Kavram olarak ilk defa 1820 li yıllarda İngiltere’de işçi ve burjuva kesiminin yönetimde kendilerinin de söz sahibi olmaları gerektiği düşüncesiyle ortaya çıkan radikalizm, mutlak monarşi rejimlerine karşı statükoyu değiştirme arzusu taşımaktaydı. Çoğunlukla komplo teorilerinden beslenen ve sabit bir fikre inanan bu radikaller kendi doğrularıyla çelişen görüş ve tutumlara karşı saldırgan ve otoriter bir tutum takınırlar. Günümüzde daha çok Vahabilik, İşid, El-Kaide, Selefilik gibi İslami örgütlerle özdeşleştirilmekle birlikte (Ayhan Kaya- Radikalizm Ekstremizm ve Neoliberalizm Geçmişten Günümüze Radikalleşme) ilk olarak fundamentalizm adıyla I.Dünya Savaşı sırasında ABD’de gelişen, aşırı muhafazakâr Protestan kökenli teolojik bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır.
Daha sonraki yıllarda sekülarizm, sömürgecilik ve küreselleşmenin yaygınlaşması gibi nedenlerden ötürü dini radikalizmin /fundamentalizm ortaya çıktığını görmekteyiz. Bazı düşünürler tarafından temelinde psikolojik ve ideolojik bir kaygının yattığı varsayılan radikalizm, ilk olarak ‘bir şeyin temellerini ilk prensiplerini ya da oluşumunda ilk başta neyin gerekli olduğunu’ ifade etmek için kullanılmıştır. (A. Kaya- Radikalizm) Radikallerin bu köktenci bakış açısı, kutsal metinlere yaklaşımlarına da yansımış ve sonuçta barış, kardeşlik ve doğruluk öğütleri ile yoğrulmuş ilahi dinlerin öğretilerini kan ve göz yaşına dönüştürmüştür.
“Ben dünyaya ateş yağdırmaya geldim. Keşke bu ateş daha şimdiden alevlenmiş olsaydı” (Luka 12:49). “Yeryüzüne barış getirmeye geldiğimi sanmayın! Barış değil, kılıç getirmeye geldim”(Matta, 10:34) “Öbürlerine, “Kent boyunca onu izleyin ve kimseye acımadan, kimseyi esirgemeden öldürün” (Hazekiel Bab 9)
Ayrıca; Samuel; 15:2-3, Çıkış; 32-38, Matta; 23:33, Luka; 19/27/22/36-38 İncil ve Tevrat’taki nefret temalarının kullanıldığı kısımlardır. Kur‟an-ı Kerim‟de (Nisa,89-91, Tevbe,12/29-36) ayetlerinde cihad ve önemine ilişkin hususlar vardır. (Oktay Çelik- Dini İstismar Eden Terör Örgütlerinin Radikalleşme Süreçleri)
Burada asıl problem kutsal metinlerin içeriğindeki şiddet temaları değil bunları yorumlayıp kitlelerin motivasyonlarını sanki kutsal bir davaya hizmet edecek şekilde yok edici bir eyleme dönüştüren aktörlerin akıl almaz çabalarıdır. Kaynağı ne olursa olsun insanlık tarihinin bütün devirlerinde ve bütün toplumlarda çeşitli şekillerde varlığını sürdüren ve önemini kaybetmeyen din, insanın gerek iç dünyasını ve gerekse toplum hayatını derinden etkilemiştir. İnsanoğlu için merak konusu olan dünya hayatının başlangıcı ve ne zaman son bulacağı hemen hemen bütün dinlerin ana temalarından birisidir. Sırlarla dolu bir başlangıcı keşfetme gayreti ne kadar zihnimizi kurcalıyorsa bilinemezlik taşıyan bir ‘son’ u düşlemek te o kadar heyecan veriyor bizlere. Son ile ilgili hayallerimizin sanat ve edebiyatın bir konusu olması anlaşılır olmakla birlikte özellikle son zamanlarda siyasete alet olması , sadece devlet dışı aktörlerin değil devletlerin de son ile ilgili dini inançları referans göstermesi, daha açık bir ifadeyle ekonomik çıkarlar elde etmek için dinin referans gösterilmesi son derece düşündürücüdür.
Uluslararası ilişkilerde jeopolitik, ekopolitik, sosyopolitik gibi kavramların ardından soğuk savaşın ardından gündeme gelen teopolitik, acaba ilerleyen günlerde ‘dinler savaşı’ mı yaşanacak sorusunu aklımıza getirmektedir. İran ABD için ‘büyük şeytan’ İsrail için ‘küçük şeytan’ benzetmesi yaparken ABD’nin Irak’ı işgal ederken Saddam için ‘evil’ şeytan demesi yine İran’ın Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen’in iç işlerine müdahale etmesi ‘son’ a ait kolektif bilincimizde saklı ‘mehdi’ inancını bilinç yüzeyimize çıkarmaktadır. Hemen hemen bütün kültürlerde bu ‘son’ ile ilgili bir takım düşünce ve inançlar mevcuttur .
Genellikle dünyanın ve içindekilerin ne zaman ve ne şekilde son bulacağına dair bilgiler sunan anlatılardan dini literatürü kapsayan eskatoloji, genel olarak dinlerin kutsal metinlerden esinlenerek zaman içerisinde bir takım yorumlarla zenginleştirilen doktrinler olup hemen hemen bütün dinlerin temel inanç felsefeleri içerisinde yer alırlar. Bu anlatılarda ‘Son’ un ne zaman ve ne şekilde gerçekleşeceği ile ilgili farklılıklar söz konusu olmakla birlikte genel yargının, kötülüklerin yaygınlaşmasının ardından zamanın tanrı ya da tanrısal bir gücün lehine dönüşmesi ve tanrı’nın zamanı kendi kontrolü altına alışı beklentisi olduğunu söyleyebiliriz. İslam literatüründe bu anlatılara ‘fiten’ ve ‘melahim’ terimi kullanılırken Yahudi ve Hristiyan literatüründe de apokaliptik terimi kullanılmaktadır.
Bu türden eskatolojik içerikli anlatıları konu edinen edebiyat türüne de apokaliptik edebiyat adı verilmektedir. Bu türden edebiyat ta dinlerin kutsal metinleri içerisinde yer alır ve daha önce üzerinde durduğumuz şiddet içerikli dini metinlerden daha çok bu metinler, bir takım devlet veya devlet dışı aktörler tarafından istismar edilmekte, kitleler manipüle edilmekte bir anlamda cana kıymanın meşru araçları haline getirilmektedir. Çünkü her inanç sistemi geleceği beklenen ‘son’ da gücün kendi tanrısının (mehdi) eline geçeceğini ve kötülüklerin kaynağı olan ‘şeytan’ ile savaşıp onu öldüreceğini var saymaktadır. Yukarıda verdiğimiz ornekte olduğu gibi ABD tarafından ‘şeytan’ ile özdeşleştirilen Saddam’ın öldürülmesini meşrulaştırılmış olmaktadır.
Yahudi Eskatolojisi (Yahudi Teopolitiği) kutsal metinlerde ‘aharit ha yamim’ olarak adlandırılır ve diasporanın toplanması Yahudi mesihin gelişi , ahiret ve ölülerin dirilişini kapsamaktadır. Burada bizim asıl üzerinde duracağımız husus ‘mesih’ in gelişi ve bu olayın İsrail’in teopolitiği haline dönüşmesi olacaktır. Aslında paganist bir düşünce olan ‘Kralın tanrısallığı’ , skolastik dönem batı medeniyetinde ilk olarak Şarlman ile başlamış ve kralın sade bir insan olması yeterli görülmeyip düşmanlarını mağlup edebilmesi için aynı zamanda tanrısal gücü de taşıması gerektiği inancı ‘mesih’ kavramıyla Yahudilik Hristiyanlık ve İslam kültürünü derinden etkilemiştir ki bu da bize kültür ve medeniyetin ne kadar geçişken olduğunu göstermektedir. Çoğunlukla toplumların içine düştükleri derin buhranlı dönemlerinde, umudun bittiği yerde yeni umut arayışı olarak kolektif şuuraltından doğduğunu ifade edebileceğimiz ‘mehdilik’ düşüncesi Yahudi diasporası ile başlamıştır. Klasik donem mehdilik düşüncesi bazı Yahudi ilahiyatçılarına göre Hristiyanlık dinini doğurmuştur.
Tarih içinde Yahudilerin bir devlet olarak kendi varlıklarını sürdürememeleri ve sürekli bir sürgün hayatı yaşamaları onların kolektif bilinçaltlarında bütün insanlığın kendilerine düşman olduğu düşüncesini ‘antisemitism’ doğurduğunu söyleyebiliriz. Bir anlamda ‘toplumsal aşağılık karmaşası’ (bizden bir şey olmaz) (Ulaş Başar Gezgin -Toplumsal Aşağılık Karmaşası ) olarak ifade edebileceğimiz antisemitismden kurtuluşun tek yolu da siyonism olmuştur. Bu düşünce David Ben Gurion öncülüğünde Tel-Aviv’de toplanan Yahudi Milli Konseyi nin almış olduğu karar sonucunda 14 Mayıs 1948’de İsrail Devletinin kuruluşu ile sonuçlanmıştır. Ancak siyonist düşüncenin sona ermediğini modern zamanda özellikle protestan hristiyanlar ile aynı amaca yönelerek İsrail’in teopolitiği olarak karşımıza çıkmıştır.
Hristiyan Eskatolojisi (ABD ve Batı’nın Ortak Teopolitiği) Hristiyan kutsal metinlerinden Matta24 (15-21) , Vahiy Kitabı ve Yeşeya 65’ te bu çağın bitişi ‘son’ hakkında uzunca bahsedilmekte İncil’e inanmayan biri bile bu olayın bir gün gerçekleşeceğine dair kendi iç dünyasında bir kanaat beslemektedir. Bu ayetlere göre yeryüzü insanoğlu tarafından kirletilecek , kötülükler artacak ve sevgi ortadan kalkacak ve nihayetinde zaman ‘Göksel Egemenlik’ in eline (mehdi-İsa) geçecek, mesih karşıtı bütün dinler yasaklanacak sonunda da sevgi bütün dünyaya egemen olacaktır.
Hemen hemen bütün hristiyan dünyasında ‘mehdi’ düşüncesi var olmakla birlikte özellikle Adventistler Yehova’nın Şahitleri , Evanjelistler ve Radikal Hristiyanlar tarafından daha çok gündeme getirildiğini ve siyasallaştırıldığını görmekteyiz. Hristiyanlığın , Yahudiliğin bir devamı olduğunu düşünecek olursak mehdilik düşüncesinin de belli bir noktada Yahudilik ile paralellik arz ettiğini söyleyebiliriz. Özellikle Hristiyan mezhepler içerisinde radikal/fundamentalist düşünceye sahip olan Evangelistlerin, Siyonist Yahudilerle birlikte 1990-1991 Körfez Savaşından sonra ABD ve müttefikleri ile birlikte bu düşünceye Ortadoğu’da evrensel bir nitelik kazandırmaya çalıştıkları bir gerçektir. Zira donemin ABD Başkanı Irak Savaşını ‘Bu bir haçlı savaşıdır’ şeklinde nitelendirmekteydi. (Ensar Çetin-Hristiyan Fundamentalizmi ve Ortadoğu’da Tanrıyı Kıyamete Zorlama Stratejisi )
Hristiyan eskatolojisinde Har-Magedon, Mesih’in (İsa) Deccal’i ve ordularını yenmek için geri döneceği Tanrı’nın dünya planının doruk noktasını temsil eder. Bu olay, İslam eskatolojisinde ‘melheme-i kübra’ olarak geçer hadis literatüründe kıyamet alametleri ile ilgili bölümlerde ayrıntılı bir şekilde anlatılmaktadır. Hristiyan eskatolojisinden tek farkı bu savaşta Müslümanlar ve Hristiyan Romalıların ortak bir düşmana karşı birlikte hareket edecek olmalarıdır. Her iki apokaliptik anlatıda Tanrı’nın adaletinin ve egemenliğinin eninde sonunda gerçekleşecek olması bize Pers kültüründe ki Ehrimen ve Hürmüzü hatırlatmaktadır. Bu yönüyle baktığımız zaman Har-Magedon savaşı yalnızca fiziksel bir çatışma değil, aynı zamanda doğruluk ve kötülük arasındaki evrensel bir mücadeledir.
İslam Eskatolojisi Bu konuya girmeden once meselenin daha iyi anlaşılabilmesi için teknik bir detay üzerinde durmak gerektiğini düşünüyorum. İslam eskatolojisi derken bugün yeryüzünde yaşayan yaklaşık bir buçuk milyar Müslümanın sahip olduğu kutsal metinlerin (Kuran-Hadisler) bütününden oluşan ortak bir kanaati kast ediyorum zira Kur’anda zikredilen kıyamet anında gerçekleşecek olayların , bizim üzerinde durduğumuz ‘son’ a yaklaştığımız zamanda geleceğine inanılan bir kurtarıcı ile alakası yoktur. İsa’nın ölmeyip göğe yükseltildiğinden bahseden Nisa Suresi 158. ayetinin ‘Siz onun ilkelerini/din ortadan kaldıramadınız’ şeklinde anlaşılması gerektiğini düşünüyorum. Dolayısıyla islamdaki mehdi inancı Kurandaki ilgili ayetlerin İsraili yorumlarından ve hadislerden kaynaklanmıştır.
Son zaman ile ilgili bu islami eskatolojik anlatı bütün mezhepler tarafından kabul görmekle birlikte bu düşüncenin özellikle Şia ve radikal mezhepler tarafından siyasallaştırıldığını görmekteyiz. Burada yakın zamanda Ortadoğu’da ortaya çıkan DEAŞ örgütü ile olay gündeme taşınmıştır. (Müştak el-Hılo Jeopolitiğin Hizmetindeki Mezhebi Rivayetler Curf el-Sahar Örneği-İRAM) Çünkü bu örgütün kullandığı sembol ve isimler erken dönem İslam tarihinden esinlenerek seçilmiş ve bütün dikkatleri üzerine çekmiş kısa zamanda İslam dünyasında büyük bir taraftar kitlesini elde etmiştir. Çünkü psikolojik olarak insanları , bilinçaltlarında saklı olan ‘öteki dünyada cenneti kazanabilmek için deccal ile savaşta mehdinin yanında yer almaları gerekliliği’ düşüncesi onları böyle bir tercihe zorlamaktadır.
Müslim’in Sahihinde geçen bir rivayete göre son zamanda (melheme-i kübra) meydana gerçekleşecek olan savaşta Müslümanlar ile Romalılar Suriye’nin kuzeyindeki Dabık denilen bir yerde karşı karşıya gelecektir. Bu hadiste ‘mehdi’ siyah cübbeli İslam halifesi olarak tanımlanmıştır. DEAŞ liderinin de siyah cübbeli olduğunu düşünecek olursak olay son derece dramatiktir. (M.El-Hılo)
DEAŞ’ın etkinliğinin azalmasına rağmen bu eskatoloji radikal Şii gruplar tarafından kullanılmaya başlanmış yine bir takım hadisler referans gösterilerek mehdiye yardım edecek grupların “Asaib Ehli’l-Hak”, “Abdal”, “Nüceba”, “Ehli Bedir” vb. olarak zikredilmiştir. Bu açıdan Mehdeviyet Doktoroni esasında yapılan yorumlamalarda, zuhur dönemindeki çatışma bölgelerinden biri Curf el-Sahar’dır. Rivayetlere yapılan atıflara göre “Süfyani ordusu” ile “Horasani ordusu” karşılaşması bu bölgede gerçekleşecektir. (M. El-Hılo)
Aslında kutsal metinlerin teopolitiğin bir aracı olarak kullanılması bütün dinlerde genelde radikal mezheplerde görülmektedir ki buradaki asıl amacın eylemlerini meşrulaştırmak ve kitleleri menipüle ederek taraftar kazanmak olduğunu söyleyebiliriz. Verilecek mücadelenin tanrı adına yapılacak olması bir anlamda kitlelerin bilinçaltlarındaki ‘mehdi’ inancını bilinçüstüne çıkarmakta ve zeka düzeyi ne olursa olsun insanları iradelerinin tek bir amaç üzerinde yoğunlaştığı kitle psikolojisine hapsetmektedir.