KAFKASSAM – Kafkasya Stratejik Araştırmalar Merkezi

  1. Anasayfa
  2. »
  3. Azerbaycan
  4. »
  5. Gumru Şehriyar: Karabağda neyim kaldı?

Gumru Şehriyar: Karabağda neyim kaldı?

Kafkassam Editör Kafkassam Editör - - 14 dk okuma süresi
429 0

27 senedir ki, Azerbaycan`ın 1 milyondan fazla zorunlu göçmeni vardır. O yıllarda bir tek o göçmenler değil, tüm Azerbaycan onlarla birlikte ağladı.
Ben de yıllardır o göçmen hayatını yaşayanlardanım. Annem, babam, tüm akrabalarım 1992-1993 senesinde göç etmek zorunda kaldı. Yüzlerle şehit verdik. Bakü`de ikamet etdik ama hep bir yanımız Vatan dedi:
Yüzü beri bakan dağlar,
Benim sizde neyim kaldı?
Bizim orada o kadar çok şeyimiz kaldı ki… Çocukluğumuz, yetkiliğimiz, gençliğimiz, arzularımız, hayallerimiz hepsi o dağlarda kaldı.
2 Mart 1992`de gece saat 4 civarında annem bizi uyandırdı ve “kalkın, Bakü`ye gidiyoruz!” – dedi. O zaman ben 14 yaşındaydım. Kız kardeşlerim daha küçüktü, bu yüzden arabaya biner binmez uyudular. Evimizden çıkmak istemedim, sürekli ağlıyordum. Hala hatırlıyorum, yatak odası kapısına yaslanmıştım, ağlıyordum, göz yaşlarımdan ıslanmış kapıyı durmadan öpüyordum… Ayrılmak istemiyordum… Bakü`ye gelene kadar hiç durmadan ağlamıştım… Annem ve babam bizi şehire getirip teyzemlere bırakıp geri döndüler. O zaman ne olduğunu anlamadık. Oysa Hocalı`da yere-göke sığmayacak bir trajedi yaşanmıştı. Babam da kendi gözleri ile gördüklerinden korkmuş ve kızlarını o bölgeden uzaklaştırmıştı. O yıllarda babam İrevan`dan sınır dışı edilen üç kızı da yanına almıştı. O kızların annesi Ermenilere, “oğlum askerliyini bitirip bir kaç güne geliyor. Gidersek, bizi bulamaz. Bize biraz zaman verin” deyince çocuklarının gözlerinin önünde onu öldürmüştüler. Kızlar elleriyle toprağı kazmış ve annelerini bahçede gömmüşlerdi. Bir kaç ay sonra kız kardeşlerim babamın yanına geri döndüler. Ben bir daha geri dönmedim…
Özgür, rahat, müreffeh ve mutlu hayatım aniden ailemden uzak, huzursuz ve rahatsız bir hayata dönüştü. Ben aslında bir gecede büyüdüm…
Yaklaşık bir yıl sonra hayat bize öyle bir sürpriz hazırladı ki, kelimenin tam anlamıyla aklımızı kaybettik. 23 Ağustos 1993`te Cebrail ve Fuzuli bölgeleri Ermeni işgalcileri tarafından işgal edildi. Babam Karabağ`da savaşsa da kardeşlerim ve annem benimleydi. Henüz yaşayacak bir yer bulamamıştık, daha bir trajedi de sırtımızı eğdi. 29 Ekim 1993`te Zengilan şehri trajik bir şekilde işgal edildi.
Hayal bile olsa o yıllara dönmek çok acı verici ve bu acı dayanılmayacak kadar canımı yakıyor. Bütün ailem – amcam, teyzem, halam, dayım, büyükbabam, anannem – hepsi mülteciydi. Köşesinde uyuya bileceğimiz sığınağımız, yardım bekleyeceğimiz akrabalarımız dahi yoktu. Dahası, akrabalarımızın çoğunun Zengilan`da kaybolması bizi daha da endişelendiriyordu (Zengilan`ın düşman tarafından işgal edildiği ilan edildi. Akrabalarımızı bulamıyorduk)…
Babamgil, Zengilan`dan Araz Nehri üzerinden İran`a geçti ve oradan İmişli`ye geldiler. Onlardan yaklaşık üç veya dört gün sonra haber aldık. Ailem dahil ilçenin tüm nüfusu Araz`ı çıplak geçmiştiler. Zengilan`da bir yandan düşman kapıyı kesmişti, diğer yandan da şehit geliyordu. Son anda bir şehit gelmişti (yanılmıyorsam adı Elnur`du), altı aylık evliydi. O subay üniformasıyla gömülmüştü… Cenazesine sadece eşi, annesi ve amcası katılmıştı. Şehidin ailesi onu gömdükten hemen sonra Araz`a getmiştiler…
Büyükbabam bölgeyi geçtiğinde bebeği kucağında nehre girmekten korkan genç bir kız gördü ve ona yardım etti. O, iri bir adam olduğu için Araz`ın ağır akışına dayanabilirdi. Kız büyükbabamın kolunu tuttu ve nehri geçti. Kadın, suyun bebeği boğmaması için bebeği göğsüne sıkıca tuttu. Araz Nehrinin öbür yakasında bakınca bebeğini kendi elleriyle boğduğunu gördü. Dedem ilk kez orada kalp krizi geçirdi. Sonra dayımın kuşatma altında olduğunu eşitdi ve bir kalp krizi daha geçirdi, ama düşmedi, yıkılmadı. Onunla birlikte göç eden mülteciler gibi ayakta dayandı.
Böylece bir karnı aç, bir karnı tok hayata tutunmaya çalıştık. Her şeyini kaybetmiş ve bir parça ekmeğe muhtaç olan insanlar yağmurdan çıkıp yine yağmura düşmüştüler.
O yıllarda değerli hocam Eldar Bakış`ın bu şiiri çok yürek yakıcıydı:
Çeşmeyi gözünden düşmeyen kişi,
Deye bilersen mi nedir bu dünya?
Deye bilersen mi hardan başlanıp,
Haraya baş alıp gedir bu dünya?
Uzun bir süre geçtikten sonra ne olduğunu, vatan özlemini hissedebildim. O zamana kadar tüm ailem ve ben hayatta kalmak için mücadele ediyorduk. Böylece zamanla kalbimin ortasında bir yara izi hissettim. Bu yara her geçen gün biraz daha derinleşiyordu.
Düşmanın başımıza getirdiği felaketler yazmakla, ağlamakla bitmiyor. En ilginç olanı da odur ki, zaman yaralarımızı iyileştiremiyor. Aksine, zamanla yaralar bize daha fazla acı verir ve yanaklarımızdan gelen gözyaşları göğüsümüzü daha fazla yakıyor.
Bugün topraklarımız işgalden kurtuldu. Ama bu neşeyi, bu zaferi, bu başarıyı hala yürekten kutluyamıyoruz. Yüreyimizdeki yangı hala sevinmemizi engelliyor. Biz bu neşeyi, bu zaferi duyalım diye “onlarla can kurban olduk”.
Yaşlandıkca babam daha çok o torpaqlara gitmek için mücadele ediyordu. “Annemin, babamın mezarını görmek istiyorum” diyordu. Oysa ben o yerleri bir daha görememek korkusu ile hayal bile kuramıyordum. Yıllar sonra yaşanan bir olayla bu duyguyu neden kendimden bu kadar uzak hissettiğimi açıklayabildim.
Büyük babam Zengilan`dan göç ettikten sonra yıllarca hastaydı. Zengilandan her kes onu ziyarete geliyordu. Bir gün onu ziyarete gelen bir kadın büyükanneme şikayet ederek, “Görüyorsun komşumuzu, benden karabiber istedi, ben de ona bir kase verdim. Kasemi geri vermedi. O da orda kaldı”. Sanki her şeyini getirmişti de, bir tek kasesi komşuda kalmıştı. O andan itibaren gerçekte neler olduğunu anlamaya başladım. Kadının kaybı onu ele yakıp kavurmuş ki, o yangını duymaması için olanları inkar edip en küçük, önemsiz, umursaması gerekmeyen bir olayı aklına kazındı. Bu yüzden her halde ben de yıllardır ne olduğunu anlamak istememiştim.
Bellek, beynin çok ilginç ve karmaşık bir işlevi ve aktivitesidir. Bu hafızadaki unutkanlık ise daha ilginç. Unutkanlık, ruhun kendini savunma mekanizmasıdır. Unutkanlık hissi, zihni ve bilinçaltı alanları sarsıntı ve rahatsızlıklardan korur. İnsan, kendisini etkileyen zorluklara, ruhunu ve kalbini yakan olaylara aynı yoğunlukta uzun süre dayanamaz. Zamanla etkileri azalır ve yavaş yavaş unutulur. Genelde psikolojik dengeyi bozan her şey “unutulur”. Görünüşe göre, o ve ben ve bizim gibi binlerce kişi hafızamızdan büyük trajedileri onun için sildik ki, çıldırmayalım ve en büyük öfkemizi kaybetmeyelim.
Musa Yaqup`un şu yangıları dile getirebilecek bir şiiri geldi aklıma:
Kayamdan bir taşım tüştü başıma,
Öz elim zehirmi kattı aşıma?
Bu ne ihanettir çıktı karşıma?
Hisletim, geyretim, milletim haray!
Bu yolda çekdiyim zilletim haray!

Goy kolum kesilsin, elim görmesin,
Goy ağzım kurusun, dilim görmesin,
Daha bu günümü elim görmesin,
Yurt-yuvam, ay evim-eşiyim haray!
Haray, laylam haray, beşiyim haray!
Cebrayil`in işgalden kurtulduğunu duyunca daha bir hatıra akışında kendimi kayb etdim. Evimizin bahçesinde bir leylak ağacı vardı. Pencereyi açtığında pencereden leylak ağacının büyük bir dalı odaya girirdi. Büyük, kümelenmiş çiçeklerin kokusu odayı doldururdu. Yıllardır o kokuya özlem duyuyorum. Bakü`den aldığım ya da babamın bahçesine yeniden diktiği leylak ağacı Cabrayil`in kokusunu yaymıyor…
Gece geç saatlerde babam beni arayıp askerlerden bir kaç tanesi Cebrayil`dan – bizim evimizden onu aradıklarını söyledi. Evimiz tamamile harabeliğe çevrilmiş. Bir tane bile taş taşın üstünde kalmamış. Evimiz olan yerde ağaçlar büyümüş. Babama oranın bizim bahçemiz olduğunu nasıl bildiklerini sordum?! Babam bahçede tek bir leylak ağacı olduğunu söyledi… O mahallede yalnız bizim bahçemizde leylak ağacı vardı.
Leylak ağacı 27 yıldır bizi bekliyor… Vefalı leylak…
Kız kardeşlerim ve ben bu habere çok duygulandıq ve ağladık. Kardeşim bahçesine hala bir leylak ağacı diktiğini söyledi, ama bu o leylak değildi. O anda fark ettim ki, ne kadar unutmak istesen de, Tanrı bir şekilde sende o anıyı koruyacak. Biz insanlar o kadar cahiliz ki, Tanrı`nın bize verdiği işaretleri göremeyiz. Bu leylak kokusuna duyduğumuz özlem o yerlere döneceğimize mesaj veriyordu. İnşallah 27 yıl sonra yine o ağacın gövdesine sarılıb onu bir daha göreceğimize inanmadığımız için ondan af dileyeceğiz.
Aklıma Nüsret Kesemenli`nin “Sana deyim derdimi, gül ağacı” şiiri düştü. Kimine gül, kimine dert ağacı…
O gözele verecektim seni ben,
Ellerinde görecektim seni ben,
Saçlarına örecektim seni ben,
Sen soldukca batmıram mı yasa ben,
Belki geldi, hele solma, yasemen!
Bir yaz günü leçek-leçek açıldın,
Keder benim, sevinc senin bacındı.
Derdim seni, ellerimde uçundun;
Niye girdim sevenlerle behse ben?
Bu suçumu sen bağışla, yasemen.
Sen açıldın benim için yaz değil,
Benden çiçek gözleyenler az değil,
Gül vermerem daha hiç bir kese ben,
Sen çiçek aç, derecekler, yasemen…
Ayrıca 1850`lerden kalma bir dut ağacımız vardı (o ağacı babamın büyükannesi veya büyükbabası dikmiş, şimdi tam olarak hatırlamıyorum), yaşlı bir ağaçtı. Şimdi o ağaçtan hiçbir iz yok. Yıllarca o dut ağaçının hasreti ve ateşi yüreğimizi parçaladı, ruhlarımızı ezdi. 27 ilde bir veya iki kez dut yedim. Ya korkudan ya da bencilce, kendi bahçemizin dutunu istemiştim…
Nise Gasimova`nın “Dut Ağacı” şarkısı kalbimizde her zaman ateş olmuştur. Bu şarkıyı her duyduğumuzda kalbimiz yandı:
Dut ağaçı boyunca,
Dut yemedim doyunca…
Benim balam kime neyler?
Kuzu balam kime neyler?
Bugün sonbahar olmasına rağmen havada leylak kokusu var benim için…
Bunları yazmaya bilirdim aslında. Karabağla ilgili jeopolitikal, strateji veya bilimsel bir araştırma yapa bilirdim. Buna sadece gönlüm el vermedi. Bu yaşanmış hayat hikayelerinin her kesi bilmesini istedim. Bu hikayeler unudulmamalı bence. Bizler yaşadıkça o yara hep kanamalıdır.
Bu gün Karabağ bizi bekliyor. Yaraları kanasa bile yine 27 yıllık hasretini gidereceği günü bekliyor. Biz de öyle….
VATAN biz sana geliyoruz…
Gumru Şehriyar
AMBA Folklor Enstitüsü
Azerbaycan Gazeteciler Birliyi üyesi

İlgili Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir