13 Ekim gecesinden beri Zeytin Dalı harekat bölgelerinde sesli ama bir o kadar da sessiz bir hareketlilik yaşanıyor. Mart 2018’den bu yana Türkiye destekli SMO(Suriye Milli Ordusu) kontolündeki Afrin, kısmen, El Kaide bileşeni Heyet Tahrir uş Şam’ın(HTŞ) eline geçti. Fakat bu ‘tam bir kontrol’ olmaktan ziyade, bir ileri bir geri el değiştirmeler..
Afrin’in ardından Azez’e yönelen HTŞ, alan genişletmeye çalışıyor. Tüm bunlar yaşanırken çok da büyük addedilmeyecek ufak çaplı çatışmalar dışında, herhangi bir güç ile karşılaşmadılar. Peki bölgenin fiilen kontrolünü sağlayan TSK, Türkiye’nin terör listesindeki bu örgütün ilerleyişine neden tepkisiz kaldı sorusunun kafanızda belirdiğini biliyorum. Bunun cevabını Türkiye-Şam ilişkilerinde diplomatik iyileşmeye gidilen süreç ile değerlendirmek meselenin bir diğer, nispeten de politik açıdan tek tutarlı yönü.
Bu ne anlama geliyor?
Biraz geriye gidelim; Fırat Kalkanı bölgelerinin güvenliği ve YPG ile mücadele kapsamında stratejik Tel Rıfat’a planlanan harekata, Ağustos ayındaki Tahran zirvesinde kırmızı ışık yanmıştı. Rusya bu meselede herhangi bir pozisyon izlemeyeceğini, Türkiye’nin doğrudan Şam yönetimi ile görüşmesi gerektiğini dikte edince Şam ile diplomatik ilişkilerin artık elzem ve kaçınılmaz olduğu gerçeği hem Ankara hem de Esad yönetimi tarafından kabul edilmişti.
Bu bağlamda istihbarat düzeyinde el altından yürütülen görüşmeler artık kamuoyuna açıkça dile getirilmiş, iki ülkeden de ‘şartlar olgunlaşırsa görüşebiliriz’ mesajı verilmişti. Peki ya bu ‘şartlar’ ne idi? Şüphesiz Türkiye’nin önceliği, PKK’nın Suriye uzantısı YPG ile mücadelede önüne set çekilmemesi, ve yine şüphesiz Şam’ın önceliği ise ‘muhalefetin’ silahlı faaliyeti bitirmesi.
SMO(eski adıyla ÖSO), MİT’in 2018 yılında ayıklama yaparak oluşturduğu, eğit-donat programına tabi tutularak nispeten daha düzenli bir ordu haline getirilmiş, Türkiye’nin vekalet savaşında yanında olan silahlı muhalefet. Tanım böyle.. Ama realite başka. Sahadaki gerçeklere bakacak olursak artık kontrol edilemez irili ufaklı gruplara parçalanmış, kendi aralarında güç çatışmaları yaşayan bir pozisyon aldıkları görülüyor. Buna bir örnek olarak Türkiye’nin kontrol ettiği bölgelerde kendi bünyelerindeki Cephe el Şam(Şam Cephesi), Ceyş ul İslam ile Hamza Tümeni ve Sultan Süleyman Şah grupları arasında çatışmalar yaşanıyordu. Zaman zaman HTŞ’nin de dahil olduğu bu çatışmalarda Sultan Süleyman Şah gibi gruplardan HTŞ’nin tarafına geçenler de olunca işler iyice arapsaçına dönmeye başladı. Şam ile diyalog sinyallerinin ardından Türk bayrağına saldırılar yapılmasında beis görmeyen gruplar barındırıyor aynı zamanda.
Tüm bunları göz önünde bulunduracak olursak, Ankara’nın kullanılabilir ama güvenilmeyen bu yapılarla devam etmek ile Suriye politikalarına salt diplomatik yol ile devam etmek arasında bir ikileme girdiği de söylenebilir. Ama bir başka seçenek daha vardı; Kuzey Suriye’yi tek bir yapı ile kontrol etmek. Üçüncü Kolordu ile HTŞ arasında geçtiğimiz günlerde Türk yetkililerin himayesinde yapılan görüşmede “Tüm cihatçı askeri grupların tek komuta altında birleşmesi” maddesi bu savı destekler nitelikte.
Sonuç olarak;
Kuzey Suriye’de adı konulamayan bu gelişmeleri Türkiye’nin bölgesel planlarından bağımsız düşünmek yanılgıya düşürebilir. Diplomasi-Çatışma ekseninde güç dengelerinin ve tarafların yeniden dizayn edildiği yeni bir döneme giriliyor. Bu denklemde Türkiye’nin üç olası pozisyonu var; HTŞ eliyle SMO’yu dize getirmek, Şam ile pazarlık konusu olan silahlıların geri çekilmesi hususunda SMO’da tasfiyeye giderek terör listesinde olan ve kontrolüm dışında dediği HTŞ’ye alan açarak bu paradoksta topu Esad yönetimine atmak, veya tüm bu grupları tek çatı altında toplayarak daha geniş yelpazeli bir silahlı ordu ile bölgedeki proxy varlığını devam ettirmek.
Kısa vadede ne olur söylemek zor, ama uzun vadede Kuzey Suriye’de çok daha radikal bir değişim ile karşılaşmamız olası.
Güldeniz Gençtürk
KAFKASSAM Politika Analisti