KAFKASSAM – Kafkasya Stratejik Araştırmalar Merkezi

  1. Anasayfa
  2. »
  3. Gündem
  4. »
  5. FİLİSTİN: DÜNYA’NIN KÖR SAĞIR OLDUĞU COĞRAFYA VE KUDÜS’ÜN HUKUKİ STATÜSÜ

FİLİSTİN: DÜNYA’NIN KÖR SAĞIR OLDUĞU COĞRAFYA VE KUDÜS’ÜN HUKUKİ STATÜSÜ

Kafkassam Editör Kafkassam Editör - - 17 dk okuma süresi
210 0


İsrail devletinin 1948 yılında kurulmasından itibaren Filistin’de gözyaşı ve kanın durmadığı bir gerçektir. Bununla birlikte bölgede iki taraf içinde birlikte yaşamakta bir beis görmeyen grupların varlığı da bilinmektedir. Gerek İsrail’in ırkçı yaklaşımı gerek Filistin’in İsrail’in varlığını kabulde zırlanmış olması durumu gerçekten çözülmesi güç bir hale getirmektedir. Beraberinde Gazze Şeridi yakınlarında buluna Leviathan doğalgaz yatakları bu birlikte yaşama fikrinin özellikle İsrail tarafından şiddetle reddine sebep olacaktır. Ekonomik anlamda İsrail’in varlığını destekleyecek ve uluslar arası alanda hissedilir derecede güç elde etmesine neden olacak enerji kaynaklarını elinde bulundurmak İsrail için önemlidir.
Sorunun uluslararasılaşması çözüm ortaya koymaktan ziyade daha çatışmacı bir hal aldırmıştır. Üçüncü tarafların müdahaleleri sorunun çözümüne olmak yerine ülkelerin çıkarları ve kazanımlarının önceliğine odaklanması sebebiyle sorunun geleceği açısından tam bir belirsizlik halini gözler önüne sermektedir. Tüm bunların karşılığında iki tarafında çatışmaların dönemsel atakları sebebiyle gerek insan hayatı açısından gerek ekonomik açıdan kayıplarının istatistiki bilgisinin arttırmaktan başka bir sonuç ortaya çıkmamaktadır. Tarafları ikiden fazla olan Filistin sorununun çözüm uluslararası alana taşınmış olsa dahi sorunun çözümünün aslında iki taraf ile nihayete ereceği bir gerçektir.
Uluslararası Sorun Olarak Filistin Meselesi
İngiltere 1947 yılında Yahudilerin kendi makamlarına yönelik saldırıları neticesinde soruna bir çözüm üretmek amacıyla konuyu BM Güvenlik Konseyi gündemine taşımıştı. Mısır, Irak, Suriye, Lübnan ve Suudi Arabistan’dan oluşan Arap Devletlerinin mandanın kaldırılması ve Filistin’in bağımsızlığının ilan edilmesi ile ilgili başvurusu BM tarafından gündeme alınmadı. Ancak, 15 Mayıs 1947’de BM Filistin Özel Komitesi kurulmuştu. BM taksim kararının alınmasından sonra 1948 tarihinden itibaren manda rejimi sona erdirmiş ancak, 14 Mayıs 1948 tarihinde İsrail devletinin kuruluşu ilan edilmiş beraberinde ilk Cumhurbaşkanı Chaim Weizmann seçilmişti. Ben Gorion tarafından ilan edilen Yahudi devleti 2000 yıl sonra kurulan ilk Yahudi devleti olma özelliğine sahip olmuştu. İsrail devleti bugün kendisini dünya üzerindeki tek Yahudi devleti olarak addeder ve bu nedenledir ki Diaspora özgür bir şekilde İsrail’e gelip yerleşme hakkına sahiptir. İsrail uyguladığı bu göç politikası ile ordusu ve ekonomisi için ihtiyaç duyduğu insan potansiyelini temin etmek, bununla birlikte demografik anlamda Yahudi kimliğinin muhafazasını amaç edinmiştir. Ülkenin ekonomik koşulları bölgenin diğer ülkeleriyle kıyaslandığında önemli ölçüde iyidir. Ancak, İsrail madenler ve su kaynakları açısından sıkıntılar yaşamaktadır. Bu durum İsrail ekonomisine olumsuz yansımaktadır. ABD’nin destekleriyle gelişmiş bir sanayi alt yapısına sahip olmuş, yakın zamanda Akdeniz’de yaptığı petrol arama çalışmalarıyla ekonomik anlamda daha etkin bir şekilde varlık göstermektedir. İsrail ekonomisini açık Pazar yönelimli rekabetçi sistem üzerine kurmuştur. Enerji ithal eden bir ülke konumunda iken İsrail 2009 ve 2010 yılları arasında Doğu Akdeniz’de yaptığı araştırmalarla doğalgaz kaynaklarına ulaşmış, böylece dışa bağımlı olmaktan enerji ihraç eden bir ülke haline gelmiştir. Leviathan bölgesinde bulduğu doğalgaz yatakları ile ekonomisini daha da güçlendirecek adımlar atmaya başlayan İsrail’in Filistin konusunda daha sert tedbirler almaya yöneleceği düşünülmektedir. İsrail’in Leviathan bölgesinde bulduğu doğalgaz yataklarının 950 milyar metreküp rezerve sahip olduğu düşünülürse İsrail halihazırda Filistin topraklarında bulduğu bu rezervleri henüz birçok ülke tarafından tanınmamış olan Filistin’e bırakmaya niyetli olmayacaktır. Bilindiği üzere Leviathan bölgesinde abluka altında olan Gazze’nin de payı vardır. Gazze 3.5-5.5 mil genişliği, 25 mil uzunluğu ile şerit halinde bir coğrafi yapıya olduğu için Gazze Şeridi olarak anılmaktadır. Bölgenin kaderi Arap İsrail savaşları neticesinde Mısır ile İsrail arasında 24 Şubat 1949 yılında imzalanan ateşkes anlaşması çerçevesinde tayin edilmiştir. O dönemde Gazze’nin birkaç köyü ile tarlaları bu ateşkes anlaşması ile İsrail yönetimine bırakılmıştı. Mevcut dönemde 80 bine yakın nüfusuna diğer bölgelerde yerinden edilmiş 200 bin Filistinlide katılmıştır.
1967 Arap İsrail savaşına kadar Gazze, Mısır’ın kontrolünde bir Filistin toprağı iken İsrail’in saldırısı sonucunda bir işgalle karşı karşıya kalmıştır. İsrail Gazze işgali sırasında birçok Filistinli sivilin ölümüne ve yaralanmasına sebebiyet vermiştir. İsrail bu eylemleriyle 12 Ağustos 1949’da imzaladığı Cenevre Sözleşmesini birçok defa ihlal etmiş insancıl hukuk açısından suç sayılan eylemlerine bugüne kadar devam etmiştir. Ayrıca, İsrail Gazze’ye karşı uyguladığı bu ilhakla BM Kurucu Anlaşmasının 2. Maddesinin 4. fıkrasında “teşkilatın üyeleri milletlerarası münasebetlerinde gerek herhangi bir başka devletin toprak bütünlüğüne veya siyasi bağımsızlığına karşı gerekse BM’nin amaçları ve telif edilemeyecek herhangi bir surette tehdide veya kuvvet kullanılmasına başvurmaktan kaçınırlar”. Şeklinde ifade edilen savaşarak toprak elde etme ya da ilhakı Jus Cogens buyrukla yasaklayan maddesini de ihlal etmektedir. Her ne kadar 2005 yılında başlayan Oslo Barış Görüşmeleri ile ilhak ettiği Gazze’de bazı bölgelerin idaresini Filistin Yönetimine bırakmış olsa da bu bölgede İsrail işgalinin sona erdiği söylenemez. İsrail yönetimi bölgedeki Yahudi yerleşimcileri çekmişse de etkin bir şekilde askeri kontrolünü bölge üzerinde sürdürmektedir. İsrail’in Uluslar arası Adalet Divanını (UAD) statüsüne taraf olmaması statünün 12. Maddesi uyarınca UAD’da savaş suçundan kendi rızası olmadan yargılanamayacağını düşündürse de BM Güvenlik Konseyinin bir savaş suçunun koğuşturulması konusunda karar vermesi neticesinde statüye taraf olmayan İsrail UAD tarafından yargılanabilir hale gelecektir. BM anlaşmasının 103. Maddesi gereğince UAD Statüsüne taraf olmayan bir devlet kendi ülkesinde bir savaş suçu işlemiş olması halinde BM barışın korunması ilkesinden hareketle UAD’a suçun faillerini sevk edebilecektir. Ancak, İsrail’in hamisi gibi davranan ABD gibi Güvenlik Konseyinde veto yetkisi bulunan 5 ülke İsrail’in böyle bir durumda yargılanabilmesi için girişimde bulunmaktan ısrarla kaçınmaktadırlar.
GAZZE’DEN SONRA KUDÜS
19.yüzyıl sonlarına doğru Avrupa ülkelerinde yayılan anti-semitizm ile başalyan Yahudi göçleri diasporadan Aliyah (yükselme) dönemine geçişin ilk adımları olmuştur. İspanya’dan sürülen Yahudiler, kutsal kitapta referans edilen kutsal topraklarına giden yolu da aralamış oldular. 1881-1903 yılları arasında yaşanan Yahudi göçünün sonunda Filistin’de birçok Yahudi köyü kurulmuş Yafa şehri başta olmak üzere şehirlere de akınlar ve yerleşimler olmuştu. Ayrıca bu dönemde İbranice yeniden konuşulan asli dil haline gelmiş, birçok okul ve şehirler bu dönemlerde kurulmuştur. 1904-1919 yılları arasında Rusya’dan Filistin’e gelen Yahudi ailelerin çoğu şehirlere yerleşmiş ve işbirliğine dayanan Kibutz adını verdikleri zirai kolektif yerleşim yerlerini kurmuşlardı. Rusya’dan gelen bu yerleşimciler ilk göçmenlere nazaran daha politik ve sosyalist yapıda idiler. Öyle ki, bu ailelerin gençlerinin içinden daha sonra kurulacak olan İsrail devletinin liderliğini yapacak olan Ben Gurian, Levi Eshkal gibi isimler de çıkacaktı. Sonraki yıllarda ekonomik buhranın etkisi ile Filistin topraklarından binlerce Yahudi ayrılma kararı aldığında ulusal Yahudi fonunun kaynakları kullanılarak bu göçün etkilerinin azaltılması amaçlandı. Sonrasında gelen Yahudi göçmenler Kibutslara yerleştirilip kendilerine iş imkanları sağlandı.1929’da yaşanan Arap ayaklanması İngiliz manda yönetimini Yahudi göçlere karşı önlemler almaya zorladı. Ancak, bu önlemler Yahudilerin yerleşimdeki ısrarına engel olamadı. Bu dönemde İktisatçılar ve Hukukçular adıyla iki komite kurulmuş, bu komiteler yaklaşık 3 ay boyunca bölgede araştırmalar yapmış ve neticede Yahudi göçlerinin durdurulması gerektiği hakkında bir rapor hazırlamışlardı.
1947 yılına gelindiğinde Arap Yahudi çatışmaları çok fazla gündem oluşturmaya başlamışken Yahudiler saldırılarını İngiliz makamlarına da yöneltmişti. İngiltere bu konuyu BM’ye taşımış, bunun sonucunda BM 1947’de Filistin ile ilgili taksim kararı vermişti. Böylece, Filistin sorunu tam anlamıyla uluslar arası alana taşınmış, artık uluslar arası bir sorun haline gelmiştir.
KUDÜS’ÜN HUKUKİ STATÜSÜ
İngiltere döneminde Filistin topraklarına Yahudi göçünü öngören Balfour Deklarasyonu duyurulmuştur. Dönemin dışişleri bakanı Arthur Balfour’un girişimleri Yahudi toplumunun kadim topraklarına geri dönmelerinde İngiltere’nin itirazını ortadan kaldırmıştı. Ancak bu deklarasyon Yahudi toplumuna bölgede yaşayan diğer kadim halkın yaşam alanlarına ve haklarına saygıyı öngörüyor ve onlara bu halkla kardeş ilişkiler geliştirerek burada yaşayabileceklerini söylüyordu. Dolayısıyla deklarasyon Yahudi halkına aslında bir toprak vaat etmiyordu. Yine de dönemin İngiliz dış politika anlayışı hesaba katıldığında; Osmanlı topraklarının bütünlüğünü savunan bir anlayıştan derhal uzaklaşmış olduğu görülür. Sömürge yollarının gerek Alman gerek Rus tehlikesi ile karşı karşıya kalacağından yola çıkarak uzaklaştığı bütünlük politikasının aslında yine bir sömürge anlayışından beslendiğini söylemek doğru olacaktır. Bu doğrultuda 1. Dünya Savaşı sonrası kurulan ve hiçbir işlevi olmayan Milletler Cemiyeti gözetimi altındaki manda yönetimine dair uluslar arası belgede Kudüs’ün statüsü belirlenmiş değildi. Buna rağmen belgenin 13. Ve 14. Maddeleri uyarınca Kudüs de ki kutsal alanların korunmasına ve bazı durumlara ilişkin güvenceler söz konusuydu.
1947 de Filistin topraklarına yerleşen Yahudiler bu toprakların önemli kısmını ele geçirmiş olduğu için durum BM’nin Genel Kurulu tarafından Filistin sorunu ele alınmış ve bu doğrultuda da Genel Kurulun 181 sayılı kararı ile Filistin topraklarının taksimi söz konusu olmuştur. Manda yönetimi döneminde Yahudi topluluğun bölgeye yerleşiminin kolaylaştırılması uluslar arası hukuk açısından demografik yapının göç yoluyla değiştirilmiş olması nedeniyle sekel bir hal almıştır. Uluslar arası hukuk açısından sorun olarak görülen bir başka durum ise BM Genel Kurulunun bağlayıcı karar alamama yetkisinden kaynaklıdır. Dolayısıyla 1947 yılında yapılmaya çalışılan taksim hukuki bir zemin üzerine oturmamıştır. Yine BM Genel Kurulunun 181 sayılı kararı Kudüs’ün statüsünü yönetimini BM ye bırakılmak üzere uluslar arası bir şehir olarak öngörmüş bu statüde “corpus separatum” olarak bilinmektedir. 1948 de kurulan İsrail akabinde Arap –İsrail Savaşı olarak bilinen bir savaş tecrübesini yaşamış ancak bu savaştan Kudüs’ü “de- facto” ikiye bölerek bir nevi karlı çıkmıştır. Yaklaşık üç sene sonra 1950 de İsrail tarafından kendi başkenti olarak ilan edilen Kudüs 1967 de ki Arap-İsrail savaşı sonrasında tamamen İsrail’in başkenti iddiasıyla karşı karşıya kalmıştır. Bu hâkimiyet iddiası elbette BM tarafından reddedildi ancak bu ret kararı İsrail’in, Ürdün’ün hâkimiyetinde olan Doğu Kudüs’e de kendi medeni hukukunu teşmil etme cüretine engel olmadı. 1980 yılında kendi iç hukukunda çıkardığı yasa ile Kudüs’ü birleşik başkent olarak ilan eden İsrail 20 Nisan da yeniden BM Güvenlik Konseyi’nin reddi ile karşı karşıya kaldı. Bu karar diğerlerine nazaran uluslar arası hukukun ihlaline vurgu yapması açısından önem arz etmektedir. BM Güvenlik Kurulu aynı kararda büyükelçilik ve her türlü misyonun burada yerleşmemesine var olanların da geri çağrılmasına karar verdi.
Mevcut durumda Kudüs hala Corpus Separatum bir şehir kimliğini korumaktadır. ABD’ nin kararına gelince, aslında bu karar yeni alınmış bir karar değildir. ABD 23 Ekim 1995 yılında “Kudüs Büyükelçilikler Yasası” nı Kongre’den geçirmişti. Mevcut duruma neden olan Kudüs’e büyükelçilik taşıma vakası aslında yaklaşık 22 yıllık bir yasanın uygulanmış olmasından öte bir durum değildir. Bu yasa 1999 un 31 Ekim’ine kadar onaylanması gereken bir yasa iken hiçbir ABD başkanı yasayı onaylama gereği duymamıştı.
Bugün Orta Doğu’da özellikle Suriye İç Savaşı patlak verdiği andan itibaren bölge aktörlerinin gerek savaşın gidişatına etkileri gerek bölgede Batı eksenli bir haritanın çizilmesi arzusundan artık rahatsızlık duymaları bugün Filistin başta olmak üzere tüm bölgenin mazlum halklarına yönelen bir saldırı ve yok etme politikasının fitilini ateşledi. Dolayısıyla Ortadoğu dan ateşlenerek tüm dünyaya yayılacak bir savaş durumu semavi üç dinin insanları tarafından zaten kabul edilen bir inanç olması hasebiyle birçok komplo teorisyeninin de iddialarını haklı çıkaracak bir vaka olarak şekillenmeye başladı.
Ancak ABD’nin kendi iç politikasından, bölge devletlerinin rasyonalitesinden, Avrupa Birliği ve İngiltere’nin politikalarından bağımsız yapılacak her analiz de bu durumda konuya dair gerçek komplo teorisinden öteye geçmeyecektir.
Z.Deniz ALTINSOY/ KAFKASSAM UZMANI

İlgili Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir