Yazarların kavramlaştırdıkları metafor olarak kullandıkları sözcükler vardır. Sözcüklerin içini kendileri doldurur kendileri anlam yüklerler. Ancak aynı sözcüklere farklı anlam da verebilirler. Örneğin Sezai Karakoç’un “diriliş” sözcüğüne yüklediği anlam oldukça geniştir. Metaforiktir. “Ölümden sonra diriliş”ten ilham alarak kavramsallaştırmıştır. Karakoç bir yerde yıkımı anlatıyorsa o yerde yeni bir inşa, bir yerde ölüm varsa orada diriliş sözkonusur…
Batı’nın büyük yazarlarının da kavramsallaştırdıkları sözcükler, metaforlar vardır. Örneğin Dostoyevski zararlı ve düşman gördüğü kimseleri böceğe benzetip öldürmek ister. Onun için sinek/böcek ile kötü bir insan arasında bir fark yoktur. Her ikisi de parazittir. Yok edilmesi gerekir. Kafka ise kendini böcek ile özdeşleştirir. Kafka kendini hayvan üzerinden tanımlar, yabancılaşmayı böcekleşme ile tanımlar. Dostoyevski’de böcek zararlı bir varlığı Kafka’da ise yabancılaşmayı yani bilinmez bir varlığı sembolize eder.
Bir başka yazar Sartre, Duvar hikayesinde ben’i başkası üzerinden tanımlar. Sartre bir insanın kendini bilmesi, tanımlaması ve varoluşunu sorgulaması ancak başkasıyla mümkündür demek ister. Duvar kitabındaki kahramanlarının tümü başkası üzerinden kendini tanımlar. Zira bir insanın kendini tanıması kendine ayna tutmasıyla mümkündür. Duvar’da kahramanlar başkasına bakarak kendilerini bir nevi keşfederler. Başkası ben’in cehennemi olur. Bu tanımlama aynı zamanda varoluş felsefesinin içinden çıkamadığı bir kısır döngüdür. Bireyin cehennemidir. Çünkü başkası aynı zamanda insanın gelip tosladığı duvardır. Duvar ise aşılamaz. Varoluş felsefesinin “dünya saçma insan beyhude” diye özetlediği hakikat, insanın Sisyphos’udur. Sıkışmışlığı, sürgünlüğü yani cezasıdır. Çünkü bu anlamsız hayat insan için bir cenderedir. Duvar’daki kahramanlar ise hep bir Cendere içindedirler.
Duvar kitabının ilk hikayesinde kahramanı duvarın öbür tarafında ölüm bekler. Bu ölüm kendisini bulsa da trajiktir, bulmasa da. Çünkü ölüm yokluktur. Ayrıca ideal sahibi bir insan için hain olarak yaşamak ise onursuzluktur. Kahraman sorguda kendini feda ederek arkadaşının yerini söylemeyerek yanlış bir adres verir. Bu tutumuyla arkadaşı için kendini feda etmiştir. Çünkü adres doğru çıkmasa kendisi adılacaktır. Ancak arkadaşı sakalandığı yeri değiştirip bir başka yere saklanır. İşin ilginci arkadaşı, kahramanın verdiği yanlış adrese gitmiştir. Arkadaşı yakalanıp asılır. Hikayenin kahramanı gerçekte kendini feda ederek arkadaşını kurtarmayı beklerken bu durumda arkadaşını ispiyonlayarak hain duruma düşmüştür. Ben için başkasının cehenneme dönüştüğü yer işte burasıdır. Başkasıyla varolma… Başkasıyla yüzleşme! Duvar burada metafordur. Aynı zamanda varoluşçuluğun gelip tosladığı noktadır.
Dostoyevski bir romanında aşamadığı sıkıntıları duvarla ifade eder. Ona göre duvar hem engeldir hem değildir. Örneğin duvarı aşmaya ve yıkmaya gücü yetmediği düşündüğünden dolayı şöyle der kendi kendine: “Duvarı yıkmaya gücüm yetmiyorsa kendimi parçalayacak değilim elbette. Ama önümde duvar var diye boyun eğmeyi de kabul edemem.” Bununla Dostoyevski, duvarla karşılaşınca onu engel görmeyip başka bir yol arar. Hanibal’ın “ya bir yol bulacağız ya bir yol açacağız” sözünde olduğu gibi bir yol bulmaya çalışır.
Peki Dostoyevski varoluş problemini aşabilmenin yolunu bulmuş mudur? Ne yazık ki o da Sartre gibi sorularına bir cevap bulamamıştır. Önüne duvar çıkınca sırtını dönüp başka bir tarafa yönelmiştir ama duvar hep yerinde kalmıştır. Netice Sartre başkasının cehenneminde yaşamış, Dostoyevki kendi arafında… Ne Sartre’ın kahramanları duvarı yıkıp aşabilmiş, ne Dostoyevski’nin kahramanları araftan çıkabilmiştir. Bu yüzden ikisi de Duvar’ın arkasına bir türlü geçememişlerdir.
Mehmet Kurtoğlu