İLGİLİSİ İÇİN İRAN’DAKİ SOSYAL OLAYLARIN VE DEĞİŞİMİN (İNSAFLI VE OBJEKTİF!) ANALİZİ
İRAN’DA DEĞİŞİM ve YENİDEN DEVRİM TARTIŞMALARI
Çeşitli vesilelerle uluslararası siyasetin her daim önemli gündem maddelerinden biri olan İran, son yıllarda sık sık rejim tartışmalarıyla ve en son sokak gösterileriyle de ön plana çıkmaktadır.
Esasında bu tartışmalar yeni olmayıp, 1979 İslam Devrimi’ne kadar uzanan bir geçmişe sahiptir. Zira Ayetullah Humeyni önderliğinde gerçekleşen 79 Devrimi’nden hemen sonra, yeni düzenin nasıl olacağına ya da olması gerektiğine yönelik başlayan tartışmalar, bizatihi devrim sürecine katılan değişik ideolojik ve siyasal fraksiyonlar arasında fikir ayrılıklarının oluşmasına yol açmıştır.
Ancak kurulacak rejimin adının ne olacağı, rejimin temellerinin hangi siyasal felsefeye dayanacağı, hükümetin seçimi ve işleyişinin ne tür bir sistemden besleneceği gibi tartışmalar, çok uzun zaman almadan sonlanmış ve bugün gelinen noktada söz konusu tartışmalar “İslam Cumhuriyeti” ve “Dini Demokrasi” şeklinde iki temel kavrama indirgenmiştir. İran’da bugün tartışılan siyasal konuların temelini bu iki kavram, yani İslam Cumhuriyeti ve Dini Demokrasi oluşturmaktadır. Cumhuriyete İslami bir nitelik atfedilmesi ya da demokrasinin din ile tamamlanması, İran’da çok zengin bir düşünce iklimi oluştursa da, ülkede bu eksende yaşanan siyasal tartışmaların genel istikrar ve güvenlik arayışına ciddi tehdit oluşturduğu da hissedilmektedir. Bu tartışmaların daha iyi anlaşılabilmesi ise, 1906 Meşrutiyet Devrimi ile başlayan Modern İran tarihinin anlaşılmasını gerekli kılmaktadır. Çünkü İran modernleşmesinin sui generis niteliğini anlamadan, İran siyasal düşüncesinin güncel biçimlerine vakıf olmak mümkün değildir.
İran’da İstibdat Karşıtlığı ve Mutlak Otoriteden Kaçışın Serüveni
Aynı zamanda İran modernleşmesinin başlangıcı da sayılabilecek olan Meşrutiyet Devrimi 19. yy.da İran’ın en bariz Batılılaşma hareketi olarak ortaya çıkmıştır. Bu dönemde bir taraftan giderek zayıflayan ve topraklarının bir bölümünü Batılı devletlere kaybeden İran, diğer taraftan Batılı siyasi kavramlar ve oluşumlarla tanışmaya başlamıştır. Bu tanışma süreci, İran modernleşmesinin temel karakteristiğini oluşturan Meşrutiyet Devrimi ile önemli bir yol almıştır.
Meşrutiyet Devrimi 19. yy.da İran’ın Avrupalı güçler karşısında güçsüzlüğü ve çaresizliğini anlamaya başlamasıyla hız kazanmıştır. Özellikle 19. yy. sonunda İran ve Rusya arasında yaşanan savaş bu çaresizliği bütün çıplaklığıyla ortaya koymuştur. Bu gelişmeler karşısında, Rusya’nın rakipleri konumundaki İngiltere ve Fransa’ya yakınlaşmaya çalışan İran, önemli tavizler vermek zorunda kalmıştır.
Siyasal olarak bu türden arayışlar içine giren İran’da, aydınlar da geri kalmışlığın nedenleri üzerinde kafa yormuş ve bu doğrultuda Batılı ülkelerin nasıl geliştiklerini incelemişlerdir. İranlı aydınlara göre Batı ülkelerinin gelişmişliği iki ana nedene dayanmaktadır: Yeni teknoloji ve Kanun Hakimiyeti. Geri kalmışlığın nedenleri üzerine düşünen İranlı aydınlar, otoriter devletin gerçek mahiyetiyle de bu esnada tanışmışlardır. Düşüncelerinde geliştirdikleri model ise, istibdat yönetiminin yıkılmasıyla beraber yeni teknoloji ve kanun hakimiyetinin kendiliğinden oluşacağı yönündedir. Gerçi bu aydınların çabaları, kendi dönemlerinde bekledikleri neticeye ulaşamamıştır, ancak İran siyasal tarihindeki en önemli olaylardan birisi de bu dönemde yaşanmıştır. Ayetullah Şirazî’nin 1890-1892 yılları arasında yaşanan süreçte Tütün Yasağı hakkında verdiği fetva, İran’da meşrutiyet devrimini fitilleyen en önemli etkenlerden biri olmuştur.
Tütün Yasağı fetvası, Safevi düzeninin yıkılmasıyla başlayan ve Kaçar hanedanlığının hakimiyeti ele geçirmesine kadar devam eden siyasal ve sosyal kaos ortamının yarattığı boşluğu Şii ulemanın dolduracağına dair bir ipucu niteliği taşıdığı kadar, yeni dönemde Şii ulemanın iktidardaki etkinliğinin de tescili olmuştur. Bu fetvanın ardından, siyasal değişim konusundaki düşüncelerinde ısrarlı olmaya başlayan yenilikçi İranlı aydınlarda vatanperverlik düşünceleri şekillenmeye ve hatta çok açık olmasa da nasyonalist tutumlar gelişmeye başlamıştır. Prof. Katuzyan bu açıdan Tütün Yasağı hareketini meşrutiyet devrimi için başarılı bir alıştırma olarak değerlendirmekte ve İran tarihindeki ilk siyasi kalkışma olarak görmektedir.
İran’da Meşrutiyet Devrimini hızlandıran önemli etkenlerden biri de Nasıruddin Şah’ın Mirza Rıza Kirmanî tarafından düzenlenen bir suikast sonucu öldürülmesi olmuştur. Nasıruddin Şah’ın ölümü sonrasında İran’ın birçok kentinde isyanlar çıkmış ve siyasal otorite ortadan kalkmıştır. Tahran merkezi otoritesinin ortadan kalktığı bu süreçte, İranlı din adamları toplumun desteğini de arkalarına alarak, İran’da Meşrutiyet Devrimi’nin yaşanmasına giden yolu açmışlardır. 1906 yılında gerçekleşen Meşrutiyet Devrimi ile birlikte, Kacar Hanedanının mutlak otoritesi kısmen zayıflamış ve İran Şah’ının yetkileri, sınırlı da olsa, Meclis’e bırakılmıştır. Yaşanan bu gelişmeler, İran’ın siyasal ve sosyal hayatının bir dönüm noktası olarak tarihte yerini alırken, aynı zamanda İran toplumunun demokrasi arayışı ve siyasal düşüncesinde de önemli değişikliklere neden olmuştur.
Meşrutiyet Devrimi’ni müteakiben İran’da siyasal hayat çok renkli ve devinimli bir süreç izlemiştir. İlk örgütlü siyasal grupların ortaya çıktığı, İranlı aydınların Batılı ülkelerden edindikleri deneyimlerin ülkede yaygınlaştırılmaya çalışıldığı ve Batı entelektüellerinin düşünce dünyasının yakından takip edilmeye çalışıldığı bu dönemde, temel siyasi istem “Kanun Hükümeti” ve “Teknokratik Karar Alma Mekanizmalarının Oluşturulması” idi. Bu siyasal istemlerin merkezine ise, zamanla siyasi partilerin oturması istenmiştir. Ancak İran’da Meşrutiyet Devrimi’nin ardından yaşanan kısa süreli özgün siyasal ortam, 1920’li yıllarda Rıza Şah’ın askeri darbesiyle akamete uğramış ve siyasal partilerin oluşumu gerçekleşememiştir.
Sonuçta, 1906 yılında Meşrutiyet Devrimini gerçekleştiren ve parlamentosunu kuran İran’da, 1979 yılında meydana gelen “İslam Devrimine” kadar çeşitli badireler atlatılmasına rağmen, parlamento çalışmasına devam etmiştir. Aslında 1979 yılında gerçekleşen İslam Devrimi, siyasal ve sosyal içeriği itibarıyla, 1906 yılındaki Meşrutiyet Devrimi’nin ve sonrasında yaşanan gelişmelerin bir devamı olarak görülebilir. 1906-1979 tarihleri arasındaki çalkantılı siyasal süreç ve meşruti iktidarların askeri darbelerle tasfiye edilmesi, İslam Devrimi’nin siyasal arka planını oluşturmuştur. İslam Devrimi, bu yönüyle meşrutiyet hareketlerinin bir devamı ve bu doğrultudaki değişim isteklerinin bir sonucu olmuştur.
İslam Devrimi’ne zemin hazırlayan bu siyasal arka plan, tarihin bir ironisi olarak, İslam Devrimi’nin kendisini de zora sokan bir değişim içeriğini günümüzde de taşımaktadır. İslam Devrimi’nin hemen ardından başlayan rejim tartışmaları, İran’ın ulusal ve uluslararası dinamiklerden bağımsız olarak ya da kendisini iç ve dış gerçeklerden izole ederek yoluna devam edemeyeceğini ortaya koymaktadır. Yeni rejimin niteliğine dair yapılan bu tartışmalar, daha önce de söylendiği gibi, İslam Cumhuriyeti ve Dini Demokrasi şeklinde cereyan eden iki ana eksen üzerine oturmaktadır. Bugünkü ideo-politik tartışmaların da bu iki kavram üzerinden yapıldığı görülmektedir.
İdeo-Politik Tartışma Olarak İran Dini Demokrasisi ve Siyasal Partiler
1979 yılında din adamlarının önderlik ettiği devrim hareketinin başarıya ulaşmasıyla birlikte, devrimci kadrolar arasında yeni rejimin mahiyeti üzerine fikri ve siyasal tartışmalar yapılmıştır. Bu tartışmaların en belirgin noktası rejimin adında demokrasi ifadesinin yer alıp almayacağı olmuştur. Bazı siyasal gruplar İran’da kurulan yeni rejimin adının Demokratik İran Cumhuriyeti olmasını savunmuş, ama başta Ayetullah Humeyni olmak üzere, din adamları buna karşı çıkmış ve yeni rejimin adını İran İslam Cumhuriyeti olarak belirlemişlerdir. Devrimin hemen ardından devrimci kadroların fikir önderlerine düzenlenen suikastlar, İran’ın Saddam rejimiyle 8 yıllık savaşı, Batılı güçlerin siyasal oluşumlara sızarak İran’da yaşanan devrim sürecine müdahale etme çabaları gibi bazı nedenler, devrim kadrolarının tamamen güvenlik eksenli politikalar ve yaklaşımlar sergilemesine ve siyasal oluşumlara karşı sert bir tutum izlemesine neden olmuştur. İran’da yeni rejimi İslam Cumhuriyeti olarak adlandıran devrimci kadrolar, özellikle Irak savaşından sonra demokrasi konusunda ulusal ve uluslararası çevrelerce yoğun bir baskı altında kaldıklarını görerek, demokrasi söylemine yönelmişlerdir. İran’da tanımlanan demokrasi ‘Dini Demokrasi’ olarak adlandırılmış ve ‘Dini Halkçılık’ gibi söylemler üzerinden bir retorik geliştirilmiştir.
İran’da demokrasi kavramı genel hatlarıyla legal politik aktörlerce, toplumsal ve siyasal eğilimi içeren bir ideoloji ve hatta bir tür dini eğilim olarak algılanmaktadır. ‘Çoğunluğun haklı olduğu ya da çoğunluğun isteklerinin tahakkuk etmesi gerektiği’ görüşünü savunduğu düşünülen demokrasinin dini öğretiyle çeliştiği anlayışı da İran’ın legal dini-politik düzleminde yaşanan tartışmaların ekseninde yer almaktadır. İran’da dini referansları önceleyen siyasal gruplar, Kur’an’da yer alan ifadeleri referans göstererek, toplumun çoğunluğunun genellikle hatalı olduğunu, ilahi hikmetin ve hakkaniyetin toplumun çok küçük kesimlerince anlaşılıp hayata geçirildiğini düşünerek, demokrasinin ilahi hikmet ve tanrısal nihai gayenin tahakkukuna ters düştüğünü ileri sürmektedirler. Dini referansları kullanarak bu düşünceye muhalefet eden reformist gruplar ve özellikle de İran’ın günümüz düşünürlerinden Abdülkerim Suruş gibi aydınlar, ilahi öğretinin toplumsal kabul ve tasdik olmadıkça hiçbir geçerliliğinin olamayacağını ve demokrasinin dini referansların hayata geçmesi için zorunlu bir ideoloji olduğunu düşünmektedirler. Bu düşünce doğrultusunda siyasal partilerin kurulması, siyasal grupların oluşması ve toplumun tüm kesimlerinin örgütlü hale gelmesi savunulurken, rejimin savunuculuğu ve sahipliğine soyunan gruplar ise, güvenlik eksenli yaklaşımlarının bir sonucu olarak, devlet dışında toplumda oluşacak her türlü örgütlü yapının devletin karşısında bir yapı olarak algılanacağını ve devletin zayıflamasına neden olacağını savunmaktadırlar. Bu grup, devletin ancak örgütlü bir yapı içinde ilahi öğretiye hizmet edebileceğini ve tanrısal nihai gayenin hayata geçmesi yönünde eğilim gösterebileceğini savunmakta ve devletin yarı kutsal bir mahiyeti olduğunu düşünmektedirler.
İran modelleşmesinin çeşitli müdahalelerle yarım kalması, bu ülkede sağlıklı bir siyasal ve sosyal yapının oluşmasına da olumsuz etki yapmıştır. Özellikle bugüne kadar, İran’da siyasal partilerin kendilerine uygun alan açamamaları toplumsal muhalefetin derinleşerek rejime yönelmesindeki en önemli faktör olarak değerlendirilmektedir.
İran’da siyasal partilerin oluşumu önündeki engeller ve bu durumu körükleyen toplumsal süreç üzerine düşünürsek; özetle birkaç noktayı vurgulamak gerekir:
1- İran’da siyasal yapının, modernleşme hareketlerine rağmen daima mutlak otorite arayışı içinde olduğunu, Kacar Hanedanının yönetimine son verilen İran’da yeniden bir Şah arayışının ortaya çıktığını ve Rıza Şah’ın çok zorlanmadan siyasal yapıyı ele geçirerek, mutlak otoriter siyasal düzenini kurduğunu görürüz.
2- İran toplumunun son iki yüz yıllık tarihinde yaşadığı süreç ve güvenlik kaygılarının, siyasal otoriteleri sürekli güvenlik eksenli politik yaklaşıma ittiğine ve bu yüzden toplumun siyasal örgütlenmesinin devlet tarafından bir güvenlik tehdidi olarak algılandığına şahit oluruz.
3- Avrupa’nın beş yüz yıl önce değişen feodal toplumsal yapısının İran’da son yüzyıl içinde dahi değişememesi de siyasal örgütlenmeler açısından önemli bir etken olarak karşımıza çıkar. İran’da köy ve kırsal nüfusun yoğun şekilde kentlere göç ettiği de düşünülürse, modernizmin getirisi olan kente özgü örgütlenme biçimlerinin göç eden bu nüfus tarafından sahiplenilmediği görülür.
4- İran’da kentlerde yaşayan nüfusun köylü ve kırsal bölge insanlarından oluştuğu ve çok küçük bir kentli kesimin de siyasal örgütlenme istemlerinin otoriter devlet yapısı karşısında sürekli baskı gördüğü düşünülürse, İran toplumunun siyasal örgütlenme konusunda pesimist yaklaşım sergilediğine şahit oluruz. Burada önemli bir sosyolojik konu da, kentli nüfusun siyasal örgütlenmeyle ilgili düşüncelerinin, kentlerde yaşayan yoğun köylü ve kırsal bölge insanları tarafından dini öğretileri, gelenekleri ve hayata bakış açılarının dejenere edilmesi olarak algılandığı gerçeğidir.
5- İran toplumunda 1906 yılında yaşanan Meşrutiyet Devrimi’nin ardından, siyasal ve toplumsal yapı yeniden inşa edilemeden gerçekleşen ve modernleşme hareketini kesintiye uğratan askeri darbeler, mutlak otoriter siyasal yapının devam etmesi, medeni kurumların kurulmasını ve devlet otoritesi dışında örgütlerin ortaya çıkmasını engellemiştir.
6- İran toplumu açısından siyasal örgütlenmeye dair en önemli algı ise, özellikle son yüzyıl içinde kurulan partilerin otoriter siyasal yapının direktifleriyle kurulmuş sözde siyasal örgütler olduğu yönündeki algıdır. Aslında İran’da siyasal partiler ya da örgütlenmelerin iki temel refleksle gerçekleştiğini görüyoruz:
a. İran’da gücü elinde tutan ve siyasal otoritenin sahibi olan şahıs ya da grubun, başka bir şahsı veya grubu bazı siyasal açılımlar için parti kurmayla görevlendirmesi
b. İran’da yaşanan konjonktürel bazı gelişmelere tepki olarak doğan ve devamlılığı olmayan siyasal örgütlenmeler
Sonuç olarak, İran toplumunun yaşadığı modernleşme süreci kendine has özellikler taşısa da dünyada genel kabul gören toplumların örgütlenme biçimleri, bu örgütlerin işleyişi ve toplumsal legal eğilimlerin kendisini ifade edecek uygun düzlemler bulamaması sonucu toplumda yaşanan her türlü değişim ve dönüşüm istemi, İran müesses devlet güçleri tarafından rejime yönelik bir tehdit olarak algılanmaktadır.
Ayrıca İran’da ülkenin gelişmesi ve değişiminin otoriter yapıyla gerçekleşeceğine inanan bu müesses devlet güçleri, ‘İran’da İslami değerler çerçevesinde devrimi ve devrim sonrası kurulan yapıyı korumayı’ amaçladığını ifade eden bir siyasal söylem kullanmaktadır. Otoriter yapıya sahip bu grup, topluma hesap vermekten kaçınan ve toplumu kendi paradigmasıyla şekillendirmeye çalışan bir sistemden beslenmektedir. Bu siyasal akım, İran toplumunun gelişmesine katkı yapacak en önemli faktörlerin sivil toplum ve siyasal partiler değil, aksine Devrim Gönüllüleri ve Devrim Muhafızlarının oluşturduğu değerler bütünü olduğunu savunmakta, İran toplumunun refaha ulaşması, kalkınması ve gelişmesini ancak bu şekilde sağlayacağına inanmaktadır. Dolayısıyla İran’da bu doğrultuda bir siyasal kadrolaşmaya/yapılanmaya gidilmektedir. Bu siyasal akım İran’da sivil toplum kurumlarının, sosyal kurumların ve ekonomi alanında faaliyet gösteren tüm müesseselerin de Devrim Gönüllüleri ve Devrim Muhafızlarından oluşmasını amaçlamaktadır. Bu siyasal akımın ideali İran toplumunda en üstten en alta kadar tüm toplum katmanlarının bu değerlere sahip olmasıdır. Böylelikle İran’da toplumsal, siyasal ve ekonomik gelişme yakalanabilecektir. Zira bu değerler aynı zamanda ilahi öğretilerin de insanlığa sunduğu özü içermekte ve yaratılışın da asıl gayesini oluşturmaktadır.
Özetlemeye çalıştığımız bu resmi retoriğe karşı muhalefet etmek için yasal bir muhalefet zemininin olmaması, devam eden modernleşme süreci ve artan küreselleşme, İran İslam Cumhuriyeti’nde devam eden ideo-politik tartışmaların ana zeminini oluşturmaktadır. Dünyada ve bölge ülkelerinde yaşanan gelişmeler karşısında, birçok ideo-politik tartışmaları barındıran güçlü ülkelerin dahi değişim ve dönüşüm yaşadığı düşünülürse, İran’da bu tartışmaların çok uzun yıllar daha devam edeceğini düşünmek gerçekçi olmayacaktır.
Kaan Dilek
İranoloji