Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyelik başvurusunu yaptığı 1959’dan bu yana 62 yıl geçti. Menderes hükümetinin başvurusu, özellikle Turgut Özal’lı yıllar ve sonrasında gelen birçok Türk hükümetinin gösterdiği çaba, Türkiye’nin AB’ye tam entegrasyonu konusunda henüz sonuç vermiş değil.
2004’te başlayan tam üyelik müzakereleri, 15 Temmuz 2016’da gerçekleşen darbe girişimi sonrası adeta buzluğa kaldırılmış durumda. Demokrasisi büyük badireler atlatmış Türkiye, son 5 yıldır buzların çözülmesi için yoğun çaba sarf ediyor.
Son olarak Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen ile yaptığı görüşmede, Türkiye’nin geleceğini Avrupa’da gördüğünün altını çizmesi, önemli bir adım olarak değerlendiriliyor.
AB tarafı ise son 4 yıldır İngiltere’nin Brexit ile Birlik’ten ayrılma süreci ve mülteci krizinin gölgesinde geleceğini arıyor.
Yeniden normale dönmeye çalışılan Türkiye-AB ilişkilerini, AB ve Balkanlar uzmanı olan Kocaeli Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi (İİBF) Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanı Prof. Dr. İrfan Kaya Ülger’e sorduk.
“Türkiye, ne kadar pahalıya mal olursa olsun Kıbrıs davasını destekledi”
Türkiye-AB ilişkilerinde 3 Ekim 2005’te tam üyelik müzakerelerine geçiş önemli bir adımdı. Öncesinde Gümrük Birliği ve benzeri süreçler yaşanmıştı. Bizim, AB ile olan ilişkilerimiz 60 yılı geçti ama bir türlü neticeye ulaşamıyoruz. Son durumu anlatır mısınız?
Türkiye ile AB arasında tam üyelik müzakereleri aday ilan edilmesinin ardından 5. senede gerçekleşti. Türkiye, Aralık 1999’da Helsinki zirvesinde AB’ye aday ilan edilmişti. O tarihte başbakanlık görevini üstlenen Bülent Ecevit, “Ön koşul kabul etmeyeceğiz.” demişti fakat daha sonra müzakerelere başlamak için Türkiye’nin Kıbrıs’ta yapıcı bir çizgi ve politika lehine tavır koyması talep edildi.
Müzakerelerde hukuken de jure olarak müzakereler devam ediyor fakat fiilen de facto olarak müzakereler aslında durmuş vaziyette.
Ege’deki Yunanistan’la anlaşmazlıkların da 5 yılda çözüme kavuşturulamaması halinde Uluslararası Adalet Divanına götürülmesi teklifini, Türkiye zımnen kabul etmiş oldu. Fakat sonraki zamanlarda Yunanistan’ın bu yönde bir girişim başlatmadığını görüyoruz ve müzakereler, 3 Ekim 2005’te başladı. AK Parti hükümetinin işte o tarih itibarıyla 3. yılında müzakereler başladı.
Tabii ilk 1 yıl tarama süreciyle geçti. Türk hukuku, Türk mevzuatı AB’nin “Acquis Communautaire” dediğimiz müktesebatıyla hangi oranda uyumlu, bunun tespiti yapıldı ve sonra müzakere başlıkları konusu gündeme geldi. O zamana kadar Türkiye’de kamuoyu, çok güçlü şekilde AB’ye katılma yönünde olumlu beklentiler içerisindeydi. Bunun hemen 1-2 yılda müzakerelerin başlamasından sonra kırıldığına tanık olduk.
Türkiye 2006’da ilk sürprizle karşılaştı ve ilk protokolün Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne (GKRY) teşmil edilmesi konusunda, Türkiye ile AB arasındaki anlaşmazlık bahane gösterilerek, 2006’da 35 müzakere başlığının 8’i AB Bakanlar Konseyince bloke edildi. Ardından (Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas) Sarkozy döneminde 5 müzakere başlığının daha blokaja takıldığını görüyoruz ve 2009’da GKRY, 6 müzakere başlığını engelledi.
Sarkozy’den sonra Fransa’da François Hollande cumhurbaşkanlığı görevine geldi. O dönemde Fransa, blokajları gevşetti. Şu an itibarıyla müzakere çerçeve belgesinde öngörülen 35 müzakere başlığından 16’sını açmış durumdayız. 14’ü halen bloke vaziyette. En son başlığı 2016’da açtık ve o günden bugüne yeni bir başlık açılmadı. Vaziyet şudur; müzakerelerde hukuken de jure olarak müzakereler devam ediyor fakat fiilen de facto olarak müzakereler aslında durmuş vaziyette.
Çok iyi bir tanımlama yaptınız. Hukuken devam ediyor ama fiilen durmuş vaziyette. Bu durgunluğu da toplumun tüm kesimleri hissediyor. Birtakım görüşmeler, ziyaretler oluyor ama 2016’dan bu yana hiçbir hareket yok. Bu donmanın temel sebebi nedir sizce?
Aslında belki daha geçmişe gitmek lazım. Müzakere Çerçeve Belgesi’ne bakmak lazım, yani müzakereler nasıl yürütülecek? Bu konuda 3 Ekim 2005’te böyle yolda kılavuzluk niteliği taşıyan Müzakere Çerçeve Belgesi’ne baktığımızda, aslında biraz teknik yapısı, gerçekçi bir bakış açısıyla incelediğinizde söz konusu çerçeve belgesiyle tam üyelik mümkün olmaz sonucu çıkarılabilir. Çünkü pek çok AB zirvesinde, Türkiye’ye karşı hiçbir ayrım yapılmayacağı, diğerlerinin (eski Varşova Paktı, Sovyet ardılı, eski Yugoslavya ardılı Doğu blokunun) AB’ye katılması aşamasında onlar hangi koşullara tabi olmuşsa, Türkiye de aynı koşullara tabi olacak şekilde taahhütler yapıldı. Fakat pratikte bunun sorunlarla karşılaştığını ve pratiğe yansıtılmadığını görüyoruz.
Bunun bir örneği de Müzakere Çerçeve Belgesi. Çünkü diğer ülkelerde yapılan müzakerelerde, müzakerelerin açılması esnasında ve bir de kapanması esnasında bir oylama yapılıyordu. Oysa Müzakere Çerçeve Belgesine göre, Türkiye’de her bir müzakere başlığının açılması aşamasında oy birliği, konsensüs ve yine kapanması aşamasında aynı şekilde konsensüs isteniyor. Bu durumun bizi en başta zora sokacağı belli idi ve nitekim bunun yansımalarını daha sonraki aşamalarda da gördük.
Temel sebep aslında, en önemli sebeplerden birisi, Kıbrıs meselesi. Şimdi Kıbrıs’a böyle pozitif ve negatif yönden bakabiliriz. Bir taraftan 1974’te Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahale etmesi, garantörlük haklarının bir sonucu. 1959-60 Londra, Zürih müzakereleri çerçevesinde ortaya çıkan temel metinlerin doğal bir sonucu. Bir taraftan Türkiye hak ve çıkarlarını korudu. Kıbrıs’taki soydaşlarının hak ve çıkarlarını korumak için buraya müdahale etti. Bunun çok ağır faturasıyla karşılaştı. O dönemde işte Doğu bloku, Batı bloku, bağlantısız ülkeler, Arap dünyası, İslam dünyası hepsi Türkiye’nin müdahalesine karşı çıktı ve bu çerçevede Türkiye, diplomasinin inceliklerine vakıf oldu ve ne kadar pahalıya mal olursa olsun Kıbrıs davasını destekledi, desteklemeye devam etti.
Şimdi burada AB sürecinde, Kıbrıs sorununun tekrar karşımıza çıktığını görüyoruz. İşte bu 8 müzakere başlığının engellenmesinin sebebi, ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ ismini itirazi bir kayıtla, bir çekinceyle kabul ettik. Buradaki Kıbrıs Cumhuriyeti’nden biz, ‘Ada’nın güneyindeki Kıbrıs Rum Yönetimi’ni anlıyoruz’ diye bir kayıt koyduk ve temel mesele, temel ihtilaf buradan çıktı. 8 müzakere başlığının bloke edilmesinin sebebi bu. Sonraki zamanlarda da Avrupalıların, Türkiye konusunda müzakerelerin başlatılması konusunda böyle zor karar verdiklerini gösteren işaretler ortaya çıktı. Bir taraftan müzakerelerin başlanması isteniyor, öbür taraftan da onun sonuçlanması ve nihai hedefine gitmesi engelleniyor. Avrupa aslında müzakereleri başlatmakla, Türkiye’yi Batı kontrollü denetimi altında olan bir devlet konumunda tutmak istedi ve buna muvaffak oldu. Bu Müzakere Çerçeve Belgesi’nde zaten tam üyelik hedefinin gerçekleşme ihtimali düşüktü. Bunun belki zamanla revize ettirilmesi ve tartışmaya açılması gerekebilirdi. Avrupa’nın karşı karşıya kaldığı sorunlar ve uluslararası siyasi sistemdeki gelişmeler, tüm bunları engellemiştir.
“Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesine Arap ülkeleri de karşı çıktı” dediniz herhalde tamamı değil, bazı Arap ülkelerini kastediyorsunuz? Çünkü Libya’nın o dönem destek verdiği biliniyor.”
Şu anlamda söyledim; Kıbrıs Cumhuriyeti, Bağlantısızlar Hareketi Bandung Konferansı ile kurulan Doğu ve Batı blokunun dışında Bağlantısızlar Hareketi’nin bir üyesiydi. Arap coğrafyasındaki ülkelerin büyükçe bir kısmı da bu harekete üyeydi. Bağlantısızlar da o tarihlerde açıklamalar yaptı. Tabii Libya gibi münferit örnekler var. Türkiye, o tarihlerde Arap dünyasına, Orta Doğu’ya, İslam dünyasına daha mesafeli davranıyordu. Sonradan 1980’den sonra bu coğrafyaya yönelik açılımlar da yaptı. O tarihte, sizin bahsettiğiniz gibi, hem Doğu bloku hem Batı bloku hem bağlantısız ülkeler karşı çıktı. Libya gibi istisna Türkiye’yi destekleyen ülkeler de oldu.
“Türkiye’de AB konusunda 2 bakış açısı var”
Hocam tam üyelik müzakereleri meselesi, bizim toplumumuzda da AB’ye bahsettiğiniz gibi 2000’li yıllarda bir umut olarak başlamıştı. 2005’te ortam da çok iyiydi ama şu an geldiğimiz noktada, tam üyelik müzakereleri konusunda pek inanç kalmış gibi görünmüyor. Siz nasıl görüyorsunuz bu konuyu? Burada bahsettiğiniz gibi Avrupa’nın kendi iç sorunları, uluslararası konjonktür, tam üyelik rasyonel bir hedef mi yoksa daha önce Sarkozy’nin imtiyazlı ortaklık açıklaması vardı. Türkiye, tam üye olabilecek mi gerçekten? Siz, Avrupa’nın reflekslerini göz önüne aldığınızda ne görüyorsunuz, yoksa boşa mı kürek çekiyoruz?
Tabii AB, yakın zamana kadar belli bir cazibe merkezi işlevi görüyordu. Artık AB’nin gelecek perspektifi belirsiz hale geldiği için AB ülkelerinde bile bir negatif bakış açısı söz konusu. Şimdi Türkiye’de AB konusunda 2 bakış açısı var. Biri, AB’ye katılacağız tüm sorunlarımız çözülecek ve Batı’nın ileri ülkeleri seviyesine AB’ye katılmakla ulaşmış olacağız. İkincisi de AB’nin böyle sömürgecilerin, emperyalizmin yeni versiyonu olarak gören bir bakış açısı. Yahut dünyanın pek çok yerini eskiden yağmalayan ve oralarda emperyalizm uygulayanların olduğu yeni bir yönetim biçimi şeklinde ideolojik değerlendirmeler. Doğrusu gerçeği böyle tespit etmeye çalışıyoruz.
Türkiye’nin AB’ye katılma yönünde iradesi, bana göre doğru bir karar. Neticede birdenbire şekillenmedi, bunun arka plan bilgileri var çünkü 90 yıllık Cumhuriyet tarihine baktığımızda, işte bugün itibarıyla 97. yılı geride bıraktık. Türkiye, kendi başına çağdaş normlara ulaşmada zorlanıyor ve gecikmeler yaşıyor. Türkiye’nin çok partili hayata geçmesi de Batı baskısıyla olmuştur. 1946’da Avrupa Konseyinin kuruluş hazırlıklarının yapıldığı dönemde, Türkiye’ye “bu oluşumda yer almak istiyorsanız çok partili hayata geçmeniz gerekiyor” şeklinde empoze yapılmıştır. Ve o tarihte yeni bir siyasi parti kurulması halinde macerayla karşılaşabileceğini düşünenler, parti kurmamışlardır ve CHP içinden 4 milletvekili ile Demokrat Parti kuruldu. O tarafı biraz iç siyasi gelişmelere ilişkin bir konu fakat çok partili hayata geçişimizi Avrupa Konseyi örgütünün yaptığı baskı sağlamıştır.
Şimdi Türkiye’nin demokratikleşmesi, temel hak ve özgürlükler bakımından belli bir seviyeye gelmesi, Türkiye’nin iktisadi bakımdan kalkınması için mevzuatını çağdaş seviyeye ulaştırmasında da AB’nin olağanüstü ölçüde katkısı olmuştur. Mesela, Gümrük Birliği’nin kurulması öncesinde 1 Ocak 1996, Türkiye’ye gelen yabancı sermaye yatırımlarının yıllık miktarı 1 milyar doların altındadır. Gümrük Birliği’nden sonra bunun hızlı şekilde yükseldiğine tanık oluyoruz. Tam üyelik müzakereleri öncesinde de bu trend devam etmiştir; Türkiye, “aday ülke” ilan edildikten sonra ve müteakiben aday ilan edilmesiyle artmıştır ve Türkiye’de o dönemlerde fert başına gelir 2-3 bin dolar iken birden 10 bin dolar seviyelerine çıkmıştır. Son dönemlerde biraz azalmış olsa da Türkiye, orta gelir kuşağını yukarıya doğru kırma trendine girmiştir. İçinde bulunduğumuz dönemlerde biraz aşağı biraz yukarı gidiyor. Buralarda AB’nin katkısı yadsınamaz vaziyette.
Yine Türkiye’de hukuk mevzuatı, Avrupa ülkeleri seviyesine ulaşmıştır. Müzakereler, bu işin teknik boyutunu oluşturuyor. Müzakerelerin öncesinde de Türkiye Katılım Ortaklığı Belgesi ile taahhüt altına girdiği yükümlülükleri, ulusal programlarla uygulamaya aktarmıştır. Aslında bugün, Türkiye’deki tüm kamu kurumlarında, belediyelerde AB daireleri, AB başkanlıkları, AB uyum ofisleri vardır. Türkiye, kelimenin tam anlamıyla AB sürecinde bir transformasyon ve değişim yaşamıştır. Türkiye’de askeri vesayet bitmiştir. NATO ülkelerinde İtalya’da nasılsa, Fransa’da nasılsa o seviyeye gelmiştir. Bir darbe tehdidi, teknik olarak buna yol açabilecek hukuki bakımdan bir mevzuat değişikliği yoluyla o yol kapatılmıştır.
Burada AB sürecinin katkısı yadsınmaz ama öte taraftan 2006’da müzakere başlıklarının bloke edilmesinden sonra da Türkiye’de AB’ye duyulan kuşkunun arttığına tanık oluyoruz ve “Türkiye’nin oyalandığı, aslında AB’ye alınmak istenmediği” şeklinde kamuoyunda güçlü bir eğilim ortaya çıktı. Bunun gerçeklik temelleri var mı yok mu diye karşı tarafa gidip baktığımızda, AB tarafında da aslında Türkiye konusunda bir müphemiyet, belirsizlik ortaya çıktığı görülüyor. Bu sadece Türkiye’yle bağlantılı bir konu değil.
AB’nin geleceği konusunda da aslında bütünleşmenin bundan sonra ne tarafa gitmesi gerektiği konusunda da üye devletler arasında da görüş ayrılıkları var. Şimdi Avrupa’nın iç sorunlarına baktığımızda 2004-2005 itibarıyla o zamana kadar yükselen trendin, bu tarihte duraklamaya girdiğini görüyoruz. Sebepleri pek çok, belki bir düzineye yakın. Birkaç tanesini söylemek gerekirse, büyük bölümü eski doğu bloku ülkelerinden oluşan ülkeler içeri alındı, 12 tane. Bunların içerisinde hür dünyadan sadece GKRY ve Malta var. Diğerlerin hepsi ya Varşova Paktı ya Sovyetler Birliği veya eski Yugoslavya ardılı devletler. Bunların AB’de absorbe edilmesi, uyumlaştırılması oradaki refah toplumu göstergelerini aşağıya çekti. Sebeplerden biri bu.
İkincisi, tabii bir taraftan Avrupa birleşiyor. 45’lerde ayrılan demir perde ortadan kalkıyor. Siyasi bakımdan tamam fakat iktisadi bakımdan bunun yansımaları, Avrupa’da ortalama refahı düşürdü. Avrupalılar tek devlete gitmek istiyorlardı. Bu, Avrupa Birleşik Devletleri mi yoksa Avrupa Federasyonu mu olacak, bu konuda kendi aralarında uzun müzakerelerden sonra tedricen federasyona gitme eğilimi baskın çıktı. Bunun için 2002’de bir konvansiyon kurucu meclis toplandı ve Avrupa anayasasını hazırladı. Bu anayasayı, Fransa ve Hollanda 2005’te reddetti. Şimdi gelecek perspektifi böyle belirsiz hale geldi anayasanın reddedilmesiyle.
Üçüncü sebep, Avrupa ülkelerinde daha önceden marjinal konumda olan, sınırlı biçimde destek bulan aşırı milliyetçi yabancı düşmanı zenofobik, İslamofobik siyasi akımlar güçlenmeye başladı ve bunların seçimlerde kamuoyu desteği daha önce 3-5 puanlarda seyrederken, birtakım ülkelerde ana muhalefet partisi haline geldiler ve Avrupa’da esas gövdeyi oluşturan sosyal demokrat partiler, Hristiyan demokrat partiler desteği kaybetmemek için bu söylemleri kendileri de telaffuz etmeye başladı.
Avrupa’da içinde bulunduğumuz son 10-15 yılda marjinal eğilimlerin, marjinal siyasi hiziplerin güçlendiğine tanık olduk. Bunlar, Avrupa Parlamentosu seçimlerinde 2014’te ve 2019’da parlamento içerisinde de temsil edildi. Bu da gelecek perspektifi bakımından bir olumsuzluk ortaya çıkarttı. Bunu destekleyen bir başka gelişme, Arap Baharı sonrasında pek çok yerden Avrupa’ya mülteciler ulaştı. Türkiye üzerinden Ege adalarından, İtalya’dan ve İspanya üzerinden. Avrupa’da yabancıların görünürlükleri arttı. Bir de Avrupa ülkelerinde mesela İngiltere’de, İngiliz uluslar topluluğu, Fransa’da Frankofon ülkeler, Almanya’da Türkler gibi zaten eskiden beri var olan azınlıklara ilave olarak bu yeni Arap Baharı sonrasında mülteci akını, Türkiye’ye karşı bakışı ve genel olarak içe kapanma eğilimlerini etkiledi.
Türkiye’ye negatif bakış güçlendi ve yabancılara karşı her ne kadar hukuki bakımdan sorun olsa da negatif bakış öne çıkmaya başladı. Çünkü hukuk diyor ki; ayrım yapmayacaksın. Neye göre? Irka, dine, dile, mezhebe göre. Fakat fiiliyatta ise Avrupa vatandaşı olan, Fransa vatandaşı olan, orada doğup büyüyen ama rengi bir şekilde eski sömürgeden geldiği için siyahi olanlara karşı ayırım yapıldı. İşte Fransa, daha pek çok ülkede İngiltere’de, Hollanda’da buna tanık oluyoruz.
Bir başka gelişme, Avrupa içerisinde bütünleşmenin nereye gideceği konusundaki görüş ayrılıkları giderilemedi ve bütünleşmeyi frenlediği ithamıyla, suçlamasıyla karşı karşıya kalan İngiltere, popülist bir söylemin peşinden giderek 23 Haziran 2016’da referandum yaptı. Brexit referandumunda yüzde 51,9’la İngiltere ayrılmaya karar verdi. Ayrılma müzakereleri 2 yıl sürdü. Ayrılma anlaşmasının onaylamasında İngiltere’de 3 hükümet değişti. İngiltere, hukuken AB’den ayrıldı. Gelecek konusunda da böyle negatif bir perspektif var. İngiltere’yi başka ülkelerin takip etme ihtimalleri düşük olsa da var. İşte tüm bu konjonktür ve koşullar içerisinde içeriye katılan 12 ülke kadar coğrafi ve nüfus gücü olan Türkiye’nin AB’ye katılması ve bu konuda Avrupalarla bir konsensüs sağlanmasının güçlükleri var. Stratejik bakanlar, Türkiye’nin AB’ye katılması halinde AB’nin siyasi bakımdan güçleneceğini düşünenler, diğerlerini ikna edemiyor.
“Türkiye, içeri katılmak için yapılması gereken her şeyi fazlasıyla yaptı”
Farklılaşan Avrupa’da Türkiye güçlü bir biçimde yerini alacaktır.
Bunların sayısı az mı yoksa özgün ağırlıkları mı yetersiz?
Avrupa’da aslında AB’de, 1990’a kadar patron yani bütünleşme hareketinin patronu Fransa’ydı. 90’da iki Almanya’nın birleşmesinden sonra Almanya’nın öne geçtiğini, dominant pozisyona ulaştığını görüyoruz ve Almanya, AB adına dış dünyada çıkarları da koruyor. Şimdi Almanya’da da (Eski Şansölye Gerhard) Schröder döneminde, Türkiye’nin katılmasını isteyen siyasi bir irade vardı. İçinde bulunduğumuz dönemde, (Şansölye Angela) Merkel iktidarının ilk yıllarında, Türkiye’ye tepki ortaya çıktı ama daha sonraki zamanlarda biraz daha AB’nin çıkarları çerçevesinde Türkiye’yle ilişkilerin sağlıklı şekilde yürütülmesi, yönlendirilmesi görüşü ağır bastı.
Türkiye konusunda Avrupa tam ikiye bölünmüş vaziyette. İşte en çok Avrupa içerisinde Türkiye’yi destekleyen ülkeler ki bunların başında İngiltere geliyor, o dışarda kaldı. İşte İspanya, İtalya, Malta gibi ülkeler. En çok karşı çıkanlar da Avusturya, Fransa gibi ülkeler. Bunların yanında diğerleri zaman zaman farklı kombinasyonlar ortaya koyabiliyor. Avrupa’da Türkiye konusunda bir görüş birliği sağlanabilmiş değil, bunu söyleyebiliriz. Ayrıca bunu sağlamış olsalar iş çok daha kolaylaşacak fakat sorun, tek bununla da bitmiyor. AB’ye Türkiye katıldığında mesela bir kaygı var; ‘Türkiye kanalıyla çok sayıda Orta Doğu’dan Avrupa’ya göç olacağı şeklinde, Orta Doğu’nun sorunlarının Avrupa’ya taşınacağı’ şeklinde kaygı var. Bunların gerçek olması gerekmiyor fakat bunlar Türkiye-AB ilişkilerine karşı çıkanlar tarafından güçlü biçimde kullanılıyor.
9 Ocak’ta Cumhurbaşkanı Erdoğan, AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen ile video konferans görüşmesi yaptı ve orada altını çizerek, Türkiye’nin yerinin Avrupa olduğunu bir kez daha ifade etti. Yine ocak sonlarına doğru Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun Brüksel’de temasları vardı ve o da AB Dışişleri ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi Josef Borrell ile görüşmesinde olumlu mesajlar verdi. Bu görüşmeler her ne kadar AB’nin kafa karışıklığının giderilmesi için yapılsa da karşı taraftaki endişeler bir türlü bitmiyor. Sizce bütün bu olumlu atmosfer, yakın vadede sorunları çözülebilecek mi?
Aslında Türkiye, AB’ye 2004’te katılan 10 ülke, 2007’de katılan Bulgaristan, Romanya, 2013’te katılan Hırvatistan, bu ülkelerin AB’ye katılma esnasında “Acquis Communautaire” dediğimiz AB müktesebatını yerine getirme yükümlülüğünü bugün itibarıyla fazlasıyla yapmış durumda. Mevzuat uyumu anlamında Türkiye, Gümrük Birliği’nden bu zamana kadar devasa mesafe katetti. Bunun olumlu yansımalarını da bazı sektörlerde gördük. Tabii bazı sektörlerde, Türkiye’nin yaşadığı iç sorunlar nedeniyle geriye gitmeler oldu. 2016’da darbe teşebbüsü oldu. Bu teşebbüsün ardından devlete karşı isyanla mücadele için özüne dokunulmadan olağanüstü hal koşullarında bazı özgürlükler sınırlandırıldı. Buna, Avrupa’nın eleştirilerine tanık oluyoruz. Bunlar belki de hayati ehemmiyet taşımayan ve aşılması kolay olan konular. Türkiye, içeri katılmak için yapılması gereken her şeyi fazlasıyla yaptı, Türkiye-AB ilişkiler konusunda önümüzde üç seçenek var.
Birincisi; Avrupa’nın tırnak içinde “imana gelmesi”. “Türkiye’ye çok haksızlık yapıldı” diye olumlu bir tavır, tutum, irade ortaya koyması ve kısa sürede geriye kalan başlıkların tamamlanması. Avrupa böyle bir irade ortaya koyarsa hemen iki yılda Türkiye’nin AB’ye katılması işten bile değil. Her sektör, kelimenin tam anlamıyla uygulamada hazır, tabii eksiklikler de pek çok noktada var. Onlar hızlı şekilde ortadan kaldırılabilir. Birinci seçenek bu fakat bunun olağan koşullarda böyle gerçekleşme ihtimali çok düşük gözüküyor. Olağanüstü bir uluslararası gelişme olursa ancak Avrupa, Türkiye konusunda negatif bakışını değiştirirse o zaman mümkün olabilecek.
İkinci seçenek, Türkiye’de “Avrasyacı” olarak kendini tanımlayanların gündeme getirdiği görüş, “Avrupa ile bütün bağlantılarımızı koparalım ve Rusya, Çin ve İran’la Türkiye, bir Avrasya devleti olarak doğuya açılsın.” Bu da çok hayatın gerçekleriyle çok örtüşmüyor ve geniş kitleler tarafından zaman zaman dile getiriliyor, değişik versiyonları ile benimseniyor olsa bile bu da bir diğer ekstrem görüş olarak karşımıza çıkıyor.
Üçüncü seçenek de AB ile ilişkilerin bu zamana kadar olan geçmişini de dikkate alarak yeniden tanımlanması. İşte bu noktada Avrupa’nın ve Türkiye’nin uluslararası toplumun gelişmeleri önem taşıyor. Benim kanaatime göre, bu saatten sonra Türkiye’nin AB’ye katılması veya dışarda kalması çok da fazla bir şey değiştirmeyecek çünkü dışardan bile biz Türkiye olarak, AB standartlarını birtakım alanlarda geriye gitmiş olmamıza rağmen yakalamış durumdayız, yakalayabiliyoruz. Mesela tek paraya geçme kriterlerini dış borcun gayri safi milli hasılaya oranı, azami olarak yüzde 60 olacak. Mesela biz çok iyi durumdaydık hatta Avrupa para birliği içindeki ülkelerden bile iyi durumdaydık. Daha sonra Suriye’deki çatışmalar, terör, tedhiş olayları, darbe teşebbüsü gibi meseleler, ekonomik sıkıntılar birtakım konularda bizim AB’ye uyum bakımından sağladığımız mesafenin geriye gitmesine yol açtı.
Şunu söylemek istiyorum; bundan sonra Avrupa’yla yapılması gereken ilişkileri yeniden tanımlamaktır. Benim tahminime göre, tam üyeliğin türevi niteliğinde 2004’te EFTA ülkeleri ile (Avrupa Serbest Ticaret Birliği) AB arasında imzalanan Avrupa Ekonomik Alanı anlaşması var. İşte o anlaşmadaki hükümlerin bir benzerinin Türkiye bakımından da yürürlüğe girmesi şeklinde. Burada dört özgürlük var. Mesela Avrupa’yla bizim ilişkilerimiz sadece Gümrük Birliği çerçevesinde sınırlı ölçüde, gümrük birliği şeklinde. Mallar sınırda serbest dolaşıyor, oysa dört özgürlükte mallara ilave olarak hizmetler, kişiler ve sermaye de serbest dolaşıyor. Bir de AB’nin böyle dış dünyadaki faaliyetleri, ortak dış güvenlik politikası şemsiyesi altında yürüttüğü faaliyetlere biz zaten NATO üyesi olduğumuz için onların o faaliyetlerine muvafakat vermemizi öngören 2002’de bir düzenleme yapıldı. O boyutuyla da AB’nin faaliyetlerine dışarıdan katılabiliyoruz.
Benim tahminime göre, bundan sonra, bu ne zaman olacak bilmiyorum ama önümüzdeki dönemde, en güçlü ihtimal ilişkileri yeniden tanımlama şeklinde olacak. Bunun adının “imtiyazlı ortaklık” veya başka bir şey olması gerekmiyor. Bir de Avrupa’nın kendi içinde şunu da görmemiz lazım; Avrupa artık tek tip bütünleşmeden uzaklaşmış durumda. Bir bakış açısına göre, merkezi ve çevre ülkeler gibi bir sınıflandırma var. Bir başka bakış açısına göre, hangi Avrupa diye sormak lazım çünkü birbirinden çok farklı katmanlaşmış bir Avrupa’yla karşı karşıyayız. Mesela, AB ülkelerinden bazıları NATO ülkesi ve bunların bazıları NATO ülkesi değil. Bir kısmı askeri iş birliğine sıcak bakıyor bir kısmı negatif bakıyor. 27 ülkenin 19’u avro kullanıyor. Eurozone’da, Euro Bölgesi’nde. Bazıları onun dışında ve kendi ulusal paralarını kullanıyor. Schengen sistemi var. AB üyelerinin dışında EFTA üyelerini de içeriyor bu sınır kontrollerinin kaldırıldığı sistem. Dışarıdan baktığımızda yeknesak tek tip bir Avrupa da yok aslında. Bu anlamda biz zaten Avrupa’nın içindeyiz.
İç içe geçen halka şeklinde düşünün, en dış halkada Türkiye var. Biraz daha en dıştan içeriye doğru ikinci halkaya ve öbür taraflara gitme ihtimali seçeneği önümüzdeki dönemde ortaya çıkabilir. Avrupa’nın da bir transformasyon ve değişim yaşadığını görmemiz lazım. Eğer pandemi olmasaydı 2020’de AB üyesi devletler ve AB organları, Avrupa’nın Geleceği Konferansı’nı toplayacaklardı ve burada bütünleşme nereye gidiyor, bundan sonra ne yapmamız lazım, dış politikada, iç politikada, komşularla ilişkilerde, Türkiye konusunda, Batı Balkanlar konusunda bunu konuşmaları için bir kurgu yapılmıştı. Avrupa yeknesak tek tip bir Avrupa değil. Artık kendi içinde farklılaşan bir Avrupa var ve bu farklılaşan Avrupa’da da yeni tanım yapılmak suretiyle Türkiye güçlü bir biçimde yerini alacaktır. Ben buna inanıyorum.
“Türkiye, İngiltere’nin yerini alabilecek bir ülke”
Hocam, “İlişkilerin yeniden tanımlanması” kavramı bence çok doğru bir tanımlama oldu. Yıllardır tam üyelik için koşturuyoruz hem karşı taraf hem biz bu konuda bazı adımlar atıyoruz ama bizde de karşı tarafta da ne olacağına dair bir bilinmezlik var. Belki bizdeki durum daha net. Bahsettiğiniz gibi kriterlerin yerine getirme konusunda 2004’te üye olan ülkelere nazaran çok daha iyi durumdayız ancak Avrupa’nın endişesi bir türlü geçmiyor. Bu çerçevede baktığınızda, Türk halkının nasıl bir ruh hali içerisinde olmasını önerirsiniz? Hayal kırıklığı mı yaşamalıyız yoksa daha rasyonel mi bakmamız lazım? Vatandaş sizce nasıl bakmalı bu konuya?
Gelgit şeklinde. “Aslında belli dönemlerde Avrupa’ya katılacağız, tüm sorunlarımız çözümlenecek” şeklinde iyimser bakış açısı güçlüyken, belli dönemlerde tam tersi negatif, pesimist, kötümser bakış açısı güçlü oluyor. Aslında bu, Türkiye ile sınırlı da değil. Avrupa’nın içerisinde de AB genelinde de AB’nin geleceği konusunda belli dönemlerde negatif görüşlerin güçlendiğini görüyoruz. AB’ye bakış açımızda perspektif olması açısından şunu konuşabiliriz; AB nedir aslında? Bir ütopyanın, bir hayalin, bir projenin pratiğe aktarılması. Tarih boyunca Avrupa’da devlet adamları, din adamları, generaller, filozoflar “bir araya gelelim, hepimiz Hristiyanız, hepimiz bir kolektif yapı kuralım” diye bu kategori görüşleri dile getirdi fakat 2. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan konjonktüre kadar bunu pratiğe aktarmak mümkün olmadı.
AB aslında bir ütopyanın pratiğe aktarılması. Tıpkı Türk Birliği; Turan gibi tıpkı “İslam Birliği’ni kuralım, yahut İsrail’in projesi var; Arz-ı Mevud, Yunanistan’ın ütopik bir projesi var; Megali İdea, Sırpların bir projesi var; bütün eski Yugoslavya üzerinde büyük Sırbistan” gibi. Şimdi de “bu Batı’nın birliği, bizim burada ne işimiz var” diye bakabiliriz. Bu okuma çok normal fakat biz öte taraftan Batı’nın da bir parçasıyız. Sadece Osmanlı döneminde değil daha önceki zamanlarda da mesela Macaristan diye bir devlet var. Nedir bunun İngilizcesini bakıyorsunuz Hungary. Yani Hunlardan geliyor değil mi? Hunların ülkesi. Avrupa’nın tarihinde biz de varız ve Avrupa entegrasyonu içerisinde bu bakış açısıyla Türkiye’nin yer alması da yanlış bir şey değil.
AB içerisinde Türkiye yer aldığı takdirde mevcut dinamizmiyle, nüfus potansiyeliyle, girişimciliğiyle hızlı şekilde Avrupa’da tam üye olarak katılması mümkün olursa, İngiltere’nin bıraktığı boşluğu doldurabilecek potansiyele sahip bir ülke, İngiltere’nin yerini alabilecek bir ülke. İdeolojik bakış açılarının daha çok hayatın gerçekleriyle örtüşmediği kanaatindeyim. Tercih olarak doğru tabii ki. Osmanlı’nın son döneminde başlayan arayışın bir uzantısı. Neden küffar karşısında biz yeniliyoruz, biz kılıçları çekmişken adam hiç bize yaklaşmadan çok uzaktan ateşli silahlarla bizi perişan ediyor. Nerede hata yaptık? Bu arayışın Cumhuriyet döneminin başında reformlar yapılmak suretiyle adaptasyonu yeni koşullara uyarlanması.
Türkiye hem bir İslam ülkesi hem bir Akdeniz ülkesi hem bir Karadeniz ülkesi ama aynı zamanda da bir Avrupa ülkesi ve Batı içerisinde ne derece yer alacağını kendi tercihleriyle belirleyecek bir ülke ve bu tercihleriyle 1959’dan bu zamana kadar siyasi irade olarak ortaya koydu. 31 Temmuz 1959’da Adnan Menderes hükümeti döneminde Türkiye, AET’ye katılmak için başvuru yaptı. O zamandan bugüne iradesini koruyor. Konjonktüre, koşullara göre tam üyelik olur yahut bunun türevi olur, bunu Türkiye’deki siyasi irade, AB tarafı, müzakereleri neticesi bunun ne olacağını belirleyecektir. Ama önümüzdeki dönemde, Batı ile ilişkilerimizin şimdikinden çok daha ileri seviyede olması, Türkiye’nin de arzusu, Avrupa’da da realist bakanlar ve Avrupa’nın bir vizyonu olduğunu ileri süren siyasi akımlar, Türkiye’nin dışlanmasının Avrupa perspektifine zarar vereceği görüşünde. Önümüzdeki dönemde bunların netleşeceğini düşünüyoruz.
Şimdi hükümet, tabii ki 15 Temmuz sonrasında ortaya çıkan bu negatif imaj, Türkiye’de temel hak ve özgürlüklere karşı mesafeli bir yaklaşım ortaya çıktı. Bunlara saygı gösterilmiyor şeklindeki olumsuz imajı ortadan kaldırmak ve aslında Batı normlarının güçlü biçimde ayakta olduğunu, hukukumuzun bir parçası olduğunu göstermek için bir girişim ve atılım başlatıyor. Bence çok doğru bir çaba ve bunun Türkiye’ye karşı ön yargıların aşılmasına, kırılmasına katkı sağlayacağını düşünüyorum.
Son olarak AB’nin geleceğini nasıl görüyorsunuz? Pandemi olmasaydı Avrupa geleceğini oturup tartışacak, konuşacaktık. Bu noktada İngiltere’nin Brexit’le ayrılmasından sonra yeni ayrılmalar, yeni kopuşlar bekliyor musunuz? Önümüzdeki dönemde nasıl bir Avrupa tasavvur ediyorsunuz?
2018’de Komisyon bu konuda “AB’nin geleceği ne olacak?” diye bir rapor yayımladı ve 5 seçenek ortaya çıkardı. Aslında daha fazla seçenek var. İngiltere’nin ayrılması, Avrupa entegrasyonu bakımından bir başka bakış açısına göre doğru olmuş da olabilir. Çünkü İngiltere, bugüne kadar Avrupa entegrasyonun mesafe katetmesini hep engelliyordu, yavaşlatıyordu. Tabii ki çok büyük bir parça koptu. Mesela, AB’deki en yoksul 18 ülkenin gayrisafi milli hasıla toplamı kadar İngiltere’nin gayrisafi milli hasılası büyüklüğü. Ekonomik bakımdan baktığımızda çok büyük bir parçanın AB’den ayrıldığını görüyoruz ama öte taraftan da bugüne kadar bütünleşme hareketini yavaşlatan İngiltere’nin ayrılması, atılım yapma fırsatı verdi denilebilir. Şu an karşımızda AB’nin geleceği konusunda 6 seçenek var. Bunların belki bir kısmı ütopik, ayakları çok fazla yere basmıyor.
Hızlıca saymak gerekirse, hangisi bundan sonra Avrupa bütünleşmesini yönlendirecek diye bakmak gerekirse birinci seçenek, “Seçmeli Avrupa”. İngiltere’nin savunduğu görüştü bu. AB içerisine katılan devletler, hangi politikaları istiyorlarsa onlara dahil olsun ve sadece onlardan sorumlu olsun. AB’nin mevcut bütünleşmesini serbest ticaret bölgesi haline getirmeyi amaçlayan bir proje. Bunun olağan koşullarda gerçekleşme ihtimali düşük.
İkinci seçenek; “idealist bir düşünce.” Nasıl ki ABD’de 50 federe devlet var ve orada bir federal yapı var değil mi? Washington merkez. Dış politika ve savunma politikası Washington’dan yönetiliyor ama içeride 50 federe devlet var. Avrupa Birleşik Devletleri projesi, ikinci proje. Bu da aşırı ütopik bir proje.
Üçüncü seçenek, çok vitesli Avrupa seçeneği. Dördüncü seçenek, değişken geometrili Avrupa. Sonraki seçenek, iç içe geçen halkalar sistemi ve son seçenek de esnek bütünleşme şeklinde. Mevcut koşullarda fiili görünüm, değişken geometrili Avrupa’ya uyarlılık taşıyor. AB adı altında bir araya gelenler, tek tip, yeknesaklıktan uzaklaşmışlar, her birinin farklı angajmanları var. Benim tahminime göre, önümüzdeki dönemde Avrupa’da katmanlı, böyle iç içe geçen halkalar şeklinde entegrasyon olacak. Merkezde en ileri bütünleşme seviyesini sağlayan ülkeler, sert çekirdek olacak. Merkezin etrafında ikinci halkada ekonomik parasal bir Euro bölgesi, üçüncü halkada dört özgürlük bölgesi, dördüncü halkada da Gümrük Birliği bölgesi olacak. Gidişat bu tarafa doğru.
Türkiye, şu anda dördüncü halkada. Bu perspektifi esas aldığımızda Türkiye’nin Gümrük Birliği’nden içeriye, dört özgürlüğün sağlandığı bölgeye, hatta önümüzdeki dönemde parasal birliğe doğru gitmesi mümkün olacak. Avrupa’nın mevcut yapısının da değişiminin konuşulduğu bir aşamadayız. Onun için çok iyimser ve çok kötümser olmamak, biraz daha hatta pragmatik perspektiften bakmak gerekiyor görüşündeyim.