Humeyni rejimi ile DEAŞ örgütü arasında doğa, oluşum, yapı, temsil ve ideoloji gibi binlerce fark var. Bununla birlikte, aralarında temel bir ortak nokta da bulunuyor: Projelerinin doğuşunun, Maşrık (Levant) bölgesinin tanık olduğu projelerin enkazı ile bağlantılı olması.
1979’daki Humeyni Devrimi, 20 yıl süren ve başta Maşrık bölgesinde olmak üzere tüm Arap siyasi ve ideolojik ikonları etkileyen bir çöküşün ardından geldi.
– Suriye’nin 1961’de kendisinden ayrılmasıyla çöken Birleşik Arap Cumhuriyeti ile birlikte Arapların birliği ölümcül bir darbe aldı. Daha sonra birçok girişim ve projeye rağmen bir daha hiçbir birlik kurulamadı. Onun yerini Saddam’ın Kuveyt’i işgali gibi işgal eylemleri ve Suriye’nin Lübnan’da uyguladığı bağlılık düzeni aldı.
– Sosyalizm, katı güvenlik aygıtları tarafından yönetilen devlet kapitalizmini ortaya çıkardı. Yönetimler, sosyalizmi toplumları üzerindeki hakimiyetlerini sıkılaştırmak ve kontrol ağlarını bir dereceye kadar bağımsızlıklarını korumayı başaran bölgelere ve ortamlara kadar genişletmek için kullandılar. İlk olarak 1970li yılların ortasında Enver Sedat, Mısır’ı sosyalizmden uzaklaştırdı. Daha sonra Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla Suriye ve diğer ülkeler de kademeli olarak neo-liberalizme geçiş yaptılar.
– 1967’deki savaş ve yenilgiden sonra Filistin’in kurtuluşu bir kenara bırakıldı ve onun yerini “İsrail’in işgal ettiği toprakları geri alma” sloganı aldı. Filistin direnişinin eski sloganı ön plana çıkarma girişimleri iç savaşlara ve 1982’deki İsrail işgaline yol açtı. Bundan sonra Tunus’a taşınan Filistin direnişinin siyasi doğası değişti. İsrail’i tanımayı ve ona komşu bir Filistin devletini kabul etti.
– Nasırızmin daha Abdunnasır’ın ölümünden önce zayıflamasıyla bölgedeki Batı’ya ve politikalarına muhalefet de zayıfladı. Filistin direnişi ılımlaşmaya başladı. Hafız Esed, Kuveyt’i kurtarmak için kurulan uluslararası koalisyona katıldı ve Lübnan’da ABD ile pazarlık yaptı. Saddam Hüseyin 1980’li yıllarda Batı’nın desteğini alarak İran’a karşı savaştı. Ama bu savaşın kendisinin, Maşrık’ın derinliklerine uzanan en geniş İran köprüsü olması sebepsiz değildi.
Arap siyasi kültürü, doğası gereği kendisini yenileme ve dünyadaki değişimleri yakalamakta en ağır davranan kültürlerdendi. Sözgelimi eski direnişçi söylemler dillere pelesenk olmaya devam etti ve halen de ediyor. Değişimin ilk farkına varan ve hemen varisliğine soyunan, sağlam bir merkezi otorite olarak buna hazır olan Humeyni İranı oldu.
Humeyni İranı Arap olmadığı için tabii ki Arap birliği davasının savunucusu ve mirasçısı olamazdı. Aynı şekilde İslami bir ekonomik felsefeye sahip olma iddiasında olduğu için sosyalizmi de miras alamazdı. Ama Filistin ile Batı nüfuzuna karşı mücadele davalarına el koyarak bunları İslami bir kalıba döktü. Humeynicilik bunun için çeşitli unsurlardan yararlandı. 2003’teki savaştan sonra Irak’tan geride kalanların da çökmesinden, Saddam sonrası dönemin düzenlenmesi sırasındaki kanlı ve karmaşık meşguliyetlerden istifade etti. Mezhep, din ve etnik kimlikler sorununun güçlü bir şekilde yükselişinden faydalandı ve kendisini körükleyerek katkıda bulundu. Bazıları doğrudan İran yapımı olan Irak ve Lübnan’daki Şii militan gruplar bunu somutlaştırdı. Tahran ayrıca onun yardımına muhtaç hale gelen Suriye rejimi ve Filistin direniş hareketlerinin (Hamas, İslami Cihat vb.) zayıflığından da faydalandı. Yine İran, Maşrık’ta kendisinin iddia ve sloganlarına inanan, onu canlandırıp geçmişi canlı tutacağını sanan entelektüel çevrelerde var olan umutsuzluk, masumiyet, geçmişin zafer ve sloganlarına bağlı kalma karışımından da yararlandı.
Humeynicilik nasıl darbelerin, rejimlerinin ve iddialarının başarısızlığı sayesinde Maşrık’ta bir role sahip oldu ise DEAŞ ve benzeri örgütler de devrim ve vaatlerinin başarısız olmasıyla bir rol elde edebildiler. Bu korku makinesinin tek bir faktörle açıklanamayacağı doğrudur. Ama Arap dünyasının, özellikle de Maşrık’ın değişim potansiyeli konusunda uğradığı hayal kırıklığının bunun bir faktörü olduğu kesin. Onunla birlikte iç savaş ve şiddetin, barışçıl ve sivil değişimin yerini aldığı bu hayal kırıklığı, özgürlükten yoksun bırakılmalarını dünya üzerinde hareket eden her varlığa karşı son derece acımasız bir cezaya dönüştüren eski mahkumlar için değerli bir hediye oldu. Devrimlerle yükselmek imkansız hale gelince DEAŞ ile birlikte düşüş başladı. Tahran’ın nihai hedefi nasıl ki çevresinde İran nüfuzunu sağlamak ise DEAŞ’ın bilincine ve davranışlarına da başka türden bir hedef hakimdi; toprakları işgal edip hilafet devletini kurmak. DEAŞ herhangi bir rejimi değiştirmek yerine dünya genelindeki Selefilere sözde tam saflığı sağladığı topraklara “hicret etme” fırsatı verdi. Dolayısıyla DEAŞ için önemli olan sakinlerin yaşam koşullarını iyileştirmek değil, kendi yorumuna göre dinin koşullarını iyileştirmek.
Bu nedenle Ebu Bekir el Bağdadi, Kasım Süleymani’nin varlığı için nasıl şartsa, Süleymani’nin varlığı da Bağdadi için o kadar şarttı. Her ikisi de kendilerine uygun düşmanı seçmişlerdi. Birbirleriyle savaşmak, her birinin kendi mezhebini temsile daha uygun olduğunu ve iyisi kötüsü ile Maşrık bölgesinin tanık olduğu bu çok sayıdaki projenin enkazını miras almaya daha layık olduğunu teyit etmenin yoluydu.
Her iki yıkıcı rol de bizim enkazımızdan ve sonunda ulaştığımız hiçlikten doğdular.
şarkulavsat