‘’İyi rejimler arasında demokrasi en kötüsüdür, ancak kötülerin en iyisidir.’’ (Aristoteles)
SEVGİLİ OKUYUCULAR !
Bugünkü makalemi yazma nedenim, 1995 ile 2020 yılları arasında Cambridge Üniversitesinde yapılan çok ilginç bir araştırmadır.
Cambridge Universitesi’ndeki “Center for the Future of Democracy” tarafından, Dünya çapında 154 ülkede gerçekleştirilen araştırmadan şaşırtıcı veriler elde edilmiştir.
Bu verilere göre son yıllarda demokrasiden memnun olmayanların oranı, %58’e yükselmiştir. Örneğin; Birleşmiş Krallık’taki Brexitten sonra, demokrasiden memnun olmayanların oranı %61 gibi inanılmaz bir artış göstermektedir.
Aynı Merkezin araştırmacıları ABD’de demokrasiden duyulan memnuniyetteki
düşüşün “dramatik ve beklenmedik” olduğunu ve demokrasiye yönelik küresel memnuniyetsizliğin son 25 yılda, üçte birden yarının üzerinde çıktığını belirtiyor.
Sizleri hatırlatmak isterim ki, “Demokrasinin alternatifi var mı ?” adlı makalemde, Cambridge Üniversitesinin bu araştırmasından haberim olmadan, demokrasinin alternatifi olduğunun yanısıra önümüzdeki dönemde “Doğrudan Demokrasiyi” tercih eden hareketlerin ve partilerin hem sayılarının hem de faaliyetlerinin artacağını özelikle vurgulamıştım.
O makalemde “Doğrudan Demokrasiyi” halihazırda uygulayan bir kaç ülkeden bahsetmiş hatta belirli ülkelerde “Doğrudan Demokrasiyi” destekleyen partilerin de bir kısmını sizinle paylaşmıştım. Ancak itiraf etmeliyim ki demokrasiye olan ‘’güvenin’’ bu kadar hızlı ve keskin bir düşüş şeklinde seyredeceğini kesinlikle beklemiyordum.
Peki şimdi asıl konuya geçelim…
Demokrasiye güvenin artması 1970’li yıllarda başladığını ve hem Doğu hem de Orta Avrupada Komünizmin çöküşüyle zirveye ulaştığını belirtmeliyim.
21. yüzyılın başında, Demokratik sistemlere olan güven azalmaya başlıyor. Sebepler bir çoktur ancak en önemlilerinden biri, demokratik kurumlarının zamanımızın bazı büyük krizlerini çözmemiş olmasıdır.
Bir diğer neden de ‘’seçmenin’’ sadece siyasi liderler tarafından değil, demokratik sistemlerden de memnuniyetsizliği, adaletin kötüye ve kitle iletişim araçlarının siyasi propaganda için kullanmalarıdır. Artan suç ve yolsuzluklar, siyasi istikrarsızlık, demokrasi adına savaşların başlatılması, 2008 yılından itibaren kısa süreli ancak sıkça tekrarlanan finansal krizler, Covid 19 salgınıyla baş edememek v.b. seçmenin demokratik siyasal sisteme olan güvenini sarstı. Demokratik sistemlerin bu şekilde gayri meşruraştırılması, demokratik normların çökmesine ve siyasi liderlere ve bütün sisteme olan inancın azalmasına yol açmış oldu.
ABD’de son gerçekleşen Cumhurbaşkanlık seçimlerinde, Cumhurbaşkan adayı Donald Trump’ın seçimde oyların çalındığını iddia ederek, Amerikan demokrasisini hileli olarak kınadığı en çarpıcı örneklerden biridir.
Araştırmacıların çoğu “Minimal” veya “Prosedürel Demokrasi” kavramından ve beraberindeki kurumlar ve önlemler setinden ve bunların uygulama derecesinden demokrasiye güvenin nekadar olduğunu tanımlayabildiğimizi söylüyorlar.
Bunlara göre “Prosedürel Demokrasi” kavramı sonuçlar açısından kayıtsızdır. Demokrasi, uygulanan politikalara atıfta bulunmaz. Demokrasi, hükümet tarafından formüle edilen ve uygulanan, eleştirilebilir veya itiraz edilebilir prosedürlere bağlıdır.
Böyle bir Demokrasinin en önemli unsurları: Adil ve özgür seçimler, siyasal hakların korunması, çoğulcu bir toplum ve özgür medyadır. Bu demokrasi anlayışını eleştirenler, demokrasiyi krizden krize götüren ve onu bilinmeyen bir yöne dönüştüren, kesinlikle demokrasinin sabit prosedürler dizisine bağlı olduğunu vurgulamaktalar.
Bu “Post Demokrasi” olarak adlandırılan bir durumdur. Bu kavram ilk olarak Colin Crauch’un “Post Demokrasi”adlı eserinde ortaya çıkmıştır.
Demokrasinin bu durumlara nasıl geldiğini, aşağıdaki üç konseptte görebiliriz;
1. “Siyasal katılım ve seçim politikasını” sorgulayan İngiliz Sosyolog Colin Crauch’un konsepti,
2. Amerikan Siyaset teorisyeni Sheldon Wolin’in “Siyaset temsilliğini” sorgulayan konsepti ve
3. “Demokrasi’nin meşruraştırılması” şebekesini eleştiren Fransız Filozof Jacques Ransiore’nin konsepti.
Her üçü de Prosedürel Demokrasiyi ve Post Demokrasi dönemini tüm incelikleriyle araştırmış ve benzeyen sonuçlara varmışlardır. Bu prosedürlerin ürünü olarak, zamanla siyaset ve güç, ayrıcalıklı elitlerin eline geçmeye başlamış oldu. Böylece siyasi karar alma sürecini yöneten ve artık demokrasi olarak adlandırılmayacak, siyaseti sahiplenmiş bir yönetici sınıfı oluştu. Bu şekilde yavaş ama emin adımlarla popülist ve otoriter hareketler ve liderler güçlenmiş oldu. Pek çok örnekler verebiliriz ancak en çarpıcı olan Polonya ve Macaristanın Kaczynski ve Orban’ın liderliğindeki otoriter yönetime yönelmeleridir. Maalesef bu tür otoriter yönetim konseptini Kaczynski ve Orban “Liberal Olmayan Demokrasi” konsepti olarak adlandırmışlardır. Bu kavramı ilk olarak 1997 yılında Amerikalı analist Farid Zakarya, seçimlerin olduğu ancak hukuk üstünlüğünün olmadığı ve anayasayı düzenli olarak aşan ülkeler için kullanmıştır.
Bu konsept aslında yeni yetkilendirilmiş seçmenin, güçlerini azınlıkları ezmek ve temel insan haklarını ihmal etmek için kullanan çoğunlukları, komünizm sonrası dönemin özelliğiydi. Sonuç belliydi ! Yalnız demokrasi yeterli değildi !
Liberalizm, azınlık haklarını ve bireysel sivil özgürlüklerin korunması güçlendirmeliydi.
Ne yazık ki bu süre kısa sürdü. Polonya ve Macaristan konsepti tüm eleştirilere rağmen bir çok AB ülkesine örnek teşkil etmektedir. Bunun liberal olmayan demokrasiyle hiçbir ilgisi yoktur, aksine demokrasiden otoriter yönetime bir yönelmedir.
Konuyla ilgili çoğu araştırmacılar, otokrasiyle Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Sn.Recep Tayyip Erdoğan’ı da suçlamaktadırlar. Ancak şunu bilmelidirler ki Türk nüfusunun çoğunlukta ‘’İslami ahlak’’ normları üzerinde yaşamını sürdükleri için, Recep Tayyip Erdoğan’ın yönetim biçimi, otokrasi değil, “muhafazakar demokrasi” olarak nitelindirilebilir.
Araştırmacıların çoğu Rusya Ukrayna savaşı ve yaratacağı ekonomik sıkıntılar, demokrasiye olan güveni daha da sarsacağıdan ve yeni bir dünya düzeninin
önünü açacağı düşüncesindedirler. Bu “Post Demokratik” dönemde bir çok ülkede otokratik değil ‘’totaliter’’ rejimlerin de hüküm süreceği artmasından korkuyorum, çünkü kriz, korku, kaos ve belirsizlik olan ortamlarda, demokrasinin sıkı yönetime karşı şansı yoktur. Ancak bazı ülkelerde olduğu gibi zaman içerisinde Doğrudan Demokrasi’nin ön plana çıkacağına içtenikle inanıyorum.
Kuzey Makedonyaya gelince Demokrasi’nin henüz yatışmamış bir ülkede, hukukun üstünlüğünden bahsetmek pek doğru olmadığını düşünüyorum.
Ancak Kuzey Makedonya’da “Konsosyal” adlı Demokrasi uygulandığı için onun ‘’otokrasiye’’ veya ‘’totaliterliğe’’ dönüşmesi şimdilik imkansızdir.
Makaleme son verirken ünlü filozof Aristoteles’in dört asır M.Ö başta yazdığım demokrasiyle ilgili sözleri sanki günümüzde de geçerli olduğunu görüyoruz.
Neyse, bir sonraki gelişmelerin ne gibi olacağını zaman belli edecek.
Hepinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum.
Kenan Hasip