KAFKASSAM – Kafkasya Stratejik Araştırmalar Merkezi

  1. Anasayfa
  2. »
  3. Gündem
  4. »
  5. İran bizi işte böyle Yüzyılın Anlaşması’na ulaştırdı

İran bizi işte böyle Yüzyılın Anlaşması’na ulaştırdı

Kafkassam Editör Kafkassam Editör - - 9 dk okuma süresi
282 0

1988 yılının sonunda Cezayir’de Yaser Arafat, Filistin devletinin kuruluşunu deklare edip açıkladığı bağımsızlık bildirgesinde dayandığı uluslararası kararlara göre İsrail’in var olma hakkını örtülü olarak tanıdığında, İran İsrail ile herhangi bir barış girişimine karşı olduğunu açıklamıştı.

Daha sonra Madrid Konferansı ve Oslo Anlaşması ile netlik kazanacak bu yeni Filistin seçeneği, Humeyni rejimine karşı savaşında Saddam Hüseyin rejiminin yanında yer alan Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ile Tahran arasındaki düşmanlığın nedenlerine eklenen bir neden oldu.

Barış projesi tamamı ile İran’ın çıkarlarına ve devrimi ihraç etme projesine stratejik bir tehdit oluşturuyordu. Çünkü İran, Filistin davasını devrimi ihraç etme projesi için bir propaganda platformuna, düşmanı olduğu rejimlerin meşruiyetini tüketen, Arap halklarına hitap ederken kullandığı bir seferberlik aracına dönüştürmüştü.

Pratik olarak İran, barış sürecini başarısızlığa uğratmak için Hizbullah, Hamas, İslami Cihad gibi örgütlere güvendi.

Suriye gibi Arap ülkelerini barış sürecini boykot etme seçeneklerine çekmekte başarısız olduğunda bu yola daha çok yatırım yapmaya ve güvenmeye başladı. Bu bağlamda, Martin Indyk hatıratında, eski ABD Başkanı Bill Clinton’un 1995 yılında Şam’a düzenlediği tek ziyarete yer veriyor. Bu ziyaret ve İsrail-Suriye arasında Golan’daki erken güvenlik düzenlemelerine ilişkin müzakerelerde ciddi bir atılımın gerçekleşmesinden sonra İran’ın Hizbullah aracılığıyla Lübnan’ın güneyinden İsrail’in kuzeyine düzenlediği füze saldırısını kasten ABD’nin bu ziyareti ile aynı zamana denk getirdiğini belirtiyor.

Bundan önce de İran basınında, barış sürecinde ilerlemesinin merhum Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat ile aynı kaderi paylaşacağı anlamına geleceği şeklinde Hafız Esed’e yönelik doğrudan tehditler içeren bir kampanya yürütülmüştü.

Daha sonra 1988 yılında yaptığı o ünlü konuşmasında Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah, açıkça Arafat’a karşı bir suikast girişimi düzenlenmesi çağrısında bulunmuştu.

Nasrallah, Filistin güvenlik güçleri arasından çıkacak bir Halid İslambuli’yi Arafat’ı öldürmeye teşvik etmişti.

Arap ve İsrail toplumları içerisinde barışın çok sayıda düşmanı olduğu gerçeğinden faydalanarak İran, barış sürecini sekteye uğratmak için hiçbir fırsatı kaçırmadı ve bundan verimli bir biçimde yararlandı. En aşırı versiyonları ile sağcı Siyonistler, İran’ın nesnel müttefiği oldu. İran, sağcı Siyonistlerin söylemlerini barış düşüncesi ile temelinden çelişen tüm kanıtlarla desteklemeye çalıştı.

1992 yılında İsrail, Hamas Hareketi liderlerini Lübnan’ın Marj el-Zuhur bölgesine sürgün ettiğinde İran bunu, Filistin içinde var olan Sünni örgütler ile doğrudan iletişim köprülerini kurmak için altından bir fırsat olarak gördü.

Sürgün edilen liderlerin kaldığı kampta, Hizbullah’ın askeri kanadının lideri İmad Muğniye, Filistinliler arasında aradığı kişiyi buldu. Bu kişi, Batı Şeria’ya döndükten sonra İzzeddin el-Kassam Tugayları’nın liderliğini üstlenen mühendis Yahya Ayyaş’tı.

Mühendis Yahya Ayyaş, Muğniye’nin en çok tercih ettiği yöntem sayılan intihar saldırıları tekniğini Filistin içerisine taşıdı.

1993 yılının baharında Tel Aviv’de düzenlediği ilk saldırı ile Ayyaş, Filistin içerisinde intihar saldırıları dönemini başlattı. Ancak kritik dönüm noktası, aşırılık yanlısı bir Yahudi olan Baruch Goldstein’in 1994 Şubatı’nda el-Halil’deki Hz. İbrahim Camii’sini basarak namaz kılanlardan 29 kişiyi öldürmesi ile sonuçlanan katliamdan sonra yaşandı.

Bu katliam, barış düşüncesine karşı bir İsrail toplumsal darbesini temsil etti. İsrail toplumu içerisinde bir iç savaş anlamı taşıdı. İran için ise kendisi kaçırılmaz bir fırsattı.

1994 Baharından 1996 Baharında düzenlenen önemli İsrail seçimlerinin akşamına kadar, İran’ın doğrudan desteği ile Hamas ve İslami Cihad, sivil ve askerleri hedef alan bir düzineden fazla intihar saldırısı düzenledi. Bunlara diğer saldırılar da eklendi.

Tüm bu saldırılar sonuç olarak, İsrail’de Binyamin Netanyahu’nun iktidara gelmesine katkıda bulundu. Bundan önce ve intihar saldırılarının doğurduğu seferberlik ortamında, radikal bir Yahudi olan Yigal Amir, İsrail-Filistin barış sürecinin sembolü İsrail Başbakanı İzak Rabin’e suikast düzenledi. Bu suikast büyük olasılıkla o dönemde İran’ı, Arafat’a bir suikast düzenlemekten, bunun sonucunda Arap ve İslam dünyasında ödemek zorunda kalacağı bedellerden kurtarmıştı.

Netanyahu’nun İsrail’de iktidara ulaşması, ideolojik kökleri Ze’ev Jabotinsky’e (İsrail’in kuruluşu ve Holokost’tan önce öldü) uzanan ulusalcı Siyonist sağ için bir zaferi temsil etti.

Jabotinsky’in düşüncesi David Ben Gurion ve çoğulcu, demokratik bir İsrail vizyonunun karşıtıydı. Yani, İsrailliler ile Filistinliler arasında zor da olsa barışı sağlama imkanlarının gizli olduğu DNA’nın karşıtıydı. Bu düşünce, Filistinlilere karşı ırkçı bir rejim ile birlikte saf bir Yahudi devleti kültürünün yükselmesine katkıda bulundu. Kadere ve tesadüfe bakın ki Netanyahu’nun babası da Jabotinsky’in özel sekreteriydi.

İran’ın yardımıyla Netanyahu doksanların ortasında Siyonist sağcılığı, 1977-1983 yılları arasında yaşadığı altın dönemden sonra dalmış olduğu kış uykusundan uyandırdı.

Bu dönemde Siyonist sağcılık, 1973 Arap-İsrail savaşı, Mısır ile 1978 yılında imzalanan Camp David Anlaşmasının yol açtığı hayalkırıklıkları üzerinde yükselmişti.

Bundan sonra daldığı uykudan ancak 2000 yılındaki ikinci İntifada ve İsrail toplumunun sağcı eğilimini tamamlamasının ardından uyanbildi ve ciddi bir şekilde varlık göstermeye başladı.

Bu tarihten sonra dünya, 11 Eylül 2001 saldırıları sonrası başka bir atmosfere ve sanal medeniyet savaşlarına girecek, Arap devletlerinin ardı ardına çöküşüne ve çoğunun başarısız devletlere dönüşüne, Filistin’in dağılışının Suriye ve Irak’a kıyasla küçük ve önemsiz sayılmasına şahit olacaktı.

İran hem barış olasılıklarını ortadan kaldırdı hem de İsrail ile ciddi bir askeri yüzleşme yoluna gitmedi. Tek yaptığı, kalkınma ve demokrasiyi engelleyen, mezhepçi çatışmaları yenileyen, Filistin trajedisine ölümcül yatırımlar yapan iklimlerden kurtulmak adına Arap bölgesi için neredeyse tek seçenek olan barış ortamını iyice yıkmaktır.

Böylece bölge başka bir bahara kadar barış seçeneğini kaybederken İran da zaten benimsemediği savaş seçeneğinden bir şey kazanamadı.

İsrail üst üste teknik, bilimsel ve ekonomik başarıları kazanırken bugün İran liderlerinin ellerinde, yaptırımlara karşı koymak için insanlarına oruç tutma çağrısında bulunmaktan başka bir çözüm yok.

Sosyal medyada İsraillilere hakaret etmekten başka (ilginçtir ki bu durum İranlılara yasaktır) ellerinde Filistinlilere sunacakları hiçbir şey yok.
Nedim Kuteyş
Lübnanlı gazeteci

İlgili Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir