Adil olsun ya da olmasın davalar ve savaşlarının başına gelebilecek en kötü şey, ne belirli bir zaman içinde zafere ulaşamadıklarından ne de onlardan vazgeçip sayfayı çeviremediklerinden sahipleri için tuzaklara dönüşmeleridir. Böylece savaşın savaş esirine ve davanın davasına dönüşürler, kaynakların tüketilmesi ve aklın boşa harcanması da bunun kesin sonucu olur.
Siyasi rejim, zayıf bir meşruiyete sahip olduğunda, gereksinim duyduğu meşruiyeti kazanma umuduyla bu telden çalmaya meyilli olur. Ancak mesele kısa sürede kendisini tesis eden rejimin kontrol edemeyeceği kutsal bir inanca dönüşür. Bu noktada halk, kendisi için bir kaldıraç olması gereken davanın tuzağına düşer.
Bu durumda oyun oyuncunun kendisinden büyük bir şeye dönüşür.
Birer tuzağa dönüşen bu davalar karşısında hakikat ve yalanın önemi geriler. Dava- tuzak pragmatik kökenlerinden bağımsızlaşır ve zafere ulaşamamak onu kendisini gözden geçirip revize etmek yerine bağnazlığa ve hastalıklı bir sabit fikirliliğe sevk eder.
Sahibine bir zafer vaat eden veya zaferi bir olasılık haline getiren fiili kanıtların olmaması karşısında, gerçek ya da efsane olsun geçmişten yardım istemek ivedilikli hale gelir. Geçmiş, bugün yüzleştiklerimizi daha önce yüzleştiklerimize ve zaferlerimize veya öyle sandıklarımıza atfederek tuzakta kalmayı garanti eder. Bu, her yeni bilimsel keşfi geçmişte kendisine sahip olduğumuz veya eski metinlerimizde yer aldığı şeklindeki siyasette bilindik radikal ele alma biçimine benziyor.
20. yüzyılın başında Almanya, kısa süre sonra Almanlar için bir tuzak haline gelecek bir davanın peşinden sürüklenmişti; sömürgelerdeki payının, İngilizlerin ve Fransızların kazandıklarına eşit olacak şekilde adil olmasını istiyordu. Bu talebi Birinci Dünya Savaşı ve büyük yenilgisiyle sonuçlandı. Bu durum daha sonra daha feci bir biçimde tekrarlandı. Bu kez küçük düşürücü Versay Antlaşması ve ekonomik çöküşe karşılık vermek, Nazileri iktidara taşıyan argüman oldu. Sonuç, Holokost, İkinci Dünya Savaşı, Almanya’nın yerle bir olması ardından da iki düşman ülke şeklinde bölünmesiydi.
Haklı veya haksız ya da haklılığı çelişkili tüm davalar bu kader tarafından ele geçirilebilir. Vladimir Putin liderliğinde Rusya bir tür örnektir. Abartılı bir özgüven duygusu ve gerçekliğin verileriyle desteklenmeyen bir büyüklük arzusuyla birlikte, krizler, müdahaleler ve küçük savaşların neden olduğu karışıklık artar, ülkenin dünyadaki imajı kötüleşirken siyasi yaşam gittikçe zayıflar ve dumurlaşır.
Araplara gelince, 1948’de İsrail’in kurulmasından daha kötü ve tehlikeli olan, buna verilen tepkinin Filistinliler ve Filistin’in komşusu Arap ülkeleri için bir dava-tuzağa dönüşmesiydi. Bunun sonucu; birbirini takip eden savaş ve yenilgiler, kaynakların israf edilmesi, siyasi yaşamın bozulması, baskı ve toplumların parçalanmasına argümanlar bulunması, ayrıca Filistinli bireylerin hayatlarının askıya alınması ve dondurulmasıydı. Ancak, tüm bunlar bu yaklaşımın gözden geçirilmesini popüler hale getirmek için yeterli değildi. Tuzağın derinliğinden dolayı, direnişin sihirli enerjisi hala onu iyileştirenleri tüketiyor. Davaların bir tuzağa dönüşmelerine mani olmaya ve halklarını bu tuzağa düşmekten alıkoymaya çalışan liderler de oldu. Tunus devlet başkanı Habib Burgiba’nın 1965’teki ünlü Eriha konuşması bu türdendi. General Charles de Gaulle’un Fransız Cezayiri ideolojisine karşı 1962’de Cezayir’in bağımsızlığını onaylaması da aynı yönelime dahil. İzak Rabin 1993’te Oslo Antlaşması ile aynı şeyi yaptı. Bunun karşılığında De Gaulle iki darbe girişimi ve birkaç suikast girişimiyle karşı karşıya kaldı. Rabin suikasta kurban gitti. Burgiba itibarsızlaştırıldı ve hala da itibarsızlaştırılıyor.
Bugün İran rejimi de tam olarak bunu yapıyor; İran’ın ekonomik kapasitesi, kalkınma ihtiyaçları veya ülkenin uluslararası güç dengesindeki konumu ile ne kadar uyumlu olduğuna yahut tüm bölgeyi nükleer silah geliştirme ve ithal etme alanına dönüştürme olasılığına bakmaksızın, nükleer meseleyi kutsal bir halk inancına dönüştürüyor. Önde gelen komutan ve bilim adamlarının bu sunakta öldürülmesi ve başat nükleer tesisinin vurulmasına gelince, bunlar ilgili kişileri durdurmayan detaylar.
Bugün İran, sayması zor ABD yaptırımlarını ve onlarla birlikte Avrupa yaptırımlarını kaldırmayı başarsa bile, ki bu karmaşık ve belirsiz bir konu, İran’ın en büyük cezası bu tuzağa, yani dava tuzağına düşmesi olmaya devam edecek. Savaşın durmasını ve ateşkesi Humeyni’nin ünlü ifadesiyle “zehri yudumlamak” olarak gören, 1980’lerdeki Irak savaşı temelinde kendisini yeniden tesis edip sağlamlaştıran rejim için dava-tuzak hayatta kalmasının koşulu. Böylelikle Hafız Esed’in barışı kabul etmesinin devrilmesi anlamına geldiği söylendiği gibi tuzaktan kurtuluş da İran rejiminin çöküşüne bir giriş noktası olarak ortaya çıkıyor. Bu rejimin devrilmesinin İranlıların tuzaktan çıkışının başlangıcı olacağı ise tartışılmaz.
Hazım Sağıye
şarkulavsat