İran’ın Süleymani’den sonra Fahrizade’nin de ölümüne karşılık vermemesinin basın ve sosyal medyada bir yorum seline neden olacağı tahmin ediliyordu. Bunun tek nedeni, İran rejimiyle alay etmek değildi. İran’ın şu anki durumu, tarihte benzeri görülmemiş bir durum olabilir. Benzeri varsa da enderdir. Suriye, Irak, Lübnan ve bizzat kendi toprakları içinde darbe üstüne darbe alıyor ve küçük düşürülüyor ama bunları gerçekleştirmekle suçlananlara hiçbir karşılık vermiyor. Kim öldürülürse öldürülsün karşılık hep aynı kalıyor; hakaret ve tehditlerin artması.
Cemal Abdunnasır mesela 1967’de alınan küçük düşürücü yenilgiye yıpratma savaşıyla karşılık vermeye çalışmıştı. Uygun zaman ve mekan ifadesinin sahibi Hafız Esed bile 1973’te Mısır ile birlikte İsrail’e karşı savaşmıştı. İsrail Lübnan’ı işgal ettiğinde bir anlığına da olsa kendisine karşı koymayı düşünmüştü.
İran yönetimi için bu geçerli değil. Hakaretleri bir yana bırakırsak, davranışları Tahran’ı darbelere maruz kalmayı ve küçük düşmeyi normal karşılıyor gibi gösteriyor. Mesela, hiçbir yetkili bu nedenle istifa etmedi. Hiçbir subay ya da üst düzey güvenlik görevlisi ihmali nedeniyle intihar etmedi. Kudüs Gücü Komutanı İsmail Kaani, kabileler arası bir savaşmış gibi, “saldırıyı gerçekleştirenler erkekler gibi yüz yüze savaşma cesaretine sahip olmayan kişilerdir” diye konuştu. Dil artık hiçbir şey ifade etmiyor. Kurtuluşun tek anahtarı stratejik sabır.
Ancak burada ne sabrıyla bilinen ne de barışsever bir rejimden veya kalkınma programlarının başarısına odaklanmak amacıyla, sükunet ve istikrarı ön planda tutan bir ideolojiden bahsetmiyoruz. Doğası gereği savaşçı, dünyayı bir düşmanlık sahnesinden ibaret gören, sadece şeytanlarla savaşmaya teşvik eden fikirler yayan, dahası İsrail’in yok edilmesi çağrısı yapmaktan vazgeçmeyen bir rejimden bahsediyoruz.
1979’daki devrimden itibaren yayınlanan binlerce makale ve çalışma, kültürel açıdan dahi Humeyniciliğin Şii yas törenlerindeki kendine vurma ritüelini düşman ve rakipleri hedef alan şiddete dönüştürdüğünün altını çiziyor.
Tahran’ın seçilmiş ABD başkanını göreve geldiğinde yeni bir gerçeklik ile karşı karşıya bırakmaya çalışan İsrail’in tuzağına düşmek istemediği bahanesi, İran’ın karşılık vermemesinin garipsenmemesini sağlamıyor. Maruz kalınan küçük düşürmeler kesintisiz ve günlük olduğundan bu tuzağa düşmeme bahanesi mutlak ve inandırıcı değil. Böyle bir davranış, Joe Biden’ı İran’a karşı Trump’tan daha cömert olmaya teşvik etmeyebilir. Yeni yönetim, bu durumda bu kadar zayıf, hakarete uğramış ve güçsüz bir tarafla anlaşmaya gerek olmadığı sonucuna varabilir.
Ama öte yandan, İran’ın Saddam Hüseyin’in saldırısına coşkuyla karşılık verdiğini ve kendisine karşı uzun, para ve insan kayıpları açısından maliyetli bir savaş yürüttüğünü biliyoruz. İran bu savaşı kısa kesmek istemiyordu. Aksine kendisini halen zayıf olan rejimini güçlendirmek için bir araç olarak kullandı. Tahran’ın kolları ve danışmanlarının komşu ülkelere yayılmış olduklarını, kendisine bağlı militanlara silah ve para yardımı yaptığını biliyoruz. Bazı yetkililerinin ülkelerinin “Dört Arap başkentindeki” emellerini açıkça dillendirdiklerini biliyoruz.
Bu çelişkiden ne anlaşılabilir? İran’ın bakış açısına göre savaş, aslında yalnızca ve özellikle Arap bölgesiyle sınırlı. İsrail ile savaş ise hiçbir şekilde söz konusu değil. Araplara karşı savaş hukuku geçerli. Ama İsrail söz konusu olduğunda savaştan başka, indirdiği darbelerin kaçınılmaz bir sonuç, dolayısıyla ona karşılık vermemenin de kaçınılmaz olduğuna atıfta bulunan bir hukuk geçerli.
İran, Suriye, Irak, Yemen veya Lübnan’da bir karşılık verilebilir ve bu karşılık, İsrail ve ABD’nin işbirlikçileri olarak tanımladığı ülkeleri hedef alabilir. Ancak hiçbir şekilde İsrail veya ABD’yi hedef almayacaktır. Bu nedenle Tahran, Arap ülkelerinde Tel Aviv ve Washington’a karşılık verebildiği müddetçe oldukça pasif ve sakin davranışlarının gösterdiği üzere onlara teslim olmayacak.
Aslında bu yeni varılmış bir sonuç değil. İran en başından beri İsrail ile savaşmakla ilgilenmiyordu. Öyle olsaydı, tarihteki diğer tüm savaşçıların izlediği politikayı izlerdi; dostlarını artırmak ve sadece savaşmak istenilen tarafa düşman olmak. Diğer bir deyişle, eğer gerçekten de derdi İsrail ile savaşmak olsaydı, komşularıyla dayanışma politikasını benimser ve onlarla anlaşmazlıklarını gidermeye çalışırdı. Ne var ki, İsrail ile savaşmakla ilgilenmediği için İran bunun aksini yaptı ve yapmaya devam ediyor.
Bunu, İsrail ile savaşmayanları utandırmak ya da onunla veya başkasıyla savaşma çağrısında bulunmak için söylemiyoruz. Sadece bir kez de olsa dürüst olunmasını istiyoruz. Zira bugün içinde yaşadığımız tuhaf, skandal ve acı dolu gerçek şudur; İsrail karşıtı projenin liderliğini bugün bu enkazın üstlenmiş bulunuyor. İran rejimi adındaki siyasi, ekonomik ve kültürel enkaz. Böylelikle İran liderliği, saf yalanların gözetiminde ne savaşan ne de barışa yanaşan, daha doğrusu ne orada savaşan ne de burada barışı kabul eden bir liderliğe dönüştü. Gerçek şu ki, Tahran’ın kelimenin tam anlamıyla hem tuhaf, ilgi çekici, şaşırtıcı, hem de endişe verici ve saldırgan olan tutumları, kendisini derinlemesine düşünmek, yorumlamak ve elbette alay etmek için iyi nedenler sunmaktadır.
Hazım Sağıye şarkulavsat