İran-Rus ittifakının tarihsel seyri: Sınırdaki yabancı
1979 yılına dek Pehlevi hanedanıyla yakın ilişkiler yürüten Amerikalılara nispetle Ruslar, İran tarihi açısından ittifak zemini ve hukuku yerleşmemiş bir müttefiktir. Bu ittifakın taraflar ve bölge için doğuracağı muhtemel sonuçları kestirmek kolay değil.
2005 yılında Mahmud Ahmedinejad’ın İran Cumhurbaşkanı seçilmesi lehte ve aleyhte birçok tartışma başlattı. Bunlardan nispeten üzerinden az durulan bir tartışma Ahmedinejad’ın 1979 Devrimi’ni takip eden günlerde Amerikan elçiliğini işgal eden grupta yer alıp almadığına dairdi. Eski istihbarat görevlilerden William J. Daugherty gibi olayın mağdurlarından bazıları işgal süresince Ahmedinejad’ı elçilikte defalarca gördüklerini iddia ettiler. İran İslam Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı olarak seçilen ancak görev süresinin henüz ortalarındayken ortaya çıkan ihtilaflardan dolayı meclis tarafından azledilip ülkeyi terk eden Abu’l Hasan Beni Sadr da Ahmedinejad’ın bu olayın karar verme sürecinde olmadığını ancak elçilikte bulunduğunu öne sürdü. Bu iddialar üzerine Ahmedinejad’ın işgalci grup içerisinde yer aldığını reddetmesi ve aslında onun o dönem Amerikan değil Sovyet elçiliğinin ele geçirilmesinden yana olduğunun ortaya atılması tartışmanın belki de en ilgi çekici noktalarından birisi oldu.
İlişkiler genişliyor
Devrim Rehberi Ali Hameney’in dış ilişkiler danışmanı Ali Ekber Velayeti geçtiğimiz Ocak ayında Moskova’ya resmi bir ziyaret gerçekleştirdi. Ziyaretin ilan edilen amacı Düzenin Maslahatını Teşhis Konseyi’ne bağlı Stratejik Araştırma Merkezi’nin başkanlığını yapan Velayeti’nin benzer Rusya menşeli merkezlerle toplantılara katılması ve yuvarlak masa oturumlarına iştirak etmesiydi. Velayeti, dört gün gibi uzun bir süre kaldığı Moskova’da Rusya devlet başkanı V. Putin’le dahil bir seri üst düzey görüşmeler yaptı. Ziyaretin süresi ve mahiyeti kadar Velayeti’nin iki ülke arasındaki ilişkilere dair yaptığı açıklamalar da bu ilişkilerin tarihi seyri dikkate alınınca dikkat çekici mesajlar içeriyordu. Velayeti kendi internet sitesinde de yer alan açıklamalarında iki ülke arasındaki ilişkilerin yaklaşık 500 senelik bir tarihe sahip olduğu belirtiyor ve ekliyor: “Halihazırda iki ülke arasındaki ilişkiler daha önce görülmemiş bir düzeydedir ve her iki ülke ve onların yüksek makamları ilişkileri eskisinden daha ileri düzeye taşımakta kararlıdır”. İki ülke arasında muhtelif alanlarda 40 milyar doları bulan anlaşmalar imzalandığına dikkat çeken Velayeti, bu stratejik ilişkilerin bölgesel ve küresel ölçeklerde barış ve istikrarın sağlanmasında önemli bir rol üstlenebileceğini belirttikten sonra şu önemli kaydı düşüyor “İlişkiler günbegün genişlemektedir ve iki ülke arasında Suriye, Irak ve Yemen gibi bölgesel konularda yakın işbirliği mevcuttur”.
Bu açıklamalarının Suriye’deki başta gelmek üzere Ortadoğu devam edegelen krizlerin sergüzeştini anlamak ve bu krizlerin yakın gelecekte takip etmesi muhtemel seyri analiz etmek açısından neye tekabül ettiğini ele almayı yazının ilerleyen bölümlerine bırakıyorum. Zira sanırım öncelikle, İran’ın, yazının başında Ahmedinejad üzeriden bahsettiğimiz noktadan, Velayeti’nin çizdiği tabloya nasıl geldiğine değinmek yerinde olacaktır.
19. yüzyıldan bu yana İran’da belirli vesilelerle kamusal alanlarda telin edilen ülkelerin değişkenlik gösterdiği bilinmektedir. Söz konusu yüzyılın başında Kafkasların önemli kısmına hakim durumda olan İran, bu bölgede özellikle Çariçe II. Katerina veya Büyük Katerina döneminden beri Rus yayılmacılığa maruz kalmıştı. 1804’ten itibaren Rus ilerleyişini engellemeye matuf İran’ın başlattığı savaş 1813 yılında Gülistan Antlaşması’yla sonuçlanmış ve İran Kafkaslarda Karabağ, Gence, Şirvan, Bakü, Gürcistan ve Taliş’in bazı bölgelerini Ruslara bırakmak zorunda kalmıştı. Bu muazzam kayıplara ilaveten Ruslara ödenmek zorunda kalınan büyük savaş tazminatı İranlılar için madden tahripkar, manen ise onur zedeleyici olmuştu. Nihayet 1826 yılında gayretkeş veliaht Abbas’ın aşırı özgüveni ve Ruslarla cihat etmemeyi ‘küfür alameti’ addeden ulema fetvası, İran’ı ikinci bir savaşa sürüklemişse de savaş Ruslar için nispeten kolay ve çabuk bir zaferle sonuçlandı. Bu 1. Rus-İran savaşının ardından 1828’de imzalanan Türkmençayı Antlaşması’na göre İran önceki kayıplarına ek olarak Revan (Erivan) ve Nahçıvan hanlıklarını Ruslara bırakmak ve ekstra tazminat ödemek durumunda kalmıştı.
Olağan şüpheli Ruslar
Bu gelişmelerin Rusya’yı İran halkı özellikle de münevverleri ve devlet adamları nazarında ne derece nefretamiz bir konuma yerleştirdiği aşikardır. Öyle ki 19. yüzyıl hatta 20. yüzyıl boyunca İngilizlerin ve sonra süper güç olarak onları ikame eden Amerikalıların İran üzerindeki nüfuzunu Ruslara karşı duyulan ve sonraki gelişmelerle de teyit edilen bu kuşku ve endişe olmadan anlamak imkansızdır. 1906 yılında İran’da Anayasa Devrimi gerçekleşmesinden bir yıl sonra gelen 1907 Rus-İngiliz Antlaşması yeni bir şok meydana getirdi. Antlaşmadan bir sene önce 1906 yılında Tahran’daki Britanya sefaretinin sekreteri E. Grant Duff, İran üzerinde Rusların kurduğu siyasi ve ekonomik etkinliğe işaret ederek biraz da abartıyla İran’ın durumunu ülkesine ‘İran’ın bağımsız bir ülke olarak sonu çok uzak görünmüyor’ diye rapor ediyordu. Her ne kadar fiili işgal anlamına gelmese de antlaşma uyarınca İran, kuzeyde Rus ve güneyde İngiliz nüfuz alanlarına bölünmüş ve Tahran dahil bir bölge de nötr alan olarak tespit edilmişti. İngilizlerin Fars körfezindeki hesaplarının büyük oranda Hindistan hakimiyetlerini muhafaza ve tahkim etmeye matuf olduğu düşünülürse -gerçi 1908 yılında İran’ın İngiliz nüfuz alanındaki bölümünde petrol bulununca bu durum değişecektir- bu antlaşmanın en önemli olağan şüphelisi Ruslardı. Bu yetmezmiş gibi Ruslar faaliyetlerine daha iki sene önce başlamış olan İkinci İran Meclisi’ne bahane denebilecek gerekçelerle ültimatom verip kuzeyde Enzeli ve Reşt bölgelerini meclisi ültimatomun kabul etmesi için icbar etmek amacıyla işgal edince, toplumsal öfke tekrar had safhaya ulaşmıştı.
İranlılar arasında Rusya’ya dair çarlık idaresinin neden olduğu bu olumsuz imajı, 1917 Bolşevik Devrimi de bütünüyle tamir edememişti. Nitekim 1919 yılında Tahran’da yabancı elçiliklere hitaben yayımlanan bir bildiri, şu serzenişte bulunuyordu ‘… ülkemizde (anayasacı) devrimin başlangıcından beri milletimizin sempati ve umudu İngilizlerden yanadır… İngilizler tiran Rus hükümetinin zalimane ve hasmane hamleleri karşısında bize yardım etmiştir’. Elbette bu serzenişte o dönem Bolşevik etkisiyle ülkede meydana gelen kalkışmaların da büyük payı vardı. Yalnız bu olay değil İran’daki çeşitli komünist ve sosyalist faaliyetler ve özellikle de 1941 yılında kurulan Sovyet etkisi altındaki Tudeh (Kitle) Partisi, İran’ı yönetenlere Rusya’dan tedirgin olmak için yeterli neden sağlıyordu.
Şeytan’dan Müttefike
Devrimin lideri Ayetullah Humeyni’ye göre ABD kadar büyük olmasa da Sovyet Rusya bir ‘şeytandı’. 1989 yılında Mikhail Gorbachev’a yazdığı müstehzi mektupta Humeyni şöyle diyordu: ‘Bay Gorbachev! Artık herkes anlamış bulunmaktadır ki bundan sonra komünizm dünya siyasi tarih müzesindeki yerini almalıdır zira Marksizm insanlığın gerçek herhangi bir sorununu çözmeye muktedir değildir’. Çok geçmeden Sovyet sistemi çöktü ve Rusya yeni bir döneme girdi. Ancak 1990’lar boyunca da İran-Rus ilişkilerinde belirgin bir gelişme gözlemlenmedi. Bu gelişmenin mümkün olması için Rusya’nın başına Sovyetlerin çöküşünü 20. yüzyılın büyük bir jeopolitik felaketi olarak gören Vladimir Putin’in geçmesini beklemek gerekmiştir. Artık bu ilişkiler ve ürettiği ittifak olabileceği en somut düzeye varmış ve özellikle Ortadoğu’da belirleyici olma iddiasını açıktan ifade eder hale gelmiştir.
Bu ittifakta iki nokta özellikle dikkat çekicidir. Birinci olarak, özellikle 1953 yılından itibaren 1979 yılına dek Pehlevi hanedanıyla yakın ilişkiler yürüten Amerikalılara nispetle Ruslar, İran tarihi açısından ittifak zemini ve hukuku yerleşmemiş bir müttefiktir. Diğer bir ifadeyle bu ittifakın taraflar ve bölge için doğuracağı muhtemel sonuçları kestirmek kolay görünmemektedir. İkinci önemli noktaysa bu ittifakın büyük oranda İran’ın ABD başta olmak üzere Batı’ya nükleer kriz bağlamında önemli tavizler verdiği bir dönemde yeşermiş olmasıdır. Bir yandan bu durumun bütün avantajlarını kullanmaya çalışan İran diğer yandan hala toplumsal alanda telinin hedefi olmaktan çıkmamış olan Amerika’ya karşı retorik mesafesini korumanın çabasını sarf etmektedir. Nitekim bizzat Velayeti de yukarıda aktardığım yorumlarına şu iddiayı eklemektedir: “Amerikalılar bölgede Sünnilerin, Şiilerin ve Kürtlerin var olmasını istismar etme ve hedefleri uğrunda ülkeleri parçalama peşindedirler. İran İslam Cumhuriyeti bu arzuların karşında durmakta…”
Geçtiğimiz günlerde Kremlin S-300 hava savunma füze sisteminin en kısa zamanda İran’a teslim edileceğini açıkladı. Diğer yandan İran Rus T-90 tanklarıyla ordusunu daha da güçlendirme peşinde. Aksi yönde söylentilere rağmen Yemen ve Irak’a Rusya’nın yakın vadede doğrudan müdahil olacağına dair ise pek emare yok. Diğer yandan İran hem Ruslarla olan ittifakının sınırlarını zorlamayı tercih etmekte hem de bölgede Türkiye gibi devletlerle nitelikli bir ortak zemin arayışına girmeye gerek duymamaktadır. Amerika’dan beklediği kararlılığı göremeyen Türkiye mevcut krizlere farklı işbirlikleriyle çözüm bulmaya açık görünüyor. Suriye konusunda ABD’nin sergilediği tavır, AB’nin olayın göçmen krizi ve ‘DAEŞ’in terörist eylemlerinin sınırlarına taşmaması’ boyutları dışında somut bir gündeminin olmayışı, Ruslarla yaşanan jet krizi ve Türkiye-Mısır ilişkilerinin durumu, Türkiye’nin opsiyonlarını kısıtlamaktadır.
Dr. Serhan Afacan