.
En önemli savunucularının Lenin ve Wilson olduğu kendi kaderini tayin hakkı genel bir tanımla, kendisini diğerlerinden farklı ve ayrı olarak kabul eden toplulukların, içinde yer alacakları hükümet biçimini ve devleti belirleyebilmeleri hakkını ifade etmektedir.
Kendi kaderini tayin hakkının genel görünüm biçimleri ise aşağıdakilerdir:
– Bir ulusun bağımsız olmak amacıyla kendi kaderini tayin hakkını kullanması,
– Bir başka devlete bağlı olmak amacıyla kendi kaderini tayin hakkını kullanması,
– İçeride dilediği bir yönetim biçimini seçmek amacıyla kendi kaderini tayin hakkını kullanması.
Kendi kaderini tayin hakkı ilk ortaya çıktığı dönemlerde, sadece sömürge ve benzeri statü altındaki ülkelerin veya halkların sahip olduğu bir hak olarak ifade edilmekteydi. Ancak 1991’lerde Yugoslavya ve Sovyetler Birliğinin dağılması sürecinde bu coğrafyalarda yaşanan ağır insan hakları ihlalleri ve ırkçı yaklaşımlar kendi kaderi tayin hakkının kapsamını da genişletmiştir. Bu bağlamda kendi kaderini tayin hakkı günümüzde sadece sömürge altındaki halkların için kullanılan bir hak olmaktan çıkmıştır. Diğer bir ifadeyle günümüz itibarıyla “sömürge altında olmak” kavramı sadece sömürge altında olan toplumlar ya da haklar açısından kastedilen bir kavram olmaktan çıkmıştır. Bu bağlamda 1991 sonrası dönem ve günümüzde kendi kaderini tayin hakkını oluşturan durumlar aşağıdakilerdir:
– İşgal yönetimleri karşı kendi kaderini tayin hakkı
– Irkçı yönetimler karşı kendi kaderini tayin hakkı
– Veya insan haklarını ciddi ve sistematik bir biçimde ihlal eden yönetimler altındaki halkların kendi kaderini tayin hakkı
– Kendilerini diğerlerinden ayrı ve farklı gören insanların, yaşadıkları ülkelerden-topraklardan koparak ayrılmayı içeren çabaları kapsamında kendi kaderini tayin hakkı.
Yukarıda aktarılan hususlar ışığında ve günümüzde uygulanan uluslararası hukuka göre, kendi kaderini tayin hakkından söz edilebilmesinin bazı hususlara bağlı olduğunu ileri sürmek mümkündür. Bu bağlamda, genel anlamıyla kendi kaderini tayin hakkından söz edilebilmesi için;
– kendilerini diğerlerinden ayrı ve farklı gören insanların kültürel, dinsel ve dilsel değerlerinin zarara uğrama ve/veya yok edilme ile karşı karşıya bulunmaları,
– bu insanların, yaşadıkları ülkedeki devletin yasama, yürütme ve yargı sisteminden dışlanmaları,
– bu insanların yaşadıkları yerlerin, onların geleneksel olarak yaşadıkları yerler olması ve bu yerlerde başka ulusal grupların olmaması,
– bu insanların yaşadıkları ülkedeki çoğunluğun, o insanlar ile bir arada yaşama iradesine sahip olmadıklarını dışa vurması gerekmektedir.
Bu açıklamalar ışığında Kıbrıs Adası’nın kuzeyinde yaşayan Türklerin kendi kaderini tayin hakkına sahip olup olmadığına bakalım.
Kıbrıs Türklerinin tarihten beri içinde bulundukları durum kendi kaderini tayin hakkını oluşturan durumlardan biri olan “kendilerini diğerlerinden ayrı ve farklı gören insanların kültürel, dinsel ve dilsel değerlerinin zarara uğrama ve/veya yok edilme ile karşı karşıya bulunmaları” unsuru ile örtüşmektedirler. Bu bağlamda Kıbrıs Türkleri, kendilerini, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin sahibi rolünü oynayan Kıbrıslı Rumlardan ayrı ve farklı görmektedirler. Buna ek olarak Kıbrıs Türkleri, bırakınız kültürel, dinsel ve dilsel değerlerinin zarara uğraması ile karşı karşıya kalmayı, daha da ilerisi, Ada’da etnik bir temizliğe maruz kalmıştır, silinmek (yok edilmek) istenmiştir.
Kendi kaderini tayin hakkını oluşturan bir diğer durum olan “bu insanların, yaşadıkları ülkedeki devletin yasama, yürütme ve yargı sisteminden dışlanmaları” durumu Kıbrıs Türkleri bakımından gerçekleşmiştir. Şöyle ki, 1963 yılında, Kıbrıs Türkleri, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yasama, yürütme ve yargı sisteminden zorla dışlanmıştır. Annan belgesi ile Kıbrıslı Rumların Kıbrıs Türkler ile bir arada yaşamaya “hayır” demeleri Kıbrıslı Rumların birlikte yaşama iradesine sahip olmadıklarını göstermiştir. Bununla birlikte, Kıbrıs Türkleri Annan Belgesi’ne “evet” diyerek, bir arada yaşama iradelerini gayet açık bir şekilde dışa vurmuşlardır.
Kıbrıslı Türkler bakımından kendi kaderini tayin hakkını oluşturan bir diğer durum olan “bu insanların yaşadıkları yerlerin, onların geleneksel olarak yaşadıkları yerler olması ve bu yerlerde başka ulusal grupların olmaması” unsurunun da tamamen oluştuğunu görmekteyiz. Her şeyden önce Kıbrıs Türkleri, bugün Kıbrıslı Rumların sahiplendiği Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurucu ortağıdır. İngiliz sömürge yönetiminden kurtulma sonrasında, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin üzerine inşa edildiği “1960 sisteminde”, Kıbrıs Türkleri, Kıbrıs Rumları ile eşit haklara sahip ve kurucu ortak olarak yer almıştır. 1960 Anayasası ve Anayasanın dayandırıldığı Kuruluş ve Garanti Anlaşmaları ile İttifak Anlaşması, söz konusu kurucu ortaklığın ve paylaşımın hukuksal belgeleridir.
Bunlara ek olarak dönemin BM Genel Sekreteri Sithu U That’ın 1965 yılında BM Güvenlik Konseyi’ne sunduğu Kıbrıs ile ilgili raporunda, Rumların zorla ele geçirdiği ve sadece Rumlardan oluşan Kıbrıs Hükümeti kararlarının Türklerin denetimindeki bölgelerde geçerli olmadığını ileri sürmesi de kendi kaderini tayin hakkının ölçütleri bakımından son derece önemlidir. Yine bu bağlamda, BM Genel Kurulu’nun 3212 sayılı ve 1 Kasım 1974 tarihli kararında Ada’da iki toplumun varlığından söz edilmiş; Türkiye’nin “Kıbrıs Barış Harekatı” sonrasında ortaya çıkan, 1974 Cenevre Anlaşması ile 1975 Viyana Anlaşması’nda, Rumların güneyde Türklerin kuzeyde olarak Ada’da iki ayrı toplumun varlığına işaret etmiştir.
Tüm bu bilgiler ışığında Kıbrıslı Türklerin kendi kaderini tayin hakkının tüm görünüm biçimlerini karşıladığını görmek mümkündür. Hatta daha da ileri gidererek; 1975’teki Kıbrıs Federal Cumhuriyeti’nin “iç kendi kaderini tayin hakkı”, 1983’teki KKTC’nin de “dış kendi kaderini tayin” hakkını oluşturduklarını görmek mümkündür. Peki KKTC bağlamında “kendi kaderini tayin hakkı” neden fazla öne çıkarılmadı. Bunun nedeni uluslararası sistemde kendi kaderini tayin hakkının ayrılıkçılığı besleyeceği, ufalanmaya yol açacağı, şiddeti tahrik edeceği ve barışı, istikrarı ve güvenliği tehdit edeceği endişesi ile yakından ilişkilidir.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Tanınması Sorunu
1933 tarihli “Devletlerin Hakları ve Yükümlülüklerine İlişkin Montevideo Konvansiyonu” bir insan topluluğunun devlet olabilmesi için gereken dört (4) unsuru düzenlemiştir. Bunlar:
▪ Sürekli bir insan topluluğu,
▪ Sınırları belirli bir ülke,
▪ Hükümet ya da kurulu otorite
▪ Bağımsızlık ve diğer devletlerle münasebetler kurabilme kapasitesi.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti 1993 tarihli Montevideo Konvansiyonu’nda sayılan tüm bu ölçütler karşılamaktadır. “Tanıma” ise bu ölçütler arasında yer almamaktadır. Dolayısıyla “tanıma” devleti oluşturan kurucu bir unsur değildir. Uluslararası hukukta “tanıma” sadece bir devletin uluslararası camiaya katılmanın saptanması anlamını taşır. Bu bakımından bir devletin oluşumu tarihi ve siyasi bir olgudur. Bu bağlamda uluslararası hukuk bu olgunun saptanması yetkisini “tanıma işlemi” ile uluslararası sistemin mevcut devletlerine tanımaktadır. Dolayısıyla bir devlet siyasi ve tarihi bir olgu olarak mevcut ise, onun tanınmaması onun devlet olma niteliğini ortadan kaldırmamaktadır. Diğer bir ifadeyle onun tanınmaması onun uluslararası hukuk kişisi (devlet olma) ehliyetini ortadan kaldıran sonuç doğurmaz. Bu bakımdan Kıbrıs Rum yönetimini tanıyıp, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni tanımamak Kıbrıs Türk toplumunun iradesini dikkate almamak anlamana gelecektir. Oysa yasal dayanakları bakımından Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Rum yönetiminden daha güçlü bir alt yapıya sahiptir. Dolayısıyla Ada’da Türk toplumunun iradesi dikkate alınmaksızın bir çözüm bulunması imkansızdır. Nitekim Ada’da ikiye bölünmüştür. Ada iki devletin egemenlik alanlarına ayrılmıştır. İki bölge, iki devlet ortaya çıkmıştır.
SONUÇ
Günümüz itibarıyla da Kıbrıs Adası’nda iki ayrı görüş bulunmaktadır. Türk görüşü Kıbrıs’ta iki halk bulunduğu ve iki halkın ayrı kendi kaderini tayin hakları olduğu yönündedir. Diğer bir ifadeyle Türk görüşü Kıbrıs’ta iki ayrı devletin var olması gerektiği, KKTC’nin Rum Yönetiminden daha yasal olduğuna dayanmaktadır. Rum görüşü ise Kıbrıs’ta tek halk olduğu ve tek halkın kendi kaderini tayin hakkı olduğu görüşüne dayanmaktadır. Bu bağlamda Rum tarafı Kıbrıs’ta tek devlet olması gerektiği, KKTC’nin yasal bir devlet olmadığı, mevcut iki devletin birleşmesi ve Kıbrıs Türk halkının azınlık olduğunu savunmaktadır. Ancak Rum tarafının tutumu tamamıyla hatalıdır. KKTC uluslararası hukuk bağlamında kendi kaderini tayin hakkının ve yine uluslararası hukuk bağlamında devlet olmanın tün unsurlarını taşımaktadır.
Dünya devletlerinin KKTC’i tanımaması ise KKTC’in ilan edilme biçimin kusurlu olmasından kaynaklanmaktadır. Kanaatimizce 1983 yılında KKTC ilan edilirken dünya devletlerinin kaygıları dikkate alınması gerekirdi. Bu bağlamda egemenlik uluslararası hukukta devletin özü olduğuna ve Kıbrıs Türk Halkı 21 Aralık 1963’den beri kendi egemenliği altında yaşadığına göre, KKTC’nin 21 Aralık 1963’de kurulduğu, 15 Kasım 1983’de gerçekleşenin ise kurulmuş olan devlete yeni bir isim vermekten ve tanınmasını talep etmekten ibaret olduğu açıklanabilirdi. Bu durumda uluslararası hukukun kişileri olan devletler, kendilerini ileride zora sokacak bir emsal ile karşı karşıya olmadıklarını görmüş olacaklardır. Diğer bir ifadeyle devletler gelecekte kendilerinin başına benzer bir olayın gelme olasılığı bulunmadığını göreceklerdi.

Memmed İsmayilov Kafkassam
KAYNAKLAR
Hüseyin KALAYCI, “Kendi Kaderini Tayin Kimin Hakkı?”, Kış-Bahar 2009, Sayı: 53-54, s. 159-176. Bağlantı Linki: https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/791513
Yücel ACER., İbrahim KAYA, (2019), Uluslararası Hukuk Temel Ders Kitabı İngilizce Özetli.” Bası 10, Seçkin Hukuk, Ankara.
Yusuf AKSAR, (2017) Temel Metinler ve Davalarla Uluslararası Hukuk,” Seçkin Yayınevi, Ankara.
Daniele ARCHİBUGİ, “A Critical Analysis of the Self-determination of Peoples: A Cosmopolitan Perspective”, Constellations, Cilt. 10, No. 4, 2003, ss. 488-505.
Simon CANEY, “Self-Government and Secession: The Case of Nations”, The Journal of Political Philosophy, Cilt. 5, No. 4, 1997, ss. 351-372.

İlgili Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir