KAFKASSAM – Kafkasya Stratejik Araştırmalar Merkezi

  1. Anasayfa
  2. »
  3. İran
  4. »
  5. İran’daki koronavirüs salgını, tuhaf bir şekilde Kara Ölüm’ü anımsatıyor

İran’daki koronavirüs salgını, tuhaf bir şekilde Kara Ölüm’ü anımsatıyor

Kafkassam Editör Kafkassam Editör - - 10 dk okuma süresi
230 0

Daha ilk koronavirüs haberleri çıktığında İran’ın dünyanın öfkesine hedef olacağına dair bir kuşkuya kapılmıştım. Müslümanların hac güzergahları öldürücü salgın hastalıkların yayılmasında her daim rol oynadığı için Kovid-19’un Ortadoğu’ya yayılması da tarihin gösterdiği kadarıyla kaçınılmazdı. İran’ın virüse verdiği tepki ne kadar dürüst ya da aldatıcı olursa olsun, Sünni Müslümanların topraklarında Şii İslam’a duyulan günümüz nefreti ve Batı dünyasının İran karşıtı önyargıları, zavallı ihtiyar Acem diyarını dışlanmış bir vebalı haline getirecekti.

Köklerinin Çin’de olduğu aşikar virüs, şimdi sözümona İran’ı hepimiz için bir tehdit haline getiriyor. New York Times, İran’ın koronavirüsü “bir sürü komşu ülkeye” yayarak “dünya çapında bir tehdit” yarattığını duyurdu. Jerusalem Post, İran’ın “Ortadoğu’yu koronavirüs korkularıyla ateşe verdiğini” ilan etti. ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, Washington’ın “İran rejiminin ülkedeki salgına dair hayati ayrıntıları gizlemiş olabileceğini gösteren bilgiler karşısında derin endişe duyduğunu” söyledi.

Elbette, bu kaçınılmazdı. Ukrayna yolcu uçağını 8 Ocak’ta Tahran üzerindeyken vurduğunu başlarda inkar ettikten sonra İran’ın sözüne ilk koronavirüs ölümlerini açıkladığında da güvenilmeyecekti. Hükümetin korkusuna (ve inkarına) rağmen ülkenin kendi milletvekillerinden biri, sadece kutsal şehir Kum’da 50 kişinin öldüğünü öne sürdü. Ülkedeki testlerde sonuçları pozitif çıkan 139 kişi arasında, televizyonda yayımlanan basın toplantısı sırasında terden sırılsıklam olunca hasta olduğunu itiraf eden İran Sağlık Bakanı Yardımcısı da bulunuyordu. Bir hafta içinde 19 ölümün resmen kabul edilmesi, İranlı bir din adamını Kum’daki altın kubbeli camilerin dokumalarının bile hacıları koruyacağını ilan etmekten alıkoyamadı. Bu tam da ortaçağa özgü bir hayal gücüydü.

İran’ın komşuları derde gark oldu. Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Bahreyn ve Suudi Arabistan’ın hepsi de İran’ı kendi ülkelerindeki virüs salgınlarının kaynağı olarak gösterdi, ki kurbanların (Lübnan’dakilerin bile) görünüşe göre Tahran’dan geldiği düşünülürse bu kafi derecede doğru. Ancak İran’a toplu halde yıllarca tecrit ve yaptırım uygulamış, İran’ı tıbbi ekipman da dahil en temel birçok üründen mahrum bırakmış bir dünya için bu tavır kesinlikle grotesk bir riyakarlık işiydi. Virüs, Kum’a yapılacak büyük hac yolculuklarıyla aynı zamana denk geldi. Salgın birkaç ay sonra patlak vermiş olsaydı o zaman yayılmanın en tehlikeli kaynağı, yaz ortasında Suudi Arabistan’ın Mekke kentine yapılacak hac yolculuğu olabilirdi -ve hala da olabilir. Koronavirüs, İslam’ı tanımaz.

Bu meselede aynı şekilde Hıristiyanlığı da tanımaz. Eski kayıtlar gösteriyor ki Ortadoğu’daki Müslümanlar, Kara Ölüm bölgeye ulaştığında Hıristiyanların canı bağışlanacak sanıyordu. Öyle olmadı.

Muhammed Peygamber’in ölümünden sadece 7 yıl sonra, veba tüm bölgeyi vurdu. Adını Kudüs’ten çok uzak olmayan (ve günümüz Arap sakinleri 1948’de İsrail kuvvetleri tarafından tahliye edilen) bir Filistin köyünden alan Amvas Vebası, Peygambere bizzat refakat eden Ebu Ubeyde bin Cerrah da dahil 20 bin kişiyi öldürdü ve Suriye’den bugünün Suudi Arabistan’ına kadar olan bölgeyi vurdu geçti. Daha önceki salgında ikinci halife Ömer bin Hattab, Medine’den Suriye’ye ilerliyordu ama Ebu Ubeyde’den Suriye’de bir vebanın patlak verdiğini duyunca geri döndü. Onun Arabistan’a dönüş hamlesi, bugünün koronavirüs salgınında bile yankıları olan bir tartışmayı tetikledi.

Öldürücü bir salgın hastalıkla karşı karşıyayken olduğumuz yerde kalmalı mıyız? Yoksa koşa koşa eve mi gitmeliyiz? Görünüşe bakılırsa ilk dönem Müslümanları, Peygamberden alıntılandığı varsayılan -tarihsel doğruluğu aynı derecede tartışmaya açık- bir alıntıyla yetiniyordu. O alıntıya göre Muhammed, veba “başka bir yerdeyse oraya yaklaşmayın ancak veba sizin bulunduğunuz yerde zuhur ederse oradan kaçıp gitmeyin” diyordu.

Akademisyen Yaron Ayalon, hem Müslümanların hem de Hıristiyanların salgın sorunuyla gerek felsefi gerekse fiziki açıdan karşılaştığını işaret etti. “Hastalık bir kişiden diğerine bulaşabiliyorsa, bunu önlemenin bir yolu var demektir ve eğer öyleyse, salgınların insanoğlunun günahlarına karşı ilahi bir ceza olduğu argümanına dayanmak çok daha güç olacaktır.” Bazı Müslüman yazarlar, bulaşıcı bir hastalık ortaya çıkmış olsa bile bir kişinin hastalanıp hastalanmayacağı kararının Tanrı’ya kaldığını iddia etti.

Elbette yüzlerce yıldır Ortadoğu ve İslam dünyasının tıp anlayışı, Avrupalılarınkine kıyasla daha katiydi. Misal, Iraklı Hıristiyan Arap Huneyn bin İshak, hem Hipokrat’ı hem de Romalı hekim ve cerrah Bergamalı Galen’i çevirdi. Ancak 16. yüzyılda Mısır Memlük devletinde Müslüman bir tarihçi, vebadan ölmenin harpte şehit düşmekle eşdeğer olduğunu söyledi -belki de modern Ortadoğu’da bu fikrin yeniden uyanacağını öngörmeliyiz- ve hatta görünüşe bakılırsa Peygamberden alıntılayarak, Medine ve Mekke’nin meleklerce kuşatıldığını ve bu şehirlere vebanın asla giremeyeceğini dahi ileri sürdü Bu, kentin camilerinin bile hacıları koruyacağını iddia eden Kum’daki din adamının kuşkusuz erken dönem bir örneğiydi.
İslam dünyasının başına bela olan büyük veba salgınlarına dair Müslümanların elindeki kayıtlar, 14. yüzyılda Kara Ölüm’den sadece İngiltere’de 800 bin kadar can kaybını kayda geçiren Avrupa’daki belgelerden bile daha kıt. Arap tarihçiler, vebaların Moğolistan’dan geldiğine inanıyor ve İpek Yolu boyunca -elbette uçaklardan ziyade orduların ve develerin hızıyla- hareket ederek Acem (İran) diyarına ve oradan da Levant’a (Suriye, günümüz Lübnan’ı, Filistin ve günümüz İsrail’i ve sonra Mısır) ulaştığına inanıyor. Kendisi de 1348’de vebaya yakalanan Suriyeli yazar İbn’ül-Verdi, Kara Ölüm’ün “Karanlıklar Ülkesi”nde ortaya çıktığından söz ediyordu. 14. yüzyılda tüm Acemlerin yüzde 30’u öldü. Büyük Arap gezgin İbn-i Batuta, Şam’da günde 2 bin ölümü kayda geçirdi. Dört yıl sonra Mekke, görünüşe göre hac güzergahını yıkıp geçen bir veba salgınıyla sarsıldı.

1347’de Kara Ölüm, Kahire’yi istila etti ve Mısır kentinde 150 yıl boyunca yaşanan 20 salgın da dahil 55 veba salgınını kayda geçiren tarihçi ve gazeteci Max Rodenbeck’e göre, günde bin kişiyi öldürecek kadar hızlı yayılarak nüfusun üçte birini yok etti. Rodenbeck, “Ölümcül şekilde… hükmeden de hükmedilen de vebaya ilahi bir öfke anlamı yüklemeye devam ediyordu” diye yazdı. El-Ezher şeyhi, zina yapan erkekler ve “süslenip” sokaklarda yürüyen kadınlar için bunun Tanrı’nın verdiği bir ceza olduğundan emindi. 1835 gibi bir tarihte, Kahire’ye giden bir İngiliz ziyaretçi, ev sahibinin, bankacısının, doktorunun, eşek sürücüsünün, hizmetçisinin akrabalarının ve bir büyücünün hepsinin 70 bin kişinin daha canını alan vebada nasıl öldüğünü kayda geçirdi.

Ortadoğu’nun bulaşıcı hastalıklara dair acımasız tarihinin Beyaz Saray -ya da Körfez’in Sünni hükümdarları- için çok anlam ifade ettiğinden emin değilim. Oysa bölgede Suriye, Irak, Ürdün ve Lübnan’daki mülteci kamplarının tepesinde dolanan tarih bir parça daha yaklaşıyor. Çok eski zamanların vebalarına kıyasla koronavirüs -“salgın” tanımı bir yana- insanlık için son derece küçük bir tehdit. Ancak salgın Ortadoğu’da geçmiş kuşakların anlayabileceği bir hızla ilerliyor. Veba neredeyse Mısır’daki İskenderiye kentine girdiği anda İtalya’ya da ulaşmıştı. İpek Yolu mezhep veya ulus farklılığı nedir bilmiyordu. İslam’ın hac güzergahları da öyle.

https://www.independent.co.uk/voices
Independent Türkçe için çeviren: Ata Türkoğlu
Robert Fisk

İlgili Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir