KAFKASSAM – Kafkasya Stratejik Araştırmalar Merkezi

  1. Anasayfa
  2. »
  3. Gündem
  4. »
  5. İlknur Şebnem Öztemel: Dijital(leşen) Dünyada Meşruiyet Savaşları

İlknur Şebnem Öztemel: Dijital(leşen) Dünyada Meşruiyet Savaşları

Kafkassam Editör Kafkassam Editör - - 14 dk okuma süresi
358 0

Uluslararası İlişkiler kavramı denilince ilk akla gelen, dış politika ve diplomasidir. En basit manasıyla diplomasi, dış politika dahilindeki hedef ve amaçlara ulaşmak üzere kullanılan, ağırlıklı olarak müzakere ve antlaşmalardan oluşan bir sanat ve beceridir. Antik Yunan’da deniz ticareti vasıtasıyla zaruri olan yönetimler arası iletişim, şehirlere gönderilen nuntuis yani haberciler aracılığıyla sağlanmakta, başka bir şehir devletinde yaşayan yahut ticari faaliyetlerini sürdüren vatandaşların üst mercilerde temsili ve çıkarlarının korunması ise proxenos yani konsolosluklar ile sağlanmaktaydı. Deniz aşırı ticaretin getirdiği taraflar arası zaruri iletişim, diplomasi kavramının tarihteki ilk örneklerini oluşturmaktaydı. İlerleyen süreç, Roma İmparatorluğu’nun topraklarının git gide genişlemesi neticesinde en temel manasıyla sınır güvenliği ve vergi denetim ağının düzenlenmesi ise bu sistemi daha da geliştitmiştir. Papalık’ın tarih sahnesinde artan rolü ile, diplomasi olgusu, bir çeşit silahsız savaş metodu olarak daha da derin bir anlam kazandı. Bizans İmparatorluğu’nun askeri açıdan daha zayıf olduğu son dönemlerinde ise diplomasi, silah gücüyle elde edilmesi zor olanın masada alındığı, kurnazlıkla eşleştirilen bir sanat olarak benimsenmiştir. Öte yandan, Bizanslı uzmanların sınır ötesinden gönderdiği istihbarat raporları ise diplomatların görev tanımı ve diplomasi konusunda yeni bir çığır açmıştır. Takip eden süreçte ise, Bizans sisteminden feyz alan, yine Antik Yunan’daki gibi donanma ve deniz ötesi ticarete ile hayatını idame ettiren Venedikliler, elçiler ve dış temsilcilikler ağını genişletmiş ve raporlama geleneğini kurumsallaştırmıştır. Ayrıca, yine Bizans’tan esinle, hanedan aileleri arasında gerçekleştirilen evlilikler, Rönesans Dönemi’nde bilhassa Avrupa’da henüz ulus birliklerini tamamlayamamış, İtalyan şehir devletleri, Fransa ve İspanya arasındaki ilişkilerde önemli bir diplomatik metot olarak kullanılmıştır. Yine bu anlayışa göre, hükümdarlar arası yapılan birebir görüşmeler, gizli antlaşmalar ve ittifaklar makul atfedilmektedir. Bu durum, her ne kadar Kardinal Richelieu’nun (1585-1642) diplomasinin karşılıklı güven esasıyla objektif bir yaklaşımla yürütüldüğü, görünüşte etik kaygılara sahip yöntem eleştirisi ile kuramsal bağlamda değişmiştir. Ancak, Fransız Devrimi sonrası, Napolyon Savaşları, Viyana Kongresi (1815) ve Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar fiilen, gizli antlaşmalar, dönemin “büyük” devletlerinin diğer “küçük” devletlerin içişlerine bile karışma yetkisi olduğu şeklindeki anlayış fiilen devam etmiştir.
Hikayenin geri kalanı malum… Esasında Avrupa’da yaşanmış bu büyük savaştan ticari kar elde etmek dışında bir alakası olmayan ABD Başkanı Woodrow Wilson’un çok taraflı katılımın sağlandığı, açık ve Richelieu’dan esinle “ahlaki” diplomasi anlayışını ortaya atması konuya yeni bir perspektif kazandırmıştır. Fakat, yeni bir savaşı engellemek amacıyla kurulmuş ama başta Versailles Antlaşması ve ateşkesin sonucundan tatmin olmamış diğer devletlerle imzalanan antlaşmaların maddeleri incelendiğinde, ölü doğum olduğu aşikar olan Milletler Cemiyeti’nin kurulması, önleyici atfedilen bu “ahlaki” silahsız savaş tekniğinin sağladığı düzenin sınırlılığını ortaya koymuştur. İkinci Dünya Savaşı sonrası Yalta Konferansı temelinde filizlenen yeni düzende ise yine çok taraflı diplomasi, sözde açık ve ahlaki metodoloji devam ettirilirken, küresel barış ve istikrarın korunması adına savaşın kazanan beş seçkin devletinin üstün yetkilerle donatıldığı adaletsizliği bu yüzyılda aşikar olan Birleşmiş Milletler, seçili koşullarda, belirli ülkelere karşı aktif halen gelen, genellikle hakkaniyetten uzak olarak belirli güçlere karşı caydırıcılık temelinde seçmece bir şekilde uygulanan uluslararası hukuk kuralları ile statüko koruma altına alınmıştır.
Çok yönlü diplomasi, devamlı ve planlı uluslararası toplantılar, ikili görüşmeler ve ziyaretler bu modern diplomasi anlayışında daha da geniş yer tutmaya başlamışken, Soğuk Savaş’ın getirdiği ideolojik ikilikte ortaya atılan, liberal demokrasilerde amiyane tabirle halka hesap vermesi gereken yönetimlerin kolay kolay savaşa giremeyeceklerini, bu nedenle dünya barışı adına Dünya’daki demokratik ülkelerin sayısının art(ırıl)ması gerektiğini savunan Demokratik Barış Teorisi (Democratic Peace Theory), radyo- televizyonun icadı ve yaygınlaşması gibi bazı teknolojik gelişmeler ışığında Hollywood filmleri ile baş gösteren kültür ihracatı, ekonomik ilişkilerin kazan -kazan yaklaşımı esasında artırılması ile devletlerarası ilişkilerin gelişeceğini ön gören bu kapsamlı yaklaşım ile yıllar içerisinde diplomasinin kapalı, hiyerarşik ve elitist yapısı genişleyerek toplumlara nüfus etmiş, bilimin ve tekniğin yeni bir aşamasına erişilmiştir. Bunlara ek olarak, Joseph Nye’ın ortaya attığı, bir ülkenin askeri güç kullanmadan, çeşitli sosyo-kültürel metotlarla ikna edilip, etki altına alınabileceğini iddia ettiği Yumuşak Güç teorisinden de bahsedilebilir. 1992 yılında dünyaya duyurulan bu kuramla, halihazırda yaklaşık elli senedir uygulanan Amerikan politikası resmileşmiştir. Zira, Hollywood’un Amerika’nın Vietnam Savaşı’ndaki “haklı” duruşunu Rambo filmleri başta olmak üzere sözüm ona geleceği tahmin eden yapımları uzun zamandır zihinlere etki ediyor, Beyaz Saray’ın “insanlığın savunucusu” rolüne yarattığı küresel sempati ile belki de en büyük katı sağlanıyordu.
Ayrıca burada medyanın gücünü de unutmamak gerek. Ulusal ve küresel medyanın el üstünde tutulmasını sağlayan, demokrasilerdeki “Dördüncü güç olmak” gibi ulvi bir görevi vardır: Bilinmeyeni öğrenmek, gizleneni duyurmak ve halka gerçekleri sunmak…Ancak zaman içinde medya da ticarileşmiş, şirketleşmiş, ekonomik kaygılar ön plana geçmiştir. En iyi ihtimalle gerçekler iktidarlar lehine saklanır hale gelmiş daha da beteri ülkeler dış baskılara daha da açık hale gelip, karalama politikaları ile iktidarlar değiştirilerek ulusal egemenlik ögesi gizliden gizliye ekarte edilebilir olmuştur.
Durum bu iken halkın bakış açısını etkilemeye, kara propagandalarla mücadeleye destek olmak için kamu diplomasisi, önemli bir güvenlik ve dış politika aracı haline gelmiştir. Özetle kamu diplomasisi, klasik diplomasi anlayışındaki hükümetler ve bürokratlar arası, tek yönlü, asimetrik iletişim yerine hükümet dışı, sivil otoritelerin de katılımının sağlandığı, kamunun aktif rol aldığı, simetrik bir iletişim sistematiğinde gerçekleştirilen bir etki alanı yaratma, propaganda, prestij artırımını, ulus markalaşmasını sağlamaya yönelik çalışmaların bütünüdür. Şayet, uluslararası hukuk kurallarının, uluslararası arenanın elinde bulundurduğu seçmece tedbirlerin ülkelerin “duruş ve görünüşlerine”, “imajlarına” göre uygulandığı bu devirde, küresel prestij en az ordular kadar önemlidir.
İşin bir de şu yönüne bakalım; bilindiği üzere o dönemde bir Harvard Bilgisayar Mühendisliği öğrencisi olan Mark Zuckerberg’in başlangıçta bir çeşit arkadaş eğlencesi olarak kurduğu ilk sosyal medya uygulaması ve peşi sıra gelen çeşitli dijital mecralar aracılığıyla, ulusal ve uluslararası kurumsal medyanın halihazırda “yozlaşmış” yapısına yeni bir soluk getirecek, bireysel habercilik ve yazarlık imkanı sağlayacak dijital platformlar heyecanla karşılanmıştı. Fakat gelinen noktada, sosyal medya mecralarında yalan haberlerin önüne geçilmesi için yeni yapay zeka uygulamaları geliştirilmeye çalışırken kara propaganda ve taraflı yayıncılık yeni bir boyut kazanmış durumda. Ülkelerin ulusal egemenliklerini tehdit eden, uluslararası prestijlerini zedeleyebilen ve dünya kamuoyunu kolayca etkileyebilen, ticaret hukuku ve yayıncılık etiği ile de denetlenemeyen tabiri caizse yeni nesil bir kara propaganda makinesi türetilmiş durumda. Örnek vermek gerekirse, Ermenistan’ın Temmuz ayında başlattığı saldırılar, bunlara karşı Azerbaycan’ın kendini savunması ve Türkiye’nin “iki devlet, tek millet” politikası neticesinde, kurallara uygun olarak Bakü’ye destek vermesi, Doğu Akdeniz’de Kıbrıslı soydaşlarının ve Anadolu’nun doğal deniz sınırları dahilindeki egemenliğini korumaya yönelik çabaları, sanki Ankara’dan kumanda edilen tek bir “Türk yayılmacılığı” şeklinde lanse edilmişti. Şayet, Temmuz ayından zaferin kesinleştiği Kasım ayına dek her türlü sosyal medya mecrasında “savearmenians” (Ermenileri koruyalım) savegreeks (Yunanlıları koruyalım) etiketleri bir arada paylaşılıyordu. Bu iki konu dünya kamuoyu nezdinde Türkiye’nin prestijini sarsmak, muhtemel yaptırımlara temel hazırlamak, dış politikada Ankara’nın haklı mücadelesine gölge düşürüp, tabiri caizse elini kolunu bağlamak adına yapılan güçlü bir dijital kara propaganda projesi idi. Ülkelerin herhangi bir prestij kaybına uğramaları politikaların uygulanabilirliğini olumsuz yönde etkilemekten meşruiyet tartışmalarına kadar geniş bir çerçevede tehdit oluşturabilir.
Diğer yandan, sosyal medyanın dış politika aracı olarak kullanılması, Donald Trump’ın başkanlığı döneminde Amerika’da ‘Twitlomacy’(Twitter Diplomacy), Amerikan diplomasi geleneği ve dış işleri bakanlığı teşkilatında yarattığı değişim de kayda değerdi. Bu teknolojik avantajın dış politikada dezavantaja dönüşebilmesi de muhtemeldir. Örnek vermek gerekirse 2018’deki Rahip Branson Krizi’nde olduğu gibi Türkiye-ABD ilişkilerinin lider tekelinden yapılan sosyal medya paylaşımları ile olumsuz etkilendiği de gözlenmiştir.
Sonuç olarak, yeni kamu diplomasisi ve küresel iletişim alanında yaşanan her türlü gelişmenin eşzamanlı olarak milyarlarca insana ulaştırılması ile değerli, hızlı ve uygun fiyatlı kitle iletişim araçları, dijital platformlar, bunların kötüye kullanımı, “bakış açısı”, “etki alanı”, “kamuoyu yoklamaları” ve “lanse edilmek” deyişlerinin uluslararası ilişkilerde git gide artan bir öneme haiz olduğu bu dönemde, gerçeklerin yerli ve yabancı her türlü mecrada duyurulması hayatidir. “Tarihi kazananlar yazar” sözü son derece doğrudur. Fakat gelinen noktada, yazılanlar da tarihi gidişatı tamamen değiştirebilmektedir. Uluslararası ilişkilerde, bir devletin şahsına saldırmaksızın onu yıpratmak adına etki alanında, üçüncül taraflar veya unsurlar aracılığıyla, konvansiyonel ya da asimetrik silahlı mücadeleler ile bahsi geçen ülkeyi yıpratmak için girişilen çabayı ifade eden Meşruiyet Savaşı (Proxy War) kavramı vardır. Günümüzde çok daha düşük maliyetlerle, ülkelerin prestijlerinin sarsılması ve uzun vadede meşru mücadelelerinin sekteye uğratılması, dikkate alınmaması ve hatta egemenlik ve meşruiyetlerinin sorgulanabilir hale getirilmesi de dijitalleşen Dünya’da benzer etki ve işleve sahiptir. Bu minvalde, 2020 yılından itibaren ülkemizde de hayata geçirilen, her türlü sosyal medya ve dijital platformda, ulusal ve küresel çapta eğilimlerin yakından takibi, karşı propaganda ve iletişim hamlelerini de içeren dijital diplomasi açılımları hayati öneme haizdir.
İlknur Şebnem Öztemel
Yüksek Lisans Öğrencisi
Hacettepe Siyaset Bilimi; ODTÜ Avrasya Çalışmaları
Kafkassam Uzmanı

İlgili Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir