KAFKASSAM – Kafkasya Stratejik Araştırmalar Merkezi

  1. Anasayfa
  2. »
  3. Gündem
  4. »
  5. İyad Ebu Şakra: Ortadoğu’nun sorunları Viyana’da tablonun netleşmesini bekliyor

İyad Ebu Şakra: Ortadoğu’nun sorunları Viyana’da tablonun netleşmesini bekliyor

Kafkassam Editör Kafkassam Editör - - 9 dk okuma süresi
274 0

ABD Başkanı Joe Biden’ın İran dosyasıyla ilgili yönetim ekibinin, İran nükleer dosyası hakkındaki Viyana müzakerelerinin seyriyle bağlantılı peş peşe açıklamaları ilgi çekici. Gelgelelim, bu açıklamalar değerlendirilirken, Tahran rejiminin Washington’daki yoğun mevcudiyeti, siyaset, ekonomi, akademi ve medya çevrelerine -dahası Beyaz Saray’daki karar alma merkezinin kalbine- yayılan faaliyetleri takip edildiğinde, görüşler bölünüyor.

Nükleer anlaşmayı kurtarmak için “zamanın tükendiğine” dair art arda “uyarıları”, Tahran’a sürekli şantajını durdurma, uluslararası topluma stratejik niyetleri konusunda güven verecek anlamlı tavizler verme çağrısı şeklinde okuyanlar var. Öte yandan, “akıllılığın bir türü de kuşku duymaktır” vecizesine inanan kuşkucuların, Tahran’ın Washington’da – hatta Beyaz Saray’ın içindeki – dostlarının, temel gerçekleri hiçbir şekilde değiştirmeyen, son dakikada “Amerikan baskısı” altında varılan ve “kurtarıcı bir başarı” olarak betimlenecek bir anlaşmanın hızlandırılması için zemini hazırladıklarına inandıklarını görüyoruz. Uluslararası arena ve Arap dünyasındaki Washington’un dostları tarafından ifade edilen ilk iyimser eğilim ile bir dereceye kadar -komplo teorisine- yakın ikinci karamsar eğilim arasında, koşullara, yorumun kaynağına, mevcut verilere ve İran’ın yeni etki alanlarındaki ani gelişmelere bağlı olarak iyimserlik ve karamsarlık bakımından farklılık gösteren birkaç okuma var.

Uzak ve yakın herkes, Biden yönetiminin Barack Obama yönetiminin yalnızca Humeyni-Hameney İranı’na değil, bir bütün olarak siyasi İslam, Ortadoğu’nun geleceği ve ABD’nin buradaki önceliklerine ilişkin görüşünü miras aldığını biliyor. Bunun kanıtı – ya da mirasın sürekliliği diyelim- Demokratların geçen yıl Beyaz Saray’a geri dönmeleri ile geri gelen isimlerdir. Bu isimlerden birkaçını saymak gerekirse, Ortadoğu ile ilgili stratejik kararlar mutfağında çok hassas pozisyonları işgal eden iki isim öne çıkıyor; Başkanın Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan ile Biden yönetiminde İran dosyasından sorumlu Dr. Robert Malley. Bu arada Malley, resmi olarak Ortak Kapsamlı Eylem Planı olarak bilinen İran nükleer anlaşmasının baş “mimarlarından” biriydi.

Aslında, Viyana müzakerelerinden sorumlu Amerikan ekibinin arka planı ve bilhassa İsrail’in buna verdiği tepki, gözden kaçırmamamız gereken bir husustur. Obama yönetiminin tam bir dürüstlükle bizzat ifade ettiği hem Sünni siyasi İslam hem de Şii siyasi İslam’a yönelik algıları, hangisini tercih ettiğine ve iş birliği yapmaktan çekinmediğine, hangisini çıkarları için daha tehlikeli bulduğuna dair net bir tablo sunuyor.

Dahası, Donald Trump’ın 4 yıllık iktidarı boyunca bile, Amerikan yaklaşımı aslında sahada değişmedi. Keza iktidarı yeniden kazanmalarının ardından Demokratların pozisyonları da kökten değişmedi. Aksine, Demokratlar, halen İran’ın silah zoruyla, mezhepsel çekişmelerle ve geriye kırılgan kalıntıları kalan meşru yönetim kurumlarına karşı komplolarla yarattığı koşullarla bir arada yaşamaya hazırlar.

Bu noktada, gözlemcinin Malley’nin uyarılarına dair okumasının iyi niyetten yoksun olması gerekiyor. Çünkü Ortadoğu kökenli, bölgemizin meseleleri ve akımları konusunda derin deneyime sahip bu parlak politikacı ve akademisyen, neyi formüle ettiğini ve “şekillendirdiğini” çok iyi biliyor. Ortadoğu’nun çoğulculuğuna ve çeşitliliğine, İslami fraksiyonların eğilimlerine ve arka planlarına, radikal Arap eğilimlerine, doğuda İran’dan batıda Cezayir’e kadar Avrupa güçlerine karşı ulusal kurtuluş hareketlerine yeterince aşinadır. Soğuk Savaş iklimi ve bölgemiz, halkları, seçkinleri, sistemleri ve ideolojik eğilimleri üzerindeki yansımaları hakkındaki bilgisinden bahsetmiyorum bile.

Bu nedenle, kendime şunu söyleme izni veriyorum; Robert Malley ve yoldaşları, İran’ın nükleer yeteneği üzerinde “müzakere” sürecini ele aldıklarında, bölgesel askeri yeteneklerle bağlantılı derin siyasi sonuçlar üzerinde müzakere ettiklerini tam anlamıyla algılıyorlardı. Ayrıca nükleer silahların, onlara sahip olan ve onları stoklayan büyük nükleer güçler için bile kullanım için tasarlanmamış bir güç olduğunun farkındaydılar. Kanıtı da 1945’ten beri herhangi bir askeri çatışmada bu silahların test edilmemesidir. Ancak öte yandan nükleer silahlar caydırıcı, önleyici, şantajcı ve baskıcı bir ayrıcalıktır.

Binaenaleyh, Malley ve arkasındakiler, İran’ın nükleer silahının amacının, İran’ın bölgesel askeri, mezhebi ve yerleşmeci genişlemesine karşı çıkabileceklere karşı bir “tehdit” olduğunu önceden biliyorlar. Böylelikle, bir yandan Sünni siyasal İslam’ı temsil ettiğini iddia eden tekfirci terör örgütleri ve küçük toplulukların sponsorluğu yapılırken, diğer yandan uluslararası toplumun kabul ettiği ve boyun eğdiği bir “oldu bitti”ye ulaşılacağının farkındalar. Böylece Mollalar ve Devrim Muhafızları, terörle mücadelede uluslararası toplum için bir “ortak” hatta “müttefik” haline gelecekler.

Bu plan şimdiye kadar parlak bir başarı elde etti. Örneğin, -kimyasal silah ve varil bombaları katliamları, sistematik yerinden etmelerin ardından- esasında Suriye’nin felaketine müdahil olan bazı büyük güçlerin pozisyonlarının misyonu, DEAŞ ile mücadeleye evrilerek bununla sınırlı kaldı. DEAŞ aynı zamanda Tahran’ın Irak’ta geriye kalan meşruiyet üzerindeki baskıyı meşrulaştırması için acil bir gereklilik, Hizbullah’ın Lübnan’daki hakimiyetini kademeli olarak fiili bir işgale dönüştürmesinin gerekçesi haline de geldi.

Dahası Tahran ve Arapça yayın yapan medya araçları, 2011’den itibaren hepsini “Müslüman Kardeşler ayaklanmaları” olmakla suçlayarak bazı Arap halk ayaklanmalarını “şeytanlaştırmaya” çalıştı. Ama aynı Tahran, Müslüman Kardeşlerin Gazze Şeridi’ndeki kolunu destekliyordu.

Paris ve Londra’dakiler dahil olmak üzere Ortadoğu uzmanları bu gerçeğin çok iyi farkındalar. Nitekim dün, İngiliz hükümeti, Hamas Hareketinin siyasi kanadını “terör örgütleri” listesine ekleyerek önemli bir adım attı. Bugüne kadar bu tanımlama, Hamas’ın askeri kanadıyla sınırlıydı. Söz konusu adım İngiltere İçişleri Bakanı Priti Patel’in Washington ziyaretiyle aynı zamana denk geldi. Viyana müzakerelerinin hassas bir aşamasında atılan bu adımla, Hamas’a ilişkin İngiliz ve Amerikan tutumları uyumlu hale geldi.

Öte yandan şunu sorgulayanlar da var; Londra’nın Hamas’a yönelik yeni tutumunun amacı, Gazze’ye hakim olan Hareket’in en büyük sponsoru olan Tahran üzerindeki baskıya katkıda bulunmak ise, İngiltere’nin gelecekte Hizbullah’a yönelik tutumu ne olacak? Londra’nın bu konudaki tutumu da Washington’un tutumuyla uyumluydu. İngiltere ilk önce Hizbullah’ın sivil ve askeri kanatları arasındaki mevcut ayrımı iptal etti, daha sonra da Hizbullah’ı bir bütün olarak terör örgütü addeden Amerikan tutumuna katıldı. Dün, koşulların güven verici olmadığı gerekçesiyle vatandaşlarına bu dönemde zorunlu durumlar dışında Lübnan’a seyahat etmemeleri uyarısında bulunma kararının ardından İngiltere, tutumunu daha da sertleştirmiş oldu.

Bu, havuç sevmeyen bölgesel bir güce karşı kullanılan havuç ve sopa arasında bir yarıştır

İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı Şarkulavsat

İlgili Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir