KAFKASSAM – Kafkasya Stratejik Araştırmalar Merkezi

  1. Anasayfa
  2. »
  3. Gündem
  4. »
  5. İDLİB ÜZERİNDEN KURAMSAL YAKLAŞIMLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ

İDLİB ÜZERİNDEN KURAMSAL YAKLAŞIMLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ

Kafkassam Editör Kafkassam Editör - - 13 dk okuma süresi
277 0

Kuram; belirli bir mantıksal örgü çerçevesinde, bir topluma ilişkin sistemli bir şekilde geliştirilen, kuralları olan, planlanmış ve bilimsel bilgiye de temel teşkil eden görüş ve düşünceler bütünüdür.
Bu çerçevede Türkiye’de kuramsal düşüncenin ortaya çıkışı, Osmanlı Türk İmparatorluğu’nun 19. yüzyılın başlarından itibaren dünyadaki gelişmelere paralel olarak ciddi anlamda yıpranması ve ayrılıkçı hareketlerle karşı karşıya kalması üzerine görülmüştür. 19. yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren batıda eğitim görmüş ve görev yapmış kişilerin batıdaki ulusçuluk kuramını Osmanlı Türk İmparatorluğu’nda da uygulayarak, Osmanlı Türk İmparatorluğu’nun bir ve bütün kalması için gerekli planlama içerisine girmişlerdir. Osmanlıcılık olarak tanımlanan kuramda amaç; Osmanlı sınırları içerisinde yaşayan unsurların; dini ve etnik farklılıklarını görmemezlikten gelerek, Osmanlı kimliği ile Osmanlı bayrağı altında bir ve bütün yaşatılması düşünülmüştür. Elbette bu kuram, dönemi itibari ile son derece yerinde bir düşünce olmasına rağmen batıdaki gibi bir Reform, Rönesans, Aydınlanma Süreci ve Modernleşme Sürecini yaşamayan Osmanlı Türk İmparatorluğu’nda karşılık bulmamıştır. Hatta batı ile olan ilişkilerin emperyalizmin Osmanlı coğrafyasını kontrol etme riskinin olduğunu düşünen antiemperyalist görüşler 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ortaya çıkmıştır.
19. yüzyılın son çeyreğinde ise Osmanlı Türk İmparatorluğu’nun önemli oranda Hıristiyan unsurların yaşadığı topraklarının kontrolünü kaybetmesi, ekonomik olarak iflas etmesi, askeri anlamda ağır yenilgi alması ve siyasi anlamda İngiltere’deki iktidar değişikliğinin de etkisi ile korumasız kalması üzerine, II. Abdülhamit tarafından Osmanlı Türk İmparatorluğu’nun geri kalan ve çoğunluğu Müslüman olan unsurlarını bir arada tutmak ve emperyal ülkelerin iç işlerine karışmasını önlemek için bir denge unsuru yaratmak amacıyla İslamcılık kuramı planlanmıştır. İslamcılık kuramında amaç; Osmanlı Türk İmparatorluğu sınırları içerisinde yaşayan Müslüman unsuru ayrılıkçı hareketlerden uzaklaştırarak, ümmet kavramı ile Osmanlı Türk İmparatorluğu’nun sınırları içerisinde ve halifenin yönetiminde tutmaktır. Diğer yandan emperyalist ülkelerin Osmanlı Türk İmparatorluğu’nun iç işlerine karışmalarını engellemek için onların sömürgesi olan Müslüman toplumlarla ilişkiler kurarak, emperyalist ülkelere karşı bir denge unsuru yaratmak hedeflenmiştir. Bu kuramda zamanı içerisinde Osmanlı Türk İmparatorluğu’nun kurtarmak adına son derece iyi planlanmış bir teoridir. Ancak Osmanlı Türk İmparatorluğu’nun siyasi, askeri ve ekonomik alt yapısı olmadan geliştirilen İslamcılık kuramı ile de kurtarılamayacağı çok geçmeden anlaşılmıştır.
Bu kuramında tutmadığını gören Osmanlı Türk İmparatorluğu’nun kurucu unsuru olan Türkler; ciddi anlamda fikri tartışmalar yaşamışlar ve büyük oranda birleştikleri kuramsal çerçeve ise Ahmet Rıza’nın 1895’ten itibaren yurt dışında çıkarmaya başladığı Meşveret Dergisinde vücut bulmuştur. Özellikle 1902 yılında Paris’te yapılan Jöntürk Kongresi’ndeki tartışmalar iki farklı kuramsal yaklaşımı ortaya çıkarmıştır ki günümüze kadarda bu kuramsal yaklaşımların Türkiye’de etkili olduğunu söylemek mümkündür.

Ahmet Rıza tarafından ortaya konan kuramsal yaklaşımda Osmanlı Türk İmparatorluğu’ndaki Türk unsur önemli oranda mutabık kalmıştır. Bunlar; Osmanlı Türk İmparatorluğu’nda Türklerin yönetimde tekrar etkili olması, merkezi devlet yapısının güçlendirilmesi ve pozitivist düşüncenin etkin olarak kullanılmasıdır.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti de bu çerçeveyi esas alarak kurulmuş ve Mustafa Kemal Atatürk; mutlak egemenliğe dayalı, antiemperyalist, eşitlik prensibi ekseninde, yurtta barış dünyada barış ilkesine uygun geliştirdiği dış politikasını, bölge ülkeleri ile yaptığı işbirliği anlaşmalarıyla da güçlendirerek, dünya da saygın ve güvenilir bir ülke konumuna ulaşmıştır. Ancak Atatürk’ün 10 Kasım 1938 tarihinde ölümünü takiben, cumhurbaşkanlığına seçilen İsmet İnönü; Atatürk döneminde ki ilişkileri devam ettirse de, ilkesel anlamda farklı uygulamalara gitmiştir. Atatürk, bölgede ki devletler ile yaptığı ittifak anlaşmalarından elde ettiği güç ile dünyada etkin olmayı hedeflemişken, İsmet İnönü, Cumhurbaşkanı olduktan hemen sonra 1939 yılı içerisinde İngiltere ve Fransa ile yaptığı ittifak antlaşmaları ile emperyal ülkelerle belirli düzeyde işbirliğini tercih etmiş, ikinci dünya savaşı sonrası ABD ile imzalanan Truman Doktrini ve Marshall Planı çerçevesinde taraf olmuştur. Türkiye’de 1950 yılında gerçekleşen iktidar değişikliği ile birlikte ise 1952 yılında NATO’ya dahil olunarak, soğuk savaş dönemi sürecinde; Avro-Atlantik sisteminin planladığı tek yönlü dış politikayı, 1991 yılına kadar uygulamak zorunda kalınmıştır. Bu uygulamaya yönelik zaman zaman ortaya çıkan milli dış politika uygulama niyetleri ise ihtilal ve muhtıralar yolu ile engellenmiştir. Yani Türkiye Cumhuriyeti Devleti orta ölçekli bir ülke olmasına rağmen Atatürk Döneminde uyguladığı, antiemperyalist ve bölgesel ittifaklara dayalı dış politika sayesinde; küresel anlamda belirleyici olabilmişken, Atatürk sonrası emperyal ülkelerle işbirliği sayesinde, varlığını ve menfaatlerini koruma anlayışına dayanan dış politik yaklaşımlar nedeniyle bağımlı bir ülke durumuna düşmüştür.
2002 yılında itibaren ise Türkiye’de İslami referanslara sahip bir partinin iktidar olması ile birlikte, Afro-Avrasya olarak tanımlanan ve Osmanlı Coğrafyası, Karadeniz Havzası ve Türkistan Bölgesi’ni de içine alan sahada stratejik derinlik kavramının rehberliğinde yeni bir politik yaklaşım geliştirilmiştir. Bu yeni yaklaşım; akademik dünyada Yeni Osmanlıcılık olarak tanımlansa da gerçekte II. Abdulhamit Dönemi İslamcılık politikasının kötü bir kopyasıdır. Kötü kopyası dememin nedeni II. Abdulhamit; Osmanlı Türk İmparatorluğunun devlet başkanı olarak ülkenin içinde bulunduğu siyasi, sosyal ve ekonomik şartların el verdiği oranda son derece yerinde bir dış politik yaklaşım ile devleti ayakta tutmak için elinden geleni yaparken, günümüzde bu yaklaşımı sadece İslamcılık kavramı üzerinden Pan hareket tarzına uygun algılayıp uygulamaya kalkmak felakettir. Çünkü siyasi, sosyal, demografik anlamda şartlar aynı olmadığı gibi uluslararası durumda aynı değildir. Türkiye bu dönemde daha çok dini argümanları ön plana çıkararak, siyasal İslamcı devlet dışı yapılanmalarla işbirliği içerisinde hareket etmekte ve milliyet eksenini göz önüne almamaktadır. Bu nedenle milliyeti görmemezlikten geldiği için Türk Dünyasında, devlet dışı siyasal İslamcı guruplarla işbirliğine gittiği için İslam Dünyasında yalnızlığa mahkum olmuştur.

Yani Türkiye’nin İslam Dünyasının merkez ülkesi olmak için çok boyutlu bir dış politika ile yola çıktığı serüven bir taraftan Panislamcı bir yaklaşım olarak algılanmış ve İslam ülkeleri dahil özellikle demokratik ülkeler tarafından ciddi eleştirilere muhatap olmuştur. Diğer yandan ümmet temelli bir söylem ile yola çıktığı için Türk Dünyasında da ihtiyatlı karşılandığı gibi Türkiye’ye karşı mesafeli bir yaklaşımın oluşmasına zemin hazırlamıştır.
Tüm bu açıklamalardan sonra Türkiye’nin Irak ve Suriye özelinde kuramsal anlamda yapması gereken; elbette ulusal çıkarlarını mümkün olduğu oranda koruyacak politikalar geliştirmektir. Bu duruma uluslararası hukukta izin vermektedir. Örneğin Irak ve Suriye ile yapılan uluslararası anlaşmalar her iki ülkede de Türkiye aleyhine oluşacak faaliyetlerin ilgili ülkeler tarafından engellenememesi durumunda Türkiye’nin müdahalesine izin vermektedir. Aynı şekilde BM kuralları çerçevesinde 51. Madde yine buna uygundur.
Ancak sorun Türkiye’nin bu müdahalelerinin devamında ne yapmak istediği ile alakalıdır.
Irak ve Suriye’de yaşanan iç savaş sonrasında uluslararası güçlerinde etkisi ile muhtemeldir ki en iyi ihtimalle iki ülke içinde geçerli olmak üzere federatif bir sistemin hakim olması beklenmektedir.
Irak’taki Anayasa zaten buna 2004 yılından sonra müsaade eder hale gelmiştir. Suriye’de Fransız mandaterliği döneminde birden çok yapıya bölünerek yönetilmiş idi. Bugün Suriye’de benzer bir yapılanma ile karşı karşıyadır.
Gerek Suriye ve gerekse Irak ile ilgili yapılacak yeni düzenlemelerde Türkiye’nin mutlaka yer alması olağandır.
Çünkü
Birincisi; Türkler bu iki ülkenin bulunduğu coğrafyada bin yıldan fazla hakim olmuşlar ve halen Irak’ta üçüncü etnik gurup olarak, Suriye’de ikinci etnik gurup olarak yaşamaya devam etmektedirler ve Türkiye’nin kendi geleceklerinin belirlenmesinde söz söylemesini beklemektedirler.
İkinci olarak; Irak ve Suriye ile yapılan antlaşmalar çerçevesinde Irak’ta 75 kilometre derinlikteki bölge ile Suriye’de 50 kilometrelik derinlikteki bölgede oluşacak gelişmeleri Türkiye kendi güvenliği ekseninde değerlendirmiş ve iki ülkeye bunu kabul ettirmiştir.
Üçüncüsü; Bu iki ülkede yaşayan Türkmenler Türkiye’nin kendi haklarını koruması konusunda inisiyatif almasını beklemektedirler.
Bu insiyatifin tanımı ise Irak’ta Telafer’den başlayan ve Kerkük’ü de içine alan ve Mendeli’ye kadar uzanan bölgede Türkmen Federal Bölgesinin oluşmasına yardım etmektir. Aynı şekilde Suriye’de yeniden yapılandırılırken geçmişte olduğu gibi federal bir çözüme gideceği açıktır. Suriye’de Türkmenler 2. Etkin gruba sahip olduğu için Telabyad’tan başlayıp Halep’i de içine alan ve bugün İdlib’de M4 ve M5 karayolunun kuzeyi ve batısını da içine alan coğrafyada Türkiye sınırı boyunca bir Türkmen Federal Bölgesinin oluşmasını sağlamaktır.
Elbette bu yaklaşımı ortaya koyabilmeniz için öncelikle Irak ve Suriye rejimleri ile işbirliği yapmalı, Irak ve Suriye’nin federal sistem içerisinde toprak bütünlüğü garanti edilmeli ve mutlaka radikal örgütler her ne ad ile anılırsa anılsın Irak ve Suriye yönetimi ile birlikte ortadan kaldırılmalıdır.
Prof. Dr. Selçuk DUMAN

İlgili Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir