KAFKASSAM – Kafkasya Stratejik Araştırmalar Merkezi

  1. Anasayfa
  2. »
  3. Gündem
  4. »
  5. Katar Olayı ve Tahran Saldırısının Düşündürdükleri: Şii-Selefi Çatışması

Katar Olayı ve Tahran Saldırısının Düşündürdükleri: Şii-Selefi Çatışması

Kafkassam Editör Kafkassam Editör - - 9 dk okuma süresi
299 0

Çeşitli Türk hanedanları tarafından yüzlerce yıl idare edilmiş olan Ortadoğu coğrafyası günümüzde rant devletleri ve siyasetini “asla iktidardan gitmemek” üzere kurmuş olan rejimler tarafından iç ve dış güçlerle çıkar işbirliği içerisinde yönetiliyor.

Ortadoğu coğrafyasının en kalabalık nüfusu olan Araplar, kendi kültürlerine ve tarihlerine uygun bir milliyetçilik üretemediler. Bazıları Yusuf Akçura’nın ifadesiyle Vehhabiliği bir milliyetçilik olarak kabullendi, bazıları ise seküler, sosyalist tonları olan milliyetçilikleri benimsedi. Bu da başarısız milliyetçilikler, başarısız milletler ve başarısız ulus devletler sorununu çıkardı.

Dolayısıyla Araplar, Türkmenler, Kürtler ve diğer pek çok millet ve etnik grubun grubun yaşadığı coğrafyada bir kurtuluş ve meşruiyet ideolojisi arandı. Müslüman Kardeşlerden tutun IŞİD’e kadar giden yelpazede İslamî bilginin edinilmesi noktasında, İslam tarihinde çok benzeri olmayan bir tavır benimsendi. İslam dünyasının kriz dönemlerinin ideolojisi olan Selefilik bu tavırlardan biridir. Selefilik, Vehhabilik adıyla Suudi Arabistan’da devlet oldu. Selefilik, siyasal ve ılımlı bir tavırla Müslüman Kardeşlerin ideolojisi oldu ve ses getirdi. Selefilik, IŞİD, El-Kaide gibi örgütlerin radikalleşme yollarını açan bir meşruiyet kaynağı haline geldi.

İslam dünyasında bir diğer kutupta ise aslında benzer metodları kullanan İran var. İran’da da Şiilik bir devlet ideolojisi. İran’ın dini bir jeopolitik anlayışı var ve Şiilik üzerine kurulu. Dünyanın neresinde bir Şii varsa onunla ilgilenip gerektiğinde harekete geçirmeyi hedefleyen bir siyaset.

Devlet boyutunda Suudi Arabistan – ve bazı körfez ülkeleri ile – ile İran kutuplaşması, terör örgütleri ve paramiliter güçler noktasında IŞİD ve El-Kaide karşısında İran’ın Devrim Muhafızları ve yeri geldiğinde Hizbullah gibi çatışma tarafları Irak’ta Suriye’de gözler önüne açıkça serildi.

Bu iki tarafın ortak bir özelliği var: İkisi de birbirini tekfir etmekte hiç çekingen değil. İki taraf da ötekileştirme noktasında çok başarılı ve iki taraf da siyasetlerine dini bir meşruiyet sağlıyorlar.

Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta var. Bütün devlet çıkarları, rejimlerin ayakta kalma çabaları ve hatta siyasilerin şahsi gelecek ve ikbal beklentilerinin ürettiği siyasetlerin dışında bir nokta. Katar meselesinde Suudi Arabistan çevresinde İran’a mesaj veren Araplar, Tahran’da Hümeyni’nin türbesini hedef alan IŞİD ve suçu Suudi Arabistan’a atan İran, IŞİD ve El-Kaide’ye bir şekilde maddi destek sağlayan Körfez ülkeleri, Şiileri ve Alevi, Nusayri gibi yakınlık kurulabilen dini akımları siyasi bir güç olarak elinde tutan İran’a karşı dünyanın her yerinde Selefi – Vehhabi eğitim kurumları, okullar, camiler için milyon dolarlar harcayan bir Suudi Arabistan… Ve bu kutuplaşmayı ellerini ovuşturarak izleyen Batı…

İslam dünyası dini jeopolitik olarak iki kutupta tutulmak istendi her zaman: Sünni ve Şii. Aslında bu kutupların oluşmasının sebebini de çok geriye götürürsek yine siyasi olaylarda buluruz. Hz. Peygamber’in vefatının ardından yaşanan iktidar çekişmelerinden tutun, Osmanlı-Safevi çatışmasına kadar sebep ve sonuçlar üretebiliriz. Ancak bu mezhep gerginliği hiçbir zaman Avrupa’daki Protestan-Katolik yada Ortodoks-Katolik gerginliği gibi olmadı ve mezhep savaşlarını biz hiç yaşamadık. Ancak günümüze geldikçe tek motivasyonu mezhep olan çatışmalar, katliamlar artmaya başladı. Burada ise bir özellik öne çıktı: Sünni dünyanın mezhep çatışmasına vermediği destek, Selefi gruplarca sağlanmaya başlandı. Şiileri kafir olarak gören anlayışı – ki bu anlayışı İbn Teymiyye’ye kadar götürebiliriz – siyasetin merkezine koymaya başladılar.

Bugün Sünni dünya adına temsil konumunda olan, öncü bir ülke görülmüyor. Ancak Suudi Arabistan bu işi yapmak için çaba harcıyor. Irak ve Suriye’de yaşanan krizde Sünni toplum için IŞİD’in ilk günlerinde kurtarıcı gibi görülmesi de bu öncüden yoksunluktan kaynaklı.

İslam dünyası kısaca bir Selefi-Şii çatışmasına ve bu çatışmanın şiddetleneceği günlere doğru sürükleniyor. Selefiler tek başlarına Sünni dünyayı temsil etmek istiyorlar ve geleneksel mezhepleri ve inanışları Selefileştirmeyi amaçlıyorlar.

Kendilerinden olmayanı öteki, kafir gören anlayışların yerine diplomaside akılcı ve itidalli bir anlayışın olması gerek İslam dünyasında. Bunu ancak tarihi bir diplomasi geleneğine sahip olan, Safevilerle çatıştığı günlerde dahi bir yandan Şiilere ve Alevilere olumlu mesajlar verebilen, Bektaşilerden kurulu ordusuyla mücadele eden Osmanlı’nın devlet tecrübesine sahip Türkiye yapabilir. Türkiye özellikle Cumhuriyetin kuruluşuyla kazandığı modern diplomasi yetenekleri de azınmsanamayacak kadar önemlidir. Türkiye bu noktada Mısır’da demokrasinin gelişmesine katkı sunmalı. Mısır da hem Türk hanedanlarıyla yönetildiği günlerde hem de sonrasında iyi kötü bir diplomasi ve devlet tecrübesine sahip oldu.

Bugün İslam dünyasında diplomasi geleneği olan, Hanefi-Sünni devletin bir devletin yani Türk devletinin İslam’ı temsil edememesi durumuyla karşı karşıyayız. Sünni dünyayı makul bir diplomasi ve toplum geleneğine sahip Türk devleti yerine Selefilerin temsil etmesi sağlanmaya çalışılıyor. Hedef: Selefi-Şii çatışmasını derinleştirmek. İran’daki IŞİD saldırısının bir amacı da bu. Katar olayından sonra bu terör saldırısı asla tesadüf olamaz. İslam dünyası bu iki grup etrafında kutuplaştırılıp çatıştırılacak. Bu klasik bir mezhep çatışması değil iyi anlaşılmalı.

Katar’daki diplomatik kriz ve Tahran’daki terör saldırısının ardından İran kesinlikle bir cevap vermek isteyecektir. Bu noktada Türkiye kesinlikle diplomatik olarak çaba göstermelidir. Ama asla “taraf” olduğu algısını üretmemelidir. “Ölümüne Katarcıyız” gibi anlayışlar Türk dış politikasına zarar verir.

Türkiye hem kendi toplumunda hem de İslam dünyasına verdiği mesajlarda akılcı, birleştirici ve kendi tarihi geleneğinden ilham alan bir dile sahip olmalı.

Aynı zamanda “ne işimiz var Ortadoğu’da, Ortadoğu bataklığı” söylemlerini durup durup dillendirenlerin de mantıklı ve makul bir zemine gelmeleri şart. Yüzlerce yıl yönettiğimiz coğrafyaya, dini olarak ve aynı zamanda soydaş nüfusuyla ilişkimizin olduğu bu bölgeye bataklık demek tarihe hakaret ve siyaset bilmemektir.

Türkiye’yi yöneten iktidar ise Siyasal İslam’dan beslenerek sürekli gündemi Ortadoğu’ya odaklamaktan vazgeçmeli, hem toplumun gerginliğini azaltmak hem de dış politik olarak genişleyerek ferahlamak için Balkanlar ve Türkistan coğrafyalarına biraz daha fazla yönelmelidir. Türk Ordusunu Katar’a büyük bir sayıyla konuşlandırmak toplumsal gerginliği daha da artıracaktır. İktidar şeffaf olmalı ve bu iş yapılacaksa bile mantıklı ve makul bilgilerle toplumu aydınlatmalıdır. Yoksa yapılan bu işin şahsi menfaatlerden kaynaklandığı algısı toplumda büyük bir kesimde yer bulacaktır. Emre Kartal tütkyurduhaber

İlgili Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir