KAFKASSAM – Kafkasya Stratejik Araştırmalar Merkezi

  1. Anasayfa
  2. »
  3. Gündem
  4. »
  5. Lübnan’ı İran kontrol edecek ama fatura kime ödetilecek?

Lübnan’ı İran kontrol edecek ama fatura kime ödetilecek?

Kafkassam Editör Kafkassam Editör - - 10 dk okuma süresi
275 0

Lübnan’da son günler, halk hareketinde sert hava koşullarının katkıda bulunduğu bir durgunluğa tanık oldu. Siyasi ve ekonomik krizlere yol açan ekip ise halkı dışlama ve görmezden gelme yolunda ilerlemeye devam ediyor.

Geçim kaynaklarını vatandaşlara karşı bir şantaj aracı olarak kullanmak, bu ekibin hala en güvendiği seçenek. Parolası ise, anayasayı ortadan kaldırma sürecini tamamlamak, ülkede fiili olarak var olan İran “işgali” gerçeğini Hizbullah ve taraftarları aracılığıyla pekiştirmek. Halk ayaklanmasının sömürülmesini gizlemek için yeni bir siyasi gerçeklik yaratmak.

Halihazırda yönetici grubunun tüm çabası; hükümetin kuruluşuyla ilgili ayrıntılarla halkı oyalamak. Oldu bittiye getirerek ve geçmişin geri dönmeyecek şekilde geride kaldığı gibi gerekçelerle Lübnanlılara, “darbe”nin meşruiyetini ve tüm siyasi sonuçlarını kabul ettirmeye çalışıyorlar. Onlara göre, Lübnan halkının, İran’ın bölgesel sistemine entegre olmuş, onunla aynı renkte, neredeyse çökmüş olan Arap arka planında “azınlıklar ittifakını” pekiştiren “kukla” bir hükümetle yaşamayı kabullenmesi gerekiyor.

Lübnan düşüncesi iki asır önce doğduğunda kendisini anlatan ve savunan iki temel faktör vardı: Birincisi; Lübnan kimliğini tanımlamak ve içeriğini ayırt etmek. İkincisi; kendisini korumak ve siyasi, demografik ve ekonomik olarak yaşayabilir bir “vatan” inşa ederek pratik olarak varlığını ifade etmesini sağlamak.

Buna göre, Lübnan vatanı düşüncesinin başlangıcı yüzyıllar öncesine dayanır ve İslam fethinden öncesine uzanır. Düşüncenin içeriği, sonraki dönemlerde Abbasi yönetimi altında Suriye’nin kıyı bölgesinin kuzeyindeki dağlarda yaşayan azınlıklar ile netlik kazanmıştı. Daha sonra Haçlı Seferleri, dört yüzyıl süren Osmanlı hakimiyeti ve son olarak bağımsızlıkla sonuçlanan Fransız manda yönetimi dönemleri boyunca devam etmiştir.

Elbette bir yazıda, Lübnanlıların kimlikleri için öne sürdükleri argümanların, yaptıkları çağrıların, kapıldıkları eğilimlerin, İslam’dan Arap milliyetçiliğine, doğu Hristiyanlığına, Suriye milliyetçiliği ve Lübnan milliyetçiliğine geçiş yaptıkları yılların ayrıntılarını ele almak mümkün değil. Bu yüzden asıl önemli olan noktaya değineceğiz. O da bütün bunların, pek çok parti ve hareket ortaya çıkardıkları, bazı özelliklere saygı duyulmasını sağlamayı başardıkları, onları pekiştirmek için sınırlar çizdiği ve diğerlerini görmezden geldiğidir.

Lübnan’da, bileşnlerinden birine saygı duymanın ilk modeli, 1840-1860 yılları arasında yaşanan çatışmaların ardından Avrupalı güçlerin Osmanlı devletine yaptığı baskı sonucu kurulan, özerk yönetime sahip Cebel-i Lübnan Mutasarrıflığı’dır. Doğu sorunun ve mirasının hamisi Fransa’nın manda yönetimi sırasında bu model gelişti ve 1920 yılında Cebel-i Lübnan Mutasarrıflığı, “Büyük Lübnan”a dönüştü. Paris bu adımı, Osmanlı devletinin yenilgisi ile sonuçlanan Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden sonra düzenlenen Paris Barış Konferansı’nda, Maruni ve Katolik dini liderlerin “yaşayabilir bir devlet” taleplerine karşılık olarak atmıştı.

Her halükarda, “yaşayabilir nihai bir vatan” tutkusu, bağımsızlıktan sonra da Lübnan devletini kuran akımın düşüncesinin merkezinde yer almaya devam etti. Yine bu siyasi akım, Hristiyan toplumu içerisindeki güçlü konumunu günümüze kadar korudu. Hatta, 1952-1967 yıllarındaki Nasırcı yayılmacılık, 1968-1977 arasında Filistin direnişinin yükselişine karşı ayakta kalmayı başardı. Bu başarısının ana faktörü, bazı Hristiyan liderlerin sahip oldukları bilgelikti. Hristiyanların en çok güvenmeleri gereken noktanın, Müslüman ortaklarıyla birlikte eşit bir şekilde yaşama isteği olduğuna dair inançlarıydı. Müslümanları Batı ile tehdit edip onları korkutmamaları, onları bölgesel Müslüman Arap çevrelerinden yardım istemeye itmemeleri gerektiğine yönelik farkındalıklarıydı. Bu liderler arasında en öne çıkanlar, Cumhurbaşkanı Bişara Huri ve Başbakan Fuad Şihab’tır. Öte yandan, Kamil Şamun, Raymond Eddé, Piyer Cemayel ve Beşir Cemayel gibi Hristiyan liderler ise ulusal ünlerini, bağımsız ve topraklarında tek egemen güç olan bir Lübnan inançlarına ve hayallerine dayandırıyorlardı .

Lübnan’da Nasırcılık, Arap milliyetçiliğinin ve solcu eğilimlerin gelişmesi ile ortaya çıktı. Filistin direnişi ve fedailerinin varlığıyla devam etti ve güçlendi. Bunun yanısıra Nasırcılık, komşu Arap ülkelerindeki –sosyalist millileştirme deneyiminden kaçan- sermayenin Lübnan’a akmasına yol açtı. Bu da, Lübnan’ı bölgesel ve küresel bir hizmetler merkezine dönüştüren gelişmiş bir tüketim toplumu yarattı. Ancak, 1967’de İsrail’e karşı alınan yenilgiden sonra bölgesel iklim değişti. Bunu, Filistin direnişine indirilen darbeler, kendisini sınırlama girişimleri takip etti. 1978 ve 1979 yılları, bölgenin tarihi açısından bir dönüm noktasıydı. Bu süreçte, Mısır’ın Arap dünyasında ve bölgede etkisini zayıflatan Camp David Anlaşması imzalandı, İran’da kendisine günümüze kadar birçok savaş ve barış denklemini kontrol etme gücü veren Humeyni devrimi gerçekleşti.

O andan itibaren, Lübnan’da durum yeni boyutlar kazandı. Suriye’deki Esed ailesi rejiminin önemli bir rol oynadığı tehlikeli sorunlarla karşılaştı. Yetmişli yılların ikinci yarısından itibaren Esed rejiminin rolü ve tavrı değişti. Filistinlilerin güçlerini sınırlamak ve direnişi vurmak için Lübnan topraklarına giren uluslararası bir vekilden, İran nüfuzunu “ihraç etme” projesinin kuluçkasına, Tel Aviv ve Tahran’ın düşmanlarına karşı İsrail ve İran’ın “posta kutusu”na dönüştü.

Bu esnada Lübnan, iç ve bölgesel savaşı nedeniyle (1975-1990) ekonomik refahını, hizmetsel ve bölgesel açıdan konumunu kaybetmişti. Göç ve demografik değişimler sonucunda Şii ve Sünni bloklar karşısında Hristiyan bloğun boyutu küçülmüştü. Savaşı durduran Taif Anlaşması (1989) adeta Hristiyan varlığı ve ortak yaşamdan geride kalanları mümkün olduğunca kurtarma operasyonu oldu.

Yine de bu anlaşma, kendisini tasfiye etmeye karar veren üç grubun isteklerini karşılamıyordu. Nitekim bu üç grup bugün, amaçlarını gerçekleştirmek yani onu ortadan kaldırmaya hazırlanıyorlar. Bu üç grup şunlardır:

Bugün Lübnan’ı bölgesel haritasının bir parçası sayan İran. Sünnilere boyun eğdirmeyi Irak, Suriye ve Lübnan’daki bölgesel stratejisinin merkezine yerleştiren İran, Sünnilerin siyasi önemlerini kaybetmeleriyle Taif Anlaşması’nın da son kullanma tarihinin bittiğini düşünüyor.

Fırsatçı Hristiyan grup. Bu grup, İran’ın Sünnilere karşı yürüttüğü savaşa güveniyor. Bedeli ne olursa olsun İran’ın, Batı ve İsrail’in de örtülü desteğiyle Hristiyanlara kaybettiklerini düşündükleri hakları ve imtiyazları iade edeceğini umut ediyor.

Üçüncüsü; İran’ın bölge boyunca ektiği düşmanlık, bölünme ve nefret tohumlarının kendisini rahatlattığı, geleceğini güvence altına aldığı, İran’ın yayılmasından zarar gören tarafları hemen kendisi ile ilişkileri normalleştirmeye hatta yardım istemeye teşvik ettiği İsrail’dir.İşte mevcut Lübnan krizinin, arka planının ve ufuklarının taşıdığı felaket “senaryosu” budur. Bu senaryo derinlerinde, ülkedeki “işgalci” İran nüfuzunu pekiştirme amacını taşıyor.

Bunu da “azınlıklar ittifakı” ve onları koruma sloganı altında, söz konusu nüfuzu Hristiyan Batı ülkelerine pazarlamaya hizmet eden Hristiyan vitrinin arkasına gizlenerek yapıyor. Öte yandan, “Arap kimliğini koruma” gerekçesi altında Araplardan özellikle de Körfez ülkelerinden Lübnan’ı kurtarmanın maliyetini üstlenmelerini talep ediyor.

Bu, Arap dünyasındaki zayıflık etkenlerinin, bozulan dengelerin, değişikliklerin yanlış okunmasının acı verici bir özetidir.
İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı

İlgili Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir